Merdan Yanardağ – Liberal İhanet

Bu kitapta esas olarak, Türkiye’nin demokratik gerekçelerle siyasal İslamcılara teslim edilmesinde önemli rol oynayan liberalleri ve sol liberalleri analiz etmeyi; siyasal ve entelektüel tarihimizin bu en büyük aydın ihanetini –dünyada örneği çok azdır– anlatmayı amaçladım. Türkiye’de entelektüel ve siyasal ortam liberalizmle lekelendi. Küresel sermayenin neoliberal yağma politikalarına ülke ve toplum teslim edilirken, bu piyasa haydutluğu için “özgürlükçü” gerekçeler üretildi. Bunu çoğu köylü kurnazı ve dar kafalı İslamcılardan çok, özellikle soldan gelen liberaller yaptı. Bu kirlenmenin siyasal ve toplumsal bedeli, kültürel ve tarihsel sonuçları hem Türkiye hem de insanlık için çok ağır oldu. Bu nedenle elinizdeki kitapta, siyasal ve ideolojik ortamda, entelektüel ve kültürel düzeyde yaşanan, bir yağ lekesi gibi toplumun dokularına doğru yayılan liberal kirlenmeyi çözümlemek istedim. Bir ihanete dönüşen bu ideolojik kirlenmeyi, bazı somut olay ve kişilerden hareket ederek anlattım. Dolayısıyla, bir tür “mıntıka ve zihin temizliği” de yapmayı deneyerek, olası çıkış yollarına işaret etmeye çalıştım. * * * Kapitalizmin 1929’daki büyük ve yıkıcı ekonomik krizinden sonra itibar kaybeden liberalizm, Soğuk Savaş sonrasında (sosyalist blokun çözüldüğü 1990 sonrasında) yeniden inisiyatif ve belli bir prestij kazandı. Yeni (neo) liberalizm de denilen bu ideolojik-siyasal anlayışla mücadele etmek aslında hiç zor değildi. Ancak, küresel kapitalizmin son 30 yılda ideolojik hegemonya kurmasını kolaylaştıran en önemli etken, merkezinde bazı sol çevre ve gruplar ile sosyalist aydınların da bulunduğu muhalefet güçlerinin “yenilenme” arayışı oldu. Bu arayış büyük ölçüde liberalizmle sonuçlandı. Dünyada ve Türkiye’de bu “yenilenme” serüveninin “sol liberalizm”le sonuçlanması yıkıcı etkiler yarattı. Siyasal ve entelektüel terminolojiye “sol liberalizm” kavramının girişi bile liberalizm için adeta bir “hayat öpücüğü” işlevi gördü. Küresel kapitalizmin dünya halklarından tazelenmiş bir ideolojik ve siyasal rıza üretmesinde, soldan gelen liberallerin ihaneti belirleyici bir rol oynadı.


Oysa özgürlükçü ve demokratik de olsa liberalizm, kapitalizmin ideolojisiydi. Kaldı ki gerçek anlamda ne özgürlükçü ne de demokratik oldu. Kapitalizm içi bir ideolojik ve siyasal tutum/anlayış olan liberalizmin sınırlarını son çözümlemede piyasa tanrısı çiziyordu. Çünkü liberaller serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ederler. Dolayısıyla kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışırlar. Özellikle sol liberaller için bu yaklaşım, düzenle bütünleşmenin, sisteme iltica etmenin en önemli gerekçesi haline getirilir. Sol liberaller ve dönmeye karar vermiş ya da buna hazırlanan solcular, kapitalizmin bütün adaletsizliklerini bir şal gibi örterek eşitlik yanılsaması yaratan burjuva demokrasisini, biraz “iyiliksever” yapmaya çalışmaktan başka bir projeye sahip değildir. Liberaller ile sol liberaller arasındaki, eğer varsa, tek fark budur. Son 30 yıldır liberaller, postmodernist felsefi savrulmanın etkisindeki çevreler ile muhafazakârlar ve dinci gericilik (siyasal İslam) arasında bir suç ortaklığı, tarihsel bir yeni gerici blok oluştu. Bu yeni gerici blok, sol liberallerin de katılımıyla entelektüel ve kültürel açıklarını kapattı. Bu anlamda liberallerin verdiği destek çok kritik öneme ve stratejik değere sahipti. Bu dönemde, iktisadi planda ultra-liberal/piyasacı tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve Aydınlanma eleştirisi eşlik etti. Postmodernist felsefenin çekim alanına giren çevreler ve sol liberaller, Aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken; tarihte, doğada ve toplumda aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddettiler. Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürdüler. Böylece teolojik (dinci) literatüre geniş bir kapı açtılar.

Burada dramatik olan durum, sol liberallerin kendi değerlerine, geleneklerine ve hayatlarına ihanet ederek, tarihsel gericilikle birlikte yeni bir ortaçağın yolunu döşüyor olmalarıydı. Toplumsal ilerleme yasasına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri sosyal kurtuluş ideolojilerine karşı çıkan sol liberaller ve postmodernistler; kapsayıcı toplum modellerinin, bu anlamda tarihin ve hatta bilimin de sonunun geldiğini iddia ettiler. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da kopardı. Bu kopuş, insanlığı birleştiren ortak değerlere, görüşlere, ideolojilere, felsefeye, sınıfsal bağ ve örgütlenmelere, hatta birleştirici bir zemin olarak yurttaşlık hukukuna bile kuşkuyla bakılmasına yol açtı. Yurttaşlık hukukunun farklılıkları bastırıcı ve homojenleştirici totaliter bir etken olarak sunulması; etnik, dinsel ve bölgesel farklardan kaynaklanan kimliklerin öne çıkarılmasına neden oldu. Toplumlar kendisini oluşturan unsurlara doğru daralarak ufalandı ve parçalandı. Bu anlamda liberalizmin, sol liberalizmin ve postmodernizmin yükselişi sadece Türkiye’ye özgü bir gelişme değildi. Postmodernistler, liberaller ve sol liberaller, alt kültürlere ve etnisiteye dönüşü savunarak insanlığı daha küçük birimlerden oluşan topluluklara doğru itelediler. Uluslar ve toplumlar özgürleşmeye değil, bir önceki çağın tanımları ve değerleri üzerinden parçalanmaya başladı. Dinler, tarikatlar, cemaatler, yerel kültürler, mezhepler, etnik farklılık ve kimlikler öne çıktı. Böylece ulus ve sınıf bütünlükleri bozuldu. Özgürlük projesi ve demokrasi anlayışı ise etnik, dinsel ve cinsel toplulukların serbestisine indirgendi. İnsanlara neredeyse hemşeri dernekleri dışında gidecekleri yer bırakılmadı. Muhafazakârların ve İslamcıların uluslaşma ve Aydınlanma süreçlerine muhalefetleri tek varsayıma dayanır; onlara göre Türkiye’yi tarihsel ve kültürel bakımdan belirleyen temel etken “İslam medeniyeti” olgusudur. Ancak, Meşrutiyet (1908) ve özellikle Cumhuriyet Devrimi’nden (1923) sonra Türkiye seçkinleri İslam uygarlık havzasından koptu ve Batı uygarlık iklimine iltica etti.

Dolayısıyla devleti elinde tutan elitler ile millet arasında bir yabancılaşma oluştu. Bu yabancılaşma giderek kültürel ve siyasal bir çatışmaya yol açtı. Bu anlamda “devlet ile millet” (daha doğru bir ifadeyle millet ile Cumhuriyet) arasında yüzyıldır devam eden siyasal-kültürel bir kopuş ve kavga var. Bu yabancılaşmanın başlangıç tarihi olarak kimi muha-fazakârlar ve İslamcılar Tanzimat’ı alırken, büyük çoğunluğu da 1908 Hürriyet Devrimi’ni (İkinci Meşrutiyet) ve onun bir devamı olarak Cumhuriyet’i gösteriyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir