Viktor Paskov – Georg Henih’e Balad

geçenlerde, eski aile defterlerini karıştırırken, okul defteri sayfalarına kurşun kalemle okunaksız bir yazıyla Georg Henih tarafından yazılmış iki mektup geçti elime. Sağ üst köşede yazılmış oldukları yıl -1960 ve yer Hayrettin Köyü’ndeki huzurevi- belirtilmiş. İkinci mektubun son sayfasına paslanmış ataçla huzurevi yönetiminin bir duyurusu tutturulmuş, işte şu tarihte Georg Henih’in (yaşlılık sözcüğünün Latince’si geçiyordu) vefat ettiği ve ertesi gün köy mezarlığına gömüldüğü bildiriliyordu. Son isteği doğrultusunda tabutuna, yanında getirdiği ve tek varlığı olan kemanı yerleştirilmiş. Kaderin garip cilvesine göre Georg Henih’in vefat ettiği gün ben on iki yaşımı doldurmuşum. Kendimi o günü hatırlamaya zorladım. Ama hatıranın bulunması gerektiği o yerde -yüreğimde mi, ruhumda mı?-bembeyaz bir boşluk vardı. Sonbahar başlarında yumuşak ve güneşli bir sabah olması gerekir… Herhalde sabahın birkaç renge bürünmüş olması gerekirdi, ama hangilerine? Bu renkler hâlâ yaşıyor mu? Bu yazıyı yazdığım şu anda dışarıda yağmur çiseliyor -geç bir sonbahar akşamı. Kirli gri siste karşımızdaki bloklar sanki morumtırak görünüyor. Ara sıra aşağıda otomatik kapılı şehir otobüsü duruyor. Odamda gölgeler sürünüyor, ama bunların arasında Georg Henih’inki yok. Yalnızlığı hiçbir zaman bu denli belirgin hissetmemiştim. …Sonbahar başlarında yumuşak, güneşli bir sabah olması gerekir. Annem alt odada yemek hazırlıyor olacak. İskır Sokağı’nda bulunan eski püskü evde bir oda ve mutfak tutuyorduk.


Simdi yerinde başka bir bina var. Nasıl bir bina olduğunu bilmek bile istemiyorum. Kahvaltıdan sonra babam iki pazar çantasıyla çıkmış olmalı. Rakovski ile İskır sokaklarının köşesindeki meyhaneye uğramış ve bira, belki de şarap veya üzüm rakısı almış olmalı. O gün başka neler olmuş olabilirdi? Aile, bayrama hazırlanıyor olabilirdi. Hayır! Bütün mahallemiz hazırlanıyordu. Bir zamanlar babalarımız bayramları ne güzel kutlarlardı! Bense herhalde incecik bacaklarımla, nefret ettiğim o küçük yuvarlak gözlüklerim ve bir zamanlar sahip olduğum o özgüvenimle sağa sola geziniyordum. Çünkü ben çar Viktor’dum. (Georg Henih öyle dedi.) Niye karıştırıyorum ki şimdi bu eski defterleri? Bulunacak bir şey mi var sanki bunlarda?! Örneğin, aile mührü, asalet unvanı… Veya en azından soyumun kökleri yüzyılların derinliklerinde kayboluyor olsaydı da, şimdi hesap, kartpostal, karşılığı olmayan senetler ve mahkeme kararları karıştırmama değseydi. Ne gezer! Annemin soyu toprak ağalığından geliyor. Bütün mal varlıkları Dokuz Eylül’den sonra devletleştirildi. Gerçekten soyunda on dokuzuncu yüzyıl başında olağanüstü bir kahramanlık sergilemiş olan Postonkyo adında efsanevi biri yok değildi – bir ağanın kafasını mı kırmış ne, ama bunu doğrulayan hiçbir yazılı belge yok ki! Babamın soyuna gelince, onlar Ulah’tı, Romen bile değiller yani ve nereden geldikleri hiç mi hiç bilinmiyor. (Ne de nereye gittikleri.) Öyle ki, Georg Henih’in bana “çar” unvanı vermesinin bu tür bir dayanağı yoktu.

Şimdi son iki mektubunu okuyorum ve bana yine çar Viktor diye hitap ettiğini görüyorum. Georg Yosif Henih. Hatırlıyorum… Bekhterev hastalığından ikiye bükülmüş bedeni, Parkinson’dan çatlayan kafayı, kahverengi lekelerle kaplı, adeta iki ahtapota benzeyen ve onca kemanı ustaca yapmış uzun eğri parmaklı elleri hatırlıyorum… Henih. O gün, bundan yirmi dört yıl önce, sen sandukanın -çamdan mı?, çınardan mı?, benek dağılımı nasıldı?, nem oranı neydi?- hayır, kaba saba ve melodisiz bir ağaçtan yapılma bir sandukanın içinde cansız yatıyordun. Cansız. Umut ederim ki, mezara indirilmeden önce duan okunmuştur, çünkü sen bir Hıristiyan’dın. Sol tarafında senin gibi cansız, doksan yıllık yaşamının tacı, Tanrı için yaptığın keman yatıyordu. O ölçüsüz, orantısız ve garip enstrüman ki, kodaman öğrencilerin onu görebilmek için günlerce Volov Sokağı’ndaki sefil bodrum katın etrafında dolaşmıştı. Gördüklerinde ise çıklamalarına, bıyık altından gülümsemelerine ve göz kırpıştırmalarına neden olmuştu. Herhalde son anların çok acıydı, ihtiyarcık! Herhalde umutsuzluğun pençesinde, sen, Henih soyunun yaşayan son üyesi, ölümün sonsuza dek hatıranı sileceğini düşünüyordun. Ve gayet haklıydın. Bu dünyadan göçüp gidince, geride kalanların belleğinde yaşıyor mu acaba insan? Acaba -ne güzel söylendiği gibi- ustanın ruhu öğrencilerine, sanatı ise belleklerine ve eserlerine mi geçer? Öğrencilerinden çoğu halen yaşıyor, ama senin hakkında ağızlarından bir sözcük bile kopartılamaz. Sen ölüsün. Ölümünden yirmi dört yıl sonra senin hakkında hiç kimse bir şey bilmiyor. Benim birazcık bildiklerimin ise sanatınla o kadar az ilgisi var ki… Daha doğrusu, bunun benimle ilgisi var.

Çünkü kim olduğumu neredeyse unutmuştum! Şimdi Yahudi kralı gibi içimden bağırmak geliyor: Zavallı Georg Henih, kalk! Yanıt ver: En büyük tutkuyla yarattığımız, yaratabilecek durumda olduğumuz o yegâne şeyler, bizi yüceltmeleri gerekirken, her zaman mı alay, acı ve kıs kıs gülmelere neden olurlar? Acımız içinde bunları Tanrı’ya mı adamamız gerekir? O’nu gördün mü yukarıda, göklerde, yoksa toprak mı oldun ve seninle beraber kemanın da çürüdü mü? Zanaatının çerçevelerine sığmayan bu enstrümanı yapmaya başladığında neler geçiyordu aklından? Georg Henih, çar Viktor’un içinden ağlamak geliyor. Rezalet! Toprağın bol olsun! Onu ilk gördüğümde beş yaşımı doldurmamıştım. Hatıra, aydınger kâğıdı üzerine renkli kalemlerle çizilmiş resim gibi belleğimde taptaze ve net. Sanki yükseklerde, otuz yıl önceki olay ve hadiselerin üzerinde, onları ayrıntıyla gözden geçirerek dolaşıyorum. Akışlarına karışmaya veya -Tanrı korusun!- değiştirmeye hiç niyetim yok. Babam müzisyendi. Babamın babası da müzisyenmiş. Mantıken benim de müzisyen olmam gerekirdi -annem ve babamın hemfikir oldukları tek konu. Babam, yanılmaz sezisiyle yeteneğimin onunkinden daha büyük olduğunu kavradığı için; annem ise- Ulah soyundan gelen babamla evlendiği anda onu güçlü Medarov ailesinden silip attıkları için anne, baba, kardeş, yenge, birinci ve ikinci kuzenlerini benim sayemde cezalandırmak istiyordu. Üstüne üstlük, bazı anonim mektuplara dayanarak bunlar babamın piç olduğunu iddia ediyorlardı. Ama bu doğru değildi! Babam değil, babaannem, yani onun annesi piçti. Öyle veya böyle, o, sakin ve tatlı, harika bir nineydi, yüzünün yarısı morumsu pigmentlerle kaplıydı ve Bulgarca bilmiyordu, ancak ben onu anlatmaya niyetli değilim. En cesur rüyalarında annem beni konser podyumunda görüyordu – minnacık frak içinde papyonlu, elindeki minnacık kemanıyla ışık ve şan İçinde yüzen bir harika çocuk. Arkamda, meşhur bir orkestra şefinin yönettiği filarmoni. Locada hükümet üyeleri.

Diğer locada Bulgar Çiftçiler Birliği üyeleri (Medarovlar çiftçiydi). Çiçekler, alkışlar. Konfetiler, çelenkler, ihtişam. Gazeteciler. Hani beleşçilerin oturduğu üçüncü balkonun o son sırasında ise suçlu ve kızarıp bozarmış yüzlerle Medarov ailesi: “Bak sen piçin oğluna!” İşte böyle hayalleri vardı mağrur ve mağdur anneciğimin. Bana gelince -tutkulu bir şekilde ünlü bir kemancı olmak istiyordum. (Aynı şekilde ünlü bir polis, makinist, itfaiyeci de olmak istiyordum.) Ama dört yaşında çocuklar için keman yoktu, sadece çeyrek, yarım, dörde üç ve bütün kemanlar vardı. Bana ise sekizlik gerekiyordu. Bir karıştan büyük olmayacak ve yine de enstrüman olacak. Böyle bir şeyi yapmayı kabul edecek tek kişi Georg Henih’ti. Zaman tünelinde geriye dönüş yapmam gerektiğinden okurun affına sığınıyorum, ama Georg Usta’nın macerasını. Bulgaristan’a ne zaman ve niçin geldiğini bilenler parmakla sayılacak kadar azdır. Yüzyılımızın başlarında, Sofya’nın sarı döşeme taşları üzerinde at arabaları, içlerinde tel çemberli etekli bayan ve fraklı baylarla dolaşırken; Sofya parklarında üflemeli çalgılarla La Traviatta’dan potpuri çalınırken; İvan Vazov köpeğini Halk Meclisi önünde gezdirirken ve Opera Topluluğu ilk temsillerini verirken; Bulgar müzik kültürünün temellerini oluşturmak isteyenleri desteklemek için Sofya’ya Çek ve İtalyan müzisyenler gelmiş. Tanrı bilir misyonlarını gerçekleştirirken ne kadar üzüntü, zorluk ve yoksulluk çektiler.

Bunu anlatmak gelmiyor içimden. Utanç ve üzüntü duyuyorum. Bunların büyük bir kısmı hayal kırıklığı içinde evlerine dönmüş. Kalanların ise adları bilinmiyor. Adları, enstitü ve ansiklopedilerde korunmuş ve iyi ki sırtlarına basarak ışık içinde yüzen dünya podyumuna doğru emin adımlarla yürüyen bizler, onları hiç değilse bu şereften yoksun bırakmamışız. …Herhalde 1910 yılının sıcak bir sonbahar günüydü. Düdük çalarak ve puflayarak Çekya’dan gelen tren Sofya garına yanaşmış. Kompartımanın penceresinden neşeli şaşkınlıkla Georg Henih Usta -kırk yaşlarında, uzun boylu ve gösterişli, sarı saçlı, mavi gözlü bir erkekbaşını çıkarmış. Yük vagonunda, içinde aletleri bulunan sandığı yolculuk etmiş -yarım yüzyıl sonra göreceğim o ince eğeler, oyma makasları, minyatür rendeler, testerecikler, demir çubuklar, kalıplar, keçeden çekiçler ve kancalar. Genç ve kendi gibi mavi gözlü karısına: -Bojenka, geldik!, diye seslenmiş. -Hadi, iniyoruz! Sofya garında onu karşılayanlar var mıydı? Herhalde. Büyük olasılıkla bunlar onun gibi genç ve heyecanlı insanlar olan bando şefleri Henrih Vizner ve Mazarik’ti. Ruhları şad olsun! Henih ailesinin nereye yerleştiğini ve bütün bu uzun, çetin ve zor yılları nasıl geçirdiğini bilmiyorum. Sadece Georg Henih’in Çarlık Orkestrası’nda kontrbas çaldığını, usta işi kemanlar yaptığını ve sürekli etrafında birbirinden üstün ve yetenekli bir yığın öğrencinin bulunduğunu biliyorum. O yıllarda Bulgar kemancılığı temellerinin atıldığını da.

Ama sen, Georg Henih, mutlu muydun? Niçin doğduğun Çekya’ya, hakkında bana o kadar çok şey anlattığın ağabeyin Anton’un yanına dönmedin? Orada, miras kalan şatonun çevresinde yeşil çayırlar varmış; azgın atlar bu çayırlar üzerinde koşuşuyorlarmış; sakin Bojenka’nın sevgi dolu gözlerle seni izlediği atölyenden incecik akçaağaç ve cila kokuları yayılıyormuş ve bütün Avrupa kemanlarını çalarken sadece çocuğunuzun olmaması sizi mutsuz kılıyormuş. Niçin burada kaldığını sormayacağım. Ne de çetin yılları nasıl geçirdiğini. Ne de nasıl hakaret ve kırgınlıklara katlandığını. Önemli olan kalmış olman Pazar olması gerek, çünkü babam bir tek pazar günleri serbestti. Haftanın diğer günlerini Müzikal Tiyatrosu’nda prova ve temsillerde geçiriyordu. Prova ve temsil olmadığında -yoksul değil miydik?- ekstra bir iş kapmaya koşuyordu. Zavallı annem ise evde çalışıyor, eski Singer’le gömleklere yaka dikiyordu. Bu iş, kötü ruh halinden başka hiçbir şey kazandırmıyordu. Bazen, kötü ruh halinin en yüksek noktasında dişlerinin arasına ipliği sıkıştırıyor, bomboş bakışını dikiş makinesinin üzerinde bir noktaya odaklıyordu. Ayakları pedalı boş yere çevirmeye devam ediyordu. Böyle durumlarda, o, Medarov ailesiyle kuruntulu bir savaşa tutuşuyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir