Mehmet Altan – Muş’ta Meryem Olmak

Kurtuluş Savaşını kazanmak için Müslümanlığı birleştirici araç olarak gören Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, kuruluştan sonra yeni bir yol takip ettiler. Bu yeni yol Türklük üzerinden yeni bir ulus devlet kurma projesi olarak kendini gösterdi. Türklük, cumhuriyetin kurucularının düşünce sistemine göre yeni devletin temel dinamiğini oluşturuyordu. Yüzyılların birleştirici ögesi olan İslam dini artık bu oluşumun hiçbir yerinde yoktu. Neden böyle bir yola gidilmişti peki? Bunun nedeni cumhuriyetin kurucularının Batı toplumlarının uzun yıllara dayanan tecrübelerinin hangi kaynaklardan çıktığına aldırmamaları ve Batının hangi aşamalardan geçerek modernleştiğini göz önünde bulundurmamalarıydı. İşte bu tür çağdaşlaşma anlayışı birçok sorunun yanı sıra Kürt Sorununu da doğurdu. Ulus devlet düşüncesinden kaynaklanan tek ırk, tek devlet anlayışı Kürtler başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bütün diğer ırkları baskı yoluyla tektipleştirmeye çalıştı. Kürtler, mensup oldukları ırk nedeniyle, Mehmet Altan’ın deyimiyle “Birinci Cumhuriyet” tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüler. Bu tutum otuz yıldır devam eden ve binlerce insanın yok yere ölümüne neden olan bir çatışma zemininin doğmasına neden oldu. Türkiye bugün bu gerilim ve çatışmanın sona erip ermeyeceği konusunda bir yol ayrımına gelmiş bulunmaktadır. Gelinen bu yol ayrımında uzun yıllar konuşulmayan Kürt Sorunu bütün boyutlarıyla konuşulmaya başlandı. İnsanı merkeze alan anlayışın benimsendiği bu yeni dönemde Kürt Sorunu da her yönüyle konuşulur oldu. Prof. Dr. Mehmet Altan, Etkileşim Yayınları arasında çıkan Muş’ta Meryem Olmak isimli söyleşi kitabında uzun yıllar sadece siyasî ve askerî yönleriyle ele alınan Kürt Sorununu insanî ve sosyolojik yönleriyle ele alıyor.


Türkiye Cumhuriyeti’nin başörtüsü takan insanımızdan Kürtlere kadar neden birçok mağdur kitleler ürettiği üzerine önemli tesbitlerde bulunuyor. Bu kitapta, çözümü bir tarafa, konuşulması bile yasaklanmış kanlı bir sorunla bırakıldığımızı göreceksiniz. Mehmet Bey, Kürt Sorununu çözme niyetiyle ele alan bir kişi önce hangi kriteri göz önünde bulundurmalıdır? Böyle bir niyeti olan bir kişinin gözönünde bulunduracağı ilk kriter elbette ki insanî kriter olacaktır. Şimdi Kürt Sorununun ne olduğu, problemin nerede başladığı ve nasıl çözüleceği benim kafamda çok net ve açıktır. Kürt Sorununa çözüm amaçlı yaklaşırken, insanın en kutsal varlık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir anlayışı benimsemekle çözüme yönelik ilk adım atılmış olur. Böyle düşündüğümüz zamanda insanın en kutsal varlık olduğu düşüncesini hayatın merkezîne oturtan bir hukuk anlayışının gerekli olduğunu anlarsınız. Bunların birbirini olumlu yönde tetiklemesi gerekir. Ama bu dediğinizin gerçekleşmesi için siyasetin insanı hayatın merkezîne alması gerekmiyor mu? Gerekiyor elbette. Ama Türkiye’de siyaset, mutlak iktidarı ele geçirmeye çalışırken insanların mutlu olmasını sağlamak için somut çözüm yollarının aranmasını gereksiz görmüştür çoğu zaman. Bugüne kadar siyaset yapanlar Kürtlerin reel hayatla ilgili sorunlarını çözmek yerine Kürt kimliği arkasından siyaset yapmayı tercih etmişlerdir. Mesela Mardin Kızıltepe’deki Zergan deresinin açık bir kanalizasyona dönüşmüş olması, bahsettiğim bu siyasî iktidar kavgasının hiçbir noktasında kendine yer bulamaz. Çünkü bizde insan siyaset kurumu açısından değerli özne olarak görülmez, böyle olunca yönetilenin de hiçbir değeri olmaz. Hayatın tümüne ait olduğumuz ırkın gözüyle bakmak daha kolay ve fazla bir çaba sarf etmeyi gerektirmeyen bir siyaset anlayışıdır. Bu siyaset anlayışı sayesinde sadece daha fazla tüketen bir üst sınıfa geçiş yaparsınız. Birinci Cumhuriyet’in Osmanlı sarayının yerine bürokraside kurduğu “Saray”ın merdivenlerini hızlı bir şekilde tırmanırsınız.

Aynı şey din ve mezhep üzerinden siyaset yapanlar için de geçerlidir. Eğer yönetilen de bu anlamda profesyonel siyasetçinin yanında olursa bu zihniyetin uygulanması daha da kolaylaşır. Yaşamın yakıcı sorunlarını çözmek yerine sadece yönetim biçimi ile ilgilenmek olayın bir başka boyutudur. İşsizliğe ve diğer sosyal sorunlara çözüm aramadan sadece yönetim biçimini gündeme getirmek sorunu hiçbir şekilde çözmez. Ben 2006 yılında yazdığım bir yazıda İstanbul’un Şişli ilçesi ile Bitlis’in Yedisu ilçesi arasında 274 misli gelir farkı olduğunu belirttiğimi hatırlıyorum. Bırakın bu iki yer arasındaki kıyaslamayı, İstanbul’da bile birbirine çok yakın bölgelerin yaşam standartları arasındaki farkın ne kadar büyük olduğu gerçeği ile yüzleşelim. Türkiye’de yaşam standartlarının altındaki birçok yer temel ihtiyaçların peşinde koşuyor. Bunları görmeden hayalî tehlikeler karşısında bütün bir toplumun enerjisini tüketmek ve sadece yönetim biçimi ile ilgilenmek bizi sürekli geride bırakmıştır. Ayrıca AB sürecinin Türkiye’nin en güçlü çağdaşlaşma çabası olduğu, bu sayede sorunların çözüldüğü, çözülmeyenleri çözmek için de artık hukuk yollarının açık olduğu, kısaca AB dediğiniz evrensel yaklaşımın sadece ve sadece insanların mutluluğunu hedeflediği gerçeğine aldırmamak da Kürt Sorununun çözülememesinde önemli bir rol oynuyor. İnsanı birincil özne gören bir hukuk nasıl hayata geçirilir? Böyle bir hukuk anlayışı bence insanı insan olarak kabullenip onu bütün hasletleriyle koruma çabası içindeki insanlık azminde uygulanabilir hale gelir. Yani ona göre hukuk, buna göre hukuk anlayışı bahsettiğim bu insanlık azminde tüm geçerliliğini yitiriyor. İnsanlık tarihinde çekilen acıları, yapılan hataları hatırlayın. Bütün bu acılar ve hatalar insanın kutsallığına denk bir korunma ihtiyacını da ortaya çıkarmıştır. için, hukuk tarihi, insanlığın çektiği çilelerin sonuçlarını göz önüne aldığınızda, insanın kutsallığına yaraşır bir hukuk anlayışının kurulması mücadelesi olarak da görülmelidir. Siz çekilen bu çile ve acılar sayesinde bir hukuk anlayışı kurulabildiğini söylediniz ve bu anlayışın hukuk üretebildiğinden bahsettiniz.

Türkiye’de bu anlamda hukuk üretilebiliyor mu? Hayır, biz Türkiye’de hukuk üretemiyoruz. Evrensel standartlarda, yeryüzü standartlarında bir hukuk anlayışı üretemiyoruz. Neden hukuk üretemiyoruz? Birçok nedeni var. Ama ben Türkiye’de hukuk üretilememesinin iki önemli nedeni olduğunu düşünüyorum: İlk olarak dinin felsefî derinliğini kavrayabilecek bir yapıdan gelmiyoruz. Çünkü dinin anlaşılmasına, öğretilmesine ve çağın sorunlarına nasıl çözümler üretebileceğine ilişkin yorumlar yapılmasına izin verilmemiş. Aynı durum bugün tüm Müslüman dünyası için de geçerli. Oradaki yönetimler de İslam’ın ne vaad ettiği ile ilgili düşünsel açılımlara aynen Türkiye’de olduğu gibi izin vermemişler. Bu insanları bir tembelliğe yönlendirmiş. Tembellik üretim yapacak gücü yok etmiş. Modern dünyaya sunabileceği bir değerler manzumesi ve bir teknoloji geliştirememiş Müslümanlar. Bir de bu başarısızlığın nedenini önce dışarıda aramak gibi yanlış bir huy edinmişler. Düşmanlara suç yüklemeden, soğukkanlılıkla neden bir milyar altıyüz milyon Müslüman nüfusa sahip elliyedi İslam ülkesinin ancak Almanya kadar üretiyor olmasının nedenleri araştırılmamış. Bu kadar dar bir bakış açısına gerilemek hukuku da çok gerilere atmış. Türkiye’de de benzer şekilde hukukun üretilmesine imkân sağlayacak özgür bir ortam olmamış. Birinci Cumhuriyet buna izin vermemiş.

Türkiye’de hukuk üretilememesinin birinci nedenini dinin felsefî derinliğinin kavranamamasıyla ilişkilendiriyorsunuz. İkinci neden nedir peki? Hukuk üretilememesinin ikinci nedeni ise Türkiye’de insanın ahlâksızlığını fiilen engelleyebilecek bir toplumsal üretim zincirinin olmamasıyla bağlantılıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir