Richard Sennett – Yeni Kapitalizmin Kültürü

Bu kitap Richard Sennett’in 2004 yılında Yale Üniversitesi’nde Etik, Siyaset ve Ekonomi konularında verdiği konferansları içermektedir. Castle Konferansları John K. Castle’ın bağışlarıyla, John Castle’ın atası ve Yale’in kurucularından Sayın James Pierpont onuruna düzenlenmektedir. Tanınmış, başarılı kişilerce verilen Castle Konferansları’nın amacı, toplumun ve yönetimin ahlâkî temelleri üzerine düşünmeyi teşvik etmek ve karmaşık modern toplumumuzda bireylerin karşı karşıya olduğu etik meselelerin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Bundan elli yıl önce, 1960’larda –o efsanevi özgür seks ve özgür uyuşturucu kullanımı döneminde– genç ve ciddi radikaller kurumlara, özellikle de büyüklüğü, karmaşıklığı ve bükülmezliğiyle bireyleri demir bir pençe içinde tutuyor görünen büyük şirketlere ve büyük devlete nişan aldı. Yeni Sol’un kurucu belgelerinden biri olan 1962 tarihli Port Huron Bildirgesi, devlet sosyalizmine ve çokuluslu şirketlere eşit derecede sert bir tutum içindeydi; her iki rejim de birer bürokratik hapishane gibiydi. Tarih, Port Huron Bildirgesi’ni tasarlayanlara istediklerini kısmen verdi. Sosyalistlerin beş yıllık plan yapma, merkezi ekonomik denetim uygulama kuralları silindi. Çalışanlara yaşam boyu işler sağlayan, yıllar boyunca aynı ürünleri ve hizmetleri üreten kapitalist şirket de yok oldu. Refah kurumları da öyle: Örneğin sağlık ve eğitim hizmetlerinin veriliş biçimi daha az sabit hale geldi ve çapı daraldı. Bugünün yönetenlerinin hedefi, elli yıl öncesinin radikallerininkiyle aynı: Katı bürokrasiyi yıkmak. Ancak tarih Yeni Sol’a istediği şeyin tam aksini verdi. Benim gençlik dönemimdeki asiler kurumları yerle bir ederek cemaatler –güven ve dayanışma ile yürütülen yüz yüze ilişkiler, sürekli müzakere edilip yenilenen ilişkiler, insanların birbirinin ihtiyaçları konusunda duyarlı olduğu bir komünal alan– üretebileceklerine inanıyorlardı. Hiç kuşku yok ki bu gerçekleşmedi. Büyük kurumların parçalanması pek çok insanın yaşamını da parçalanmış bir halde bıraktı: İş yaşamının talepleri aile yaşamını allak bullak etti ve insanların yaşadığı yerler köyden çok tren istasyonuna benzer hale geldi.


Küresel çağın ikonu göç oldu; yerleşmek değil, hareket etmek. Kurumları yıkmak daha çok cemaat üretmedi. Eğer geçmişe özlem duyanlardansanız –hangi duyarlı insan değildir ki?– ilişkilerin bu durumu size üzüntü duymak için bir neden daha verir. Arkada bıraktığımız elli yıl hem küresel Kuzey’de hem de Asya ve Latin Amerika’da görülmemiş bir servet yaratma dönemi oldu; bu, devlet ve şirketlerin sabit bürokrasilerinin yerle bir edilmesiyle derin bağlantıları olan yeni bir servetti. Son kuşağın teknoloji devrimi de en çok, merkezi denetimin en düşük düzeyde olduğu bu kurumlarda gelişip serpildi. Böyle bir büyümenin bedeli de kuşkusuz büyük: Çok daha büyük bir ekonomik eşitsizlik ve de toplumsal istikrarsızlık. Yine de, bu ekonomik patlamanın hiç yaşanmamış olmasını dilemek akıldışı olur. İşte kültür işin içine bu noktada giriyor. Sanatsal değil, antropolojik anlamda “kültür”den bahsediyorum. İçinde yaşadıkları kurumlar parçalanırken insanları hangi değerler ve pratikler bir arada tutabilir? Benim kuşağım, bu soruyu yanıtlamak ve küçük ölçekli cemaatin olumlu niteliklerini daha da geliştirmek için gereken hayal gücüne sahip değildi. Bir kültürü bir arada tutmanın tek çaresi cemaat değildir; çok açık ki, bir kentteki yabancılar, birbirlerini tanımadıkları halde, ortak bir kültür içinde yaşarlar. Fakat destek kültürü sorunu bir büyüklük meselesinden ibaret değildir. İstikrarsız, parçalanmış toplumsal koşullarda ancak belli türden bir insan başarıya ulaşabilir. Bu ideal kadın ya da erkeğin başa çıkması gereken üç güçlük vardır. Birincisi zamanla ilgili: Görevden göreve, işten işe, bir yerden başka bir yere göç ederken insan kısa süreli ilişkileri ve kendini nasıl yönetir? Kurumlar artık uzun süreli bir çerçeve sağlamaz olduğunda, birey kendi yaşam anlatısını doğaçlamak, hatta süregiden bir benlik duygusundan yoksun yaşamak zorunda kalabilir.

İkinci güçlük yetenekle ilgili: Gerçekliğin talepleri değişirken yeni beceriler nasıl geliştirilir, potansiyel kabiliyetler nasıl günışığına çıkarılır? Pratikte, modern ekonomide pek çok becerinin raf ömrü kısa; teknolojide ve bilimlerde, tıpkı ileri imalat biçimlerinde olduğu gibi, işçilerin ortalama olarak her sekiz, on iki yılda bir yeniden eğitilmeleri gerekiyor artık. Yetenek de bir kültür meselesi. Ortaya çıkmakta olan toplumsal düzen, zanaatçılık idealini, yani tek bir şeyi gerçekten iyi yapmayı öğrenme idealini köstekliyor; bu tür bağlılık ekonomik açıdan çoğu zaman yıkıcı olabiliyor. Modern kültür, zanaatçılığın yerine, geçmiş başarıyı değil potansiyel kabiliyeti öven bir meritokrasi fikri geliştiriyor. Üçüncü güçlük bunun devamı olarak ortaya çıkıyor ve feragatle, yani geçmişi geçmişte bırakmakla ilgili. Dinamik bir şirketin başkanı geçenlerde, onun şirketinde çalışan hiç kimsenin oturduğu koltuğun sahibi olmadığını, geçmişteki hizmetlerin hiçbir çalışanın koltuğunu garanti altına almadığını ileri sürdü. İnsan böyle bir iddiaya nasıl olumlu tepki verebilir ki? Bunu yapmak için, halihazırda sahip olunan deneyimleri hesaba katmayan ilginç bir kişilik özelliğine sahip olmak gerekiyor. Bu, halihazırda sahip olduğu şeyleri kıskançlıkla koruyan mal sahibinden çok mükemmel şekilde iş görür de olsa eskiyi elden çıkaran, hep yeni şeylere heves eden tüketicide bulunabilecek bir kişilik özelliğine benziyor. Benim göstermek istediğim, bu ideal erkek ya da kadın arayışını toplumun nasıl karşıladığı. Ve bu arayışı değerlendirirken, akademisyenlere özgü o çekinceleri bir adım geride bırakacağım. Kısa vadeye yönelmiş, potansiyel yeteneğe odaklanmış, geçmiş deneyimleri terk etmeye razı olan bir kişi – kibarca ifade edersek– alışılmadık türden bir insandır. Çoğu insan böyle değil; insanlar süregiden bir yaşam anlatısına gereksinim duyuyor, belli bir işte iyi olmaktan gurur duyuyor ve edindikleri deneyimlere değer veriyorlar. Bu yüzden de yeni kurumların uyulmasını talep ettiği kültürel ideal, bu kurumlar içinde yaşayan insanların pek çoğuna zarar veriyor. Okura, ne tür bir araştırma deneyiminin beni bu yargıya götürdüğüyle ilgili söylemem gereken bir şey var. Yeni Sol’un büyük bürokrasi eleştirisi benim meselemdi; ta ki 1960’ların sonunda, Boston’da yaşayan ve çoğu ikinci ya da üçüncü kuşak göçmen olan işçi sınıfı beyaz ailelerle görüşmeler yapmaya başlayana kadar.

(Jonathan Cobb ile birlikte yazdığımız The Hidden Injuries of Class* bu insanlarla ilgiliydi.) Bu insanlar bürokrasinin baskısı altında olmak şöyle dursun, katı kurumsal gerçekliklere sığınmışlardı. İstikrarlı sendikalar, büyük şirketler ve nispeten sabit piyasalarca yönlendiriliyorlardı; bu çerçeve içinde, işçi sınıfından erkek ve kadınlar, güya çok az sınıf ayrımının yapıldığı bir ülkedeki düşük statülerinin nedenini anlamaya çalışıyordu. Çalışma bittikten sonra bu konuyu bir süreliğine bıraktım. Büyük Amerikan kapitalizmi başarılı olarak istikrarlı bir düzeye ulaşmış görünüyordu ve bu düzlemde işçi sınıfının yaşamı değişmez rutinleri içinde devam edecekti. İnsan ancak bu kadar yanılabilir herhalde. 1973’deki petrol krizinden sonra Bretton Woods para anlaşmasının bozulması, yatırım üzerindeki ulusal sınırlamaların zayıfladığı, şirketlerin de yeni bir uluslararası yatırımcı müşteri grubunu –kâr payının uzun dönemdeki getirisinden çok, hisse senetlerinin kısa dönemdeki getirilerine göz dikmiş yatırımcıları– karşılamak üzere kendini yeniden şekillendirdiği anlamına geliyordu. İşler de ülke sınırlarını benzer şekilde ve hızla aşmaya başladı. Tüketim ve iletişim de öyle. 1990’lara gelindiğinde, elektronik alanında mikro-işlemciler konusunda yaşanan ilerlemeler sayesinde, eskilerin otomasyon düşü/kabusu hem kol emeğinde hem de bürokratik işçilikte bir gerçeklik haline gelmeye başladı: Nihayet, makinelere yatırım yapmak, çalışsın diye insanlara para ödemekten daha ucuza gelecekti. Ben de yeniden işçilerle görüşmeler yapmaya başladım. Ama bu kez kol gücüyle çalışan emekçilerle değil, ileri teknoloji endüstrisi, finans hizmetleri ve medyada yaşanan küresel ve hızlı yükselişin merkezinde yer alan daha orta sınıf işçilerle görüştüm. (Corrosion of Character [Karakter Aşınması]* adlı kitabımın konusu buydu.) Böylelikle, yeni kapitalizmin kültürel idealini en gürbüz haliyle görme şansım oldu. Bu yeni insana, kısa vadeli düşünerek, potansiyelini geliştirerek ve hiçbir şeyden pişmanlık duymayarak zengin olacağı fikrini aşılayan bir patlama söz konusuydu sanki.

Oysa ben, akıntıya kapılmış sürüklendiğini hisseden koca bir orta sınıf bireyler grubu buldum karşımda. 1990’ların sonunda hızlı yükselişin yerini çöküş aldı; ki normalde her iş döngüsünde böyle olur zaten. Ne var ki, ekonomi ayıldıkça, küresel büyüme püskürmesinin ticaret dışı kurumlarda, özellikle refah devletinin kurumlarında kalıcı bir iz bıraktığı aşikâr hale geldi. Bu damga yapısal olduğu kadar kültüreldi de. Sağlık hizmeti ve emekli maaşlarına bağımlılık ve özyönetim açısından yaklaşırken de, eğitim sisteminin kazandırdığı becerileri değerlendirirken de hükümetin hareket noktası, yeni ekonominin değerleri oldu. Ben, Amerikalıların dediği gibi, “sosyal yardımla” büyümüştüm, o yüzden yeni kültürel model, benim için, Chicago’da çocukluğumu içinde geçirdiğim toplu konutların kültürüyle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. (Respect [Saygı]* adlı kitabımın konusu budur.) Bu kitap daha önce yazdıklarımı özetlemekle kalmasın istedim. Daha önceki yazılarımda tüketimin yeni ekonomideki rolünü ihmal etmiştim: burada, kısaca, yeni tüketim biçimlerinin sahiplenme duygusunu nasıl azalttığını ve bunun siyasi sonuçlarını ele almaya çalışıyorum. İşyerindeki iktidar ve otorite ilişkisine geçmiştekinden daha fazla kafa yormam gerekti. Geçmişe bakmak beni ileri bakmaya, hem kafa hem de kol emeğindeki zanaatçılık ruhunu keşfetmeye yöneltti. En çok da, yapmış olduğum araştırmanın “Amerikalı”lığını yeniden düşünmek zorunda kaldım. 1970’lerde dünya ekonomisi Amerika’nın tahakkümü altındaydı ve 1990’larda, artık tüm yerküredeki insanlar sürece katılmış olsalar da, yeni bir ekonomi türünü doğuran kurumsal değişikliklere önderlik eden yine Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Bu yüzden Amerikalı araştırmacılar Amerikan ve modern sözcüklerini birbiri yerine kullanabileceklerini kolaylıkla düşünebiliyordu. Bu artık sürdürülebilir bir fantezi değil.

Çinlilerin büyümesi Amerika’nınkinden çok farklı ve daha güçlü. Avrupa Birliği’nin ekonomisi Amerika’nınkinden daha büyük ve bazı bakımlardan, yeni üye olan devletlerde bile, daha verimli ve onlar da Amerika’yı taklit etmiyorlar. Başka ülkelerden okurlarım, yakın tarihli kitaplarımın, başka yerlerde tehlike göze alınıp uygulanabilecek Amerikan tarzı bir işleyişi reddetmek için nedenler sunduğunu düşünme eğiliminde oldu. Aslında niyetim tam olarak bu değildi. Hiç kuşku yok ki, tarif ettiğim yapısal değişimler, ulusal sınırlara sıkışmış değil; örneğin ömür boyu istihdamın azalması Amerika’ya özgü bir olgu değil. “Kültüre bağlı” olan, Amerikalıların maddi yaşamda meydana gelen değişimleri nasıl yorumladığı. Amerikalıların iş yaşamında saldırgan rakipler olduğu şeklinde bir klişe kabul görüyor. Bu klişenin altında farklı, daha pasif bir zihniyet yatıyor. Geçtiğimiz on yıl içinde görüştüğüm orta sınıf Amerikalılar yapısal değişimi uysallıkla kabullenme eğilimindeydi; sanki işyerinde ve işyeri gibi yönetilen okullarda güvenlik kaybı kaçınılmazdı: Böylesi temel değişiklikler söz konusu olduğunda, bu değişiklikler size zarar verse bile, yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. Bununla birlikte, büyük kurumların bahsi geçen tasfiyesi ilahi bir emir de değildir. Aslında, Amerikalıların çalışma hayatında henüz norm da değildir. Yeni ekonomi şu an için bütün ekonominin sadece küçük bir parçasıdır. Ancak ekonominin bir bütün olarak nasıl evrilmesi gerektiğiyle ilgili yeni bir standart olarak yeni ekonomi, büyük bir ahlâkî ve normatif güç uygulamaktadır. Umudum, Amerikalıların bu ekonomiyi zamanla dışarıdakilerin görme eğiliminde olduğu gibi ele alması, yani her öneri gibi bunun da titizlikle eleştirilmesi gereken bir değişim önerisi olduğunu görmesidir. Okur, etnografların eleştirel tutumunun farkında olmalıdır.

Biz etnograflar insanları tek başına ya da gruplar halinde saatlerce dinleriz; onlar da kendilerini, değerlerini, korkularını ve umutlarını açıklarlar. Saatler geçerken tüm bunlar anlatma edimi içinde yeniden düzenlenir ve yeniden gözden geçirilir. Sürekli tetikte olan etnograf insanların kendileriyle çelişmesine neden olan şeye ya da anlama konusunda neden çıkmaza girdiklerine eşit derecede dikkat eder. Görüşmeyi yapan kişi yanlış bilgi alıyor değildir; bu daha çok, toplumsal karmaşıklığın öznel bir soruşturmasıdır. İnanç, Ulus yahut Sınıf konularında kişisel açıklamalar yapılırken ortaya çıkan muğlaklık, bozulma ve sorunlar, bireyin kültür anlayışını oluşturur. Bu sosyoloji zanaatı, günümüzde yeniliğin ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaya hem fazlasıyla uygundur hem de değildir. Uygundur, çünkü toplumun akıcılık ve akış üzerindeki vurgusu, kişinin zihninden geçen bir yorumun çözümlenmesi süreciyle kesişir. Uygun değildir, çünkü çoğu insanın bu geniş kapsamlı görüşmelere katılmaktaki amacı, sonuçlar çıkarmak, dünyada nasıl konumlandırıldıklarının bir açıklamasını bulmaktır. Akışkanlık bu arzuyu hüsrana uğratır: “yeni olan” içinde nasıl başarıya ulaşabileceğiyle ilgili ideolojik önerilerin, üzerinde yeterince kafa yorulduğunda, temelsiz olduğu ortaya çıkar. İşte bu yüzden, Yale’in yeni kapitalizmin kültürünü tarif etme davetine yanıt verirken, kendi zanaatımın sınırları ve öznel soruşturmaların amaca ulaşması önündeki engeller üzerine düşünmem gerekti. Bunun sonucunda, geçtiğimiz yıllar boyunca görüşme yaptığım insanlar adına konuşarak büyük ve affedilmez bir cüret gösterdim; akıllarındakini özetlemeye çalıştım. Bu cüreti gösterirken, belki de en temel kültürel sorunu halının altına süpürdüğümün farkındayım: Modern toplumsal gerçekliğin büyük kısmı, ondan bir anlam çıkarmaya çalışanlar için okunaksız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir