Immanuel Wallerstein – Liberalizmden Sonra

BERLİN DUVARI’nın yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı, Komünizmler’in ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’in çöküşü olarak kutlandı. Kuşkusuz bu doğru. Bu olaylar, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak da kutlandı. Bu, gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam aksine, aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve “liberalizm sonrası” dünyaya kesin olarak girişimizi göstermekteydi. Bu kitap, bu tezin açımlanmasına hasredilmiştir. 1990 ile 1993 arasında yazılmış makalelerden oluşmaktadır. Bu makaleler, yaygın, erken, naif bir iyimserliğin yerini, ortaya çıkmakta olan yeni dünya düzensizliğine dair yoğun, yaygın bir korku ve endişenin almaya başladığı büyük bir ideolojik karmaşa döneminde yazılmıştır. 1989 yılı genellikle 1945-1989 döneminin sonu olarak, başka bir deyişle soğuk savaşta SSCB’nin yenildiğini gösteren yıl olarak değerlendirilmiştir. Kitapta söz konusu yılı 1789-1989 döneminin, yani modern dünya sisteminin küresel ideolojisi, benim deyimimle jeokültürü olarak liberalizmin zaferi ve çöküşü, yükselişi ve giderek ölüşü döneminin sonu olarak değerlendirmenin daha yararlı olduğu savunulacaktır. Böylece 1989 yılı, çoğu insanın Fransız Devrimi sloganlarının bugün ya da yakın gelecekte gerçekleşecek olan tartışmasız tarihsel gerçekliği yansıttıklarına inandığı bir siyasi-kültürel dönemin -göz alıcı bir teknolojik başarı döneminin- sonunu gösterecektir. Liberalizm asla bir Sol doktrin olmadı; daima tipik merkezci doktrin olageldi. Liberalizmin savunucuları ölçülü, bilge ve insancıl olduklarından emindiler. Kendilerini aynı anda hem (muhafazakâr ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) gayri meşru ayrıcalıklarla dolu uzun bir geçmişe karşı, hem de (sosyalist/radikal ideoloji tarafından temsil edildiğini düşündükleri) yetenek ya da erdemin dikkate alınmadığı umursamaz bir eşitlemeye karşı konumlandırmaktaydılar. Liberaller siyasi manzaranın geri kalanını daima kendilerinin tam ortada yer aldıkları iki uçtan kurulu olarak tanımlamaya çalışmışlardır.


1815-1848 döneminde gericilere ve cumhuriyetçilere (ya da demokratlara); 1919-1939 döneminde Faşistler’e ve Komünistler’e; 1945-1960 döneminde emperyalistlere ve radikal milliyetçilere; 1980’lerde ırkçılara ve karşı ırkçılara eşit derecede karşı oldukları iddiasındaydılar. Liberaller daima, reformcu, yasallığı savunan ve bir ölçüde özgürlükçü olan liberal devletin, özgürlüğü garanti edebilecek tek devlet olduğunu iddia etmişlerdir. Özgürlükleri korunan nispeten küçük grup açısından bu belki de doğrudur. Fakat maalesef bu grup her zaman, durmaksızın herkesi içine alacak kadar genişleme yolunda ilerleme iddiasındaki bir azınlık olarak kalmıştır. Liberaller her zaman, baskıcı olmayan bir düzeni sadece liberal bir devletin garanti edebileceğini iddia etmişlerdir. Sağcı eleştirmenler liberal devletin, baskıcı görünmekteki çekingenliğiyle düzensizliğe göz yumduğunu, hatta bunu teşvik ettiğini söylemişlerdir. Öte yanda, Solcu eleştirmenler ise her zaman, yönetimdeki liberallerin başlıca kaygısının aslında düzen olduğunu ve ancak kısmen gizlenen, son derece gerçek bir baskı uyguladıklarını dile getirmişlerdir. Mesele bir kez daha iyi toplumun temeli olarak liberalizmin erdemlerini ya da hatalarını tartışmak değildir. Bunun yerine liberalizmin tarihsel sosyolojisini yapmaya yönelmeliyiz. Fransız Devrimi sonrasında tarih sahnesine çıkışını; ilkin (en güçlülerinde de olsa) sadece birkaç devlette, daha sonra dünya sisteminde (ama gerçekten dünya sistemi anlamında) egemen ideoloji olarak hızla zafere yükselişini; ve son birkaç yılda, aynı derecede ani biçimde tahttan inişini açık bir biçimde çözümlemeliyiz. Liberalizmin Fransız Devrimi’nin başlattığı siyasi çalkantılara dayanan kökenleri literatürde enine boyuna tartışılmıştır. Oysa liberalizmin dünya sistemi jeokültürünün merkezi söylemi haline gelişi savı biraz daha tartışmalıdır. Çoğu çözümlemeci liberalizmin Avrupa’da 1914 itibariyle zafere ulaştığında hemfikirken, bazıları o dönemden itibaren çöküşünün başladığını ileri sürecektir; ben ise liberalizmin doruk noktasının 1945 sonrası dönemde (1968’e kadar), dünya sisteminde ABD hegemonyasının yaşandığı dönemde yer aldığını ileri sürüyorum. Bunun yanı sıra, liberalizmin nasıl zafere ulaştığına -ırkçılıkla ve Avrupamerkezcilik’le temel bağlantılarına- ilişkin görüşüm birçoklarının itirazına maruz kalacaktır. Ancak sanırım en kışkırtıcı olan, Komünizm’in çöküşünün bir ideoloji olarak liberalizmin nihai başarısını değil, liberal ideolojinin tarihsel rolünü sürdürebilme kabiliyetinin kesin biçimde zayıflayışını temsil ettiğini savunmaktır.

Kuşkusuz bu tezin bir versiyonu, dünya Sağ’ının dinozorları tarafından savunulmaktadır. Fakat bunların birçoğu, ya sloganları manipüle eden sinikler ya da tarihsel olarak hiç varolmamış aile merkezli bir ütopyayı savunan umutsuz romantiklerdir. Diğer bazıları ise, sadece cereyan etmekte olduğunu doğru biçimde algıladıkları bir olgudan, dünya düzeninin yaklaşan parçalanmasından korkmaktadırlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir