Cumhuriyet tarihinin en acı olaylarından birinin, 12 Eylül 1980 darbesinin on sekizinci yıldönümünde yazılı basın, darbeyi adeta oybirliğiyle “kötü, karanlık, yanlış” bir olay olarak hatırladı. Kamuoyunu oluşturan çevrelerde, sermaye ve işçi örgütlerinde, siyasetçilerde 12 Eylüle karşı çıkmayan, onu eleştirmeyen hemen hemen kimse kalmamıştır. Ancak bu tavırlarda eksik kalan, üstüne sünger çekilen, hatırlanmaması istenen bir şeyler de vardır. Ben de bir 12 Eylül yazısı yazmayı düşününce o yıllara ait unutulan, “es geçilen” bazı şeyleri hatırlatmayı yeğledim. Sosyal bilimci veya edebiyatçı değilseniz, bir dönemi yaşamadan anlamak, kavramak kolay değildir. Otuz yaşından genç insanların 1980-1983 yıllarını lam olarak anlayabilmeleri de bu nedenle kolay değildir. Onların bu yılları doğru olarak algılayabilmeleri ve hatırlayabilmeleri için anne, baba, ağabey veya ablalarının bu yıllarda gözaltına alman, fişlenen, işlerinden alılan, yargılanan, işkenceden geçen, pasaport alamayan, kısacası “sakıncalı” olan 1,683,000 kişi içinde olması gerekir. Diğerleri, yani Türkiye halkının çoğunluğu dört yıl boyunca bir-iki milyonluk bir azınlığın başına gelenleri uzaktan seyretmiş; kendisine dokunulmadığı için (ve mahallelerinde anarşi son bulduğu için) şükretmiş; rejimin hazırladığı anayasaya (biraz da “def-i belâ kabilinden”) beyaz oy vermiş; çocuklarına (yani bugünün otuz yaş kuşağına) da herhangi bir 12 Eylül izlenimi aktarmamışım Kısacası, gençlerimizin çoğunluğu “Özal kuşa-ğı”ndandır. Onlar bugün 12 Eylülün, “kötü, talihsiz, yanlış, aşırıya giden” bir deneyim olduğunu basından okuyorlar ve anında unutuyorlar. CKP 12 Eylülü hayıflanarak hatırlayan yazarların büyük çoğunluğunun ve büyük medyanın hatırlamadığı neler vardır? En başta, aynı yazılı basının ve bugün demokrasi sözcülüğünü yapan ünlü yazarlardan da bazılarının on sekiz yıl önceki tavırları vardır. Doğrudur, cuntaya muhalefet sıkıyönetimce yasaklanmıştı; ancak rejimi övmek resmen zorunlu hale gelmemişti. “Günah çıkarma, paçayı kurtarma ve yardaklanma” güdülerinin Türk kalem erbabı içinde ne derecede yaygın olduğunu 12 Eylülü izleyen ayların gazetelerini taradığınızda ibretle göreceksiniz. Bir diğer “hatırlanmayan olgu”, büyüklü küçüklü sermaye çevrelerinin 12 Eylül rejimine nasıl heyecanla ve tutkuyla sarıldıklarıdır. 12 Eylül tarihinin büyük bir itinayla unutturulan bir boyutu, askeri rejimin iktisadi ve sosyal politikaları büyük burjuvazinin kontrolüne nasıl olup da teslim etmiş olduğudur. Burjuvaziyi “sivil toplum’Tın ana temsilcisi, “ceberruı dev!et”e karşı demokrasi programının ana taşıyıcısı olarak gören çevreler, 12 Eylül rejiminin öncesi ve sonrasında neleri unutturuyorlar? Hatırlatıcı nitelikte birkaç soru sıralayalım:
- 12 Eylüle gidiş sürecinin başlangıç noktalarından biri darbeden bir yıl önce iş çevrelerinin hükümeti yıkmak için başlattığı kampanya değil midir? Evren’in darbesi başta TOBB, TISK ve TÜSİAD olmak üzere tüm iş âlemince pervasızca alkışlandığına göre bu kampanyanın lam olarak 12 Eylülde hedefine ulaştığı ortaya çıkmamış mıdır? Bu coşkulu desteğin ardında hangi gerekçeler vardır? • MESS Başkanlığı ve Sabancı Holding’in Genel Koordinatörlüğü gibi bir sicille Demirel tarafından 1980 başında Başbakanlık Müsteşarlığı’na getirilen Özal, darbeden önceki sekiz ay boyunca cuntacı paşaları nasıl “kafaya” almıştır?
Bu aylarda, “fol yok, yumurta yok” iken, hangi gerekçeyle askerlere liberal iktisat politikalarının meziyetleri üzerinde brifingler vermiş; askeri rejimin başbakanı olacak olan Amiral Ulusu ve cuntanın perde gerisindeki güçlü adı Saltık Paşa ile yakın ilişkileri hangi nedenlerle geliştirmiştir? • 12 Eylül sabahı Özal’ın Başbakanlık Müsteşarlığımdan Başbakan Yardımcılığı’na “terfi etmesi” nasıl kararlaştırılmıştır? Vehbi Koç’un darbeden üç hafta sonra Evren’e yolladığı mektupta, “Turgut Özal meselelerimizi en iyi bilen insandır ve dedikodulara bakmadan kendisini lut-makta yarar vardır” diye yazması nasıl açıklanabilir? • 12 Eylül sabahı Kenan Evren’in radyo ve TV konuşmasında ekonomik konulara, işçi ücretlerinin yüksekliğinden ve kendisinin Hilton Oleli’nin şef garsonu kadar maaş alamamasından yakınarak değinmesine yol açan ideolojik koşullanma nasıl açıklanabilir? • Yeni anayasanın sosyal politikaya dönük hükümlerinin ve işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen (ve tümü “emeği disiplin altına alma” amacına dönük olan) yasaların hazırlanmasında TISK, TOBB ve TÜSİAD hangi ölçülerde etkili olmuşlardır? Bu yasaların sivil döneme sarkmaması için yapılan yoğun çabaların arkasında hangi lobiler vardır? cA? Bir Eylül sabahı birdenbire “rüzgâr gülü”ne dönüşüveren yazarlar, Evren’i bir “ulusal kahraman” mertebesine çıkaran büyük medya ve askeri rejimin iktisadi-sosyal politikalarını tamamen kontrolleri altına alan sermaye çevreleri, 12 Eylül günlerini anarken elbette “bellek boşlukları” göstereceklerdir. Zararı yok. Onların, on sekiz yıl sonra da olsa 12 Eylülü eleştirmelerinden yine de hoşnut kalırız. Ancak Cumhuriyet tarihinin bu en karanlık günlerinin oluşmasına askerler dışında kimlerin, hangi çevrelerin, nasıl katkı yaptıklarını hatırlayanlar da olacaktır. Türkiye ve Avrupa Sanırım 1988 başlarıydı. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tanı üyeliği başvurusu birkaç ay önce Özal tarafından yapılmışlı. İktisat Fakültesi Mezunlan Cemiyeti yıllık sempozyumunu bu konuya ayırmış; beni de konuşmacı olarak açık oturumlardan birine davet etmişti. Medyanın katkısıyla “Avrupa’ya giriyoruz” duygusu yaygınlaşıvermiş; Özal’ın girişimi coşkun bir destekle kamuoyuna mal olmuştu. Dinleyicileri ve konuşmacılarıyla sempozyuma da aynı hava egemendi. Bizimkinden bir önceki oturumda konuşan Kâmran İnan, lam üyeliğe hâlâ karşı çıkanlar varsa onları ulusal çıkarları hiçe saymakla, neredeyse ihanetle suçladı ve epey alkış aldı. Açık oturumda sıra bana gelince, dinleyiciler topluluğunun ruh hali ile pek uyuşmayan bir konuşma yaptım. Özelle (ve aklımda kaldığı kadarıyla) şunları söyledim: “Tam üyelik, sonunda Türkiye emeğinin Avrupa’da serbest dolaşımı anlamına gelecektir. Avrupa’da bu olasılık yakından incelenmiş; boyutlarının ve sonuçlarının kabul edilemeyeceği saptanmıştır. En başta bu nedenle AB’nin Türkiye’yi tam üyeliğe kabul etmesi mümkün değildir. Bizim Avrupa’ya ve Batı’ya bakışımız ise sağlıklı değildir; kolektif bir şizofreni, zaman zaman da paranoya özellikleri taşır. Tam üyelik başvurumuzun reddi, toplumumuzdaki bu sağlıksız eğilimleri güçlendirecek; karanlık, faşizan, gerici ideolojilerin yeşermesine katkı yapacaktır. Bu başvurunun hiç yapılmamış olması, bu nedenle çok daha iyi olurdu.” Bu konuşmanın fazla beğeni kazandığını sanmıyorum. Oturum bittikten sonra yanıma gelen birkaç kişi, “AB üyeliğine karşı olduğunuzu niçin açıkça söyleyip nedenlerini tartışmıyorsunuz?” diye sordular. Ben, “olmayacak duaya âmin demenin anlamsız, hatta zararlı olduğunu” bir kez daha açıklamaya çalıştım; fakat meramımı pek anlatamadım. Sempozyumdan birkaç ay sonra üyelik başvurumuz reddedildi. Üzüldük; ancak iyimserliğimizi yitirmedik. Ankara anlaşması tam üyelik kapısını aralık tuttuğu ve kırk yıldır Batı’nın bekçiliğini yapmakta olduğumuz için er veya geç kabul edileceğimiz beklentisi canlı tutuldu. Ne var ki Brüksel’deki gizli dosyaları değil, Batı basınını yakından izleyen herhangi biri, Türkiye’nin lam üyeliğinin gündemde olmadığını açık seçik görmekleydi. Sosyalist biokun çöküşünden sonra Avrupa’nın genişleme takvimi yeniden belirlenirken Türkiye’nin dışta tutulduğunu bilmemek için kör olmak gerekiyordu. Dışişleri Bakanlığı’nın bu durumu algılamamış olması mümkün değildir. Yine de Bakanlık kadroları, “ya tutarsa” beklentisi ile göle maya çalan hükümetleri doğru dürüst uyarmadılar ve Gümrük Birliği’ni, bizi AB üyeliğine yaklaştıran bir adım olarak gösteren yanıltıcı Çiller kampanyasına katkı yaptılar.