Uğur Mumcu – Sakıncalı Piyade

Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! ‘Sakıncalı Piyade»yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık… Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazılarını gülerek okudum. »Acı acı gülmek» deyimi vardır ya, işte öyle, acı acı güldüm. Bir yazında anlattığın olayın sonunda, tıpkı halkımızın ağzıyla «Güler misin, ağlar mısın?» diyorsun. Yazılarını okurken, içimde, gülmekle ağlamak arası bir burukluk duydum. Üstelik, otuz yıl önceleri, askeri mahkemeler ve sıkıyönetim mahkemeleri önünde yargılanışlarımı da anımsadım. Hemen hemen aynı şeylerdi başımıza gelenler. Yalnız, arada otuz yıllık zorunlu bir takvim ilerlemesi olduğu için, bizi yargılayanlar çok daha serttiler, katıydılar, örneğin, sıkıyönetim mahkemesinde bir sanığı bir avukatın savunabilmesi için, buna sıkıyönetim komutanının izin vermesi gerekirdi. Sıkıyönetim Komutanlarına avukat beğendirmek zordu. Bu yüzden avukatlar, sıkıyönetim sanıklarının avukatlığını almak istemezlerdi. Seksen yaşındaki babam, avukat yazıhanelerini kapı kapı dolaşıp beni savunacak avukatı boşuboşuna aramıştı. O gün bu gün, gönüllü bile olsalar, siyasal davalarımda avukat tutmak istemem. Aradan geçen otuz yılda, hiç olmazsa, cellâtlar da gülümsemesini öğrenmişler. Gülümsemek, bu bir insanlık belirtisidir! Başımızdan öyle olaylar geçer ki, o durumlarda «Anlatsan, kimse inanmaz!» deriz. 12 Mart sonrası, pekçok namuslu aydının, yurtseverlerimizin başından «Anlatsan, kimse inanmaz» denilecek olağanüstü olaylar geçti.


Sen, anlatsan kimsenin inanmayacağı başından geçmiş olayları, bütün doğruluğuyla, her okuyanı inandıracak biçimde yazmışsın. Alabildiğine yalınlıkla ve söyleşi havasında yazdığın için kolaylık ve rahatlıkla okunan bu anlatılarda hem olağanlık, hem de olağanüstülük var. Olağandır; çünkü bu olaylar ya da benzerleri herkesin başına gelmiştir, gelmeyenlerin başına da gelebilir. Olağanüstüdür; çünkü bunlar mantık dışı, akıl dışı,.saçmalık sınırlarını bile aşan zırtapozluklardır. Daha da kötüsü, bu zırtapozlukları, koşullanmış kafalar Türkiye’nin yararına sanarak yapmışlardır. Yaşamın katı gerçeği, bütün uydurmaların sınırını aşar. İnsanoğlu öyle katı gerçekler yaşar ki, bunları yaşamadan uydurmanın olanağı yoktur. İşte bu yüzden yaşanmış kimi olaylar, anlatınca kimsenin inanmayacağı denli gerçekten daha gerçektirler. Oysa ülkemizin insanları, 62 yaşımın aklımın erdiği yarım yüzyılı içinde sürekli olarak, anlatılsa kimsenin inanmayacağı, inanamayacağı olayları yaşamışlardır, yaşamaktadırlar. Uğur Mumcu’nun «Sakıncalı Piyade»sinde gülmece, yaşamın kendi gerçeğinde varolunca daha somutlaşarak ortaya çıkıyor; daha da etkili oluyor, örneğin, «Bir hukuk doçentinin ishal oluşu, Anayasa Mahkemesi İçtihat Kararlarına geçti.» denilse bu bir gülmecedir ama, soyuttur ve geneldir,- bu yüzden de etkin olmaz. Ama, adıyla sanıyla bildirilen bir hukuk doçentinin, askeri mahkemesinin huzurunda, kendini, ishal olduğu için, gizli örgütün toplantısını dikkatle izleyemediğini, çünkü sık sık helaya gitmek zorunda kaldığını söyleyerek savunmaya kalkışı, sonra da savunmanın Resmi Gazete’de yayınlanışı, gülmecenin en somut örneğidir. Anlatılan olayı okurken, bir güldürü sahnesi seyreder gibi biz de yaşar ve o güldürüye katılırız. Bence, Sakıncalı Piyade’nin gülmece olarak başarısı, yaşanmış olaylardaki gülmeceyi somutlaştırmış olmasıdır.

Bu bakımdan «Sakıncalı Piyade», yakın geçmişimizin en yağlı-kara lekesi olan 12 Mart’ın ıcığını cıcığını çıkaran belgesel bir yapıttır. Halkımız öteden beri gülmeceyi, işine yarar bir aygıt olarak kullanmıştır. Nasıl açar denilen aygıtla kilit açılıyorsa, nasıl bıçak denilen aygıtla ekmek kesiliyorsa, gülmece denilen aygıtla da halkımız çıkmazlarına çıkar yol bulmakta, karmaşık sorunlarını çözümlemektedir. Kısacası gülmece, üretim toplumlarının ve üretmen sınıfların işine yarayan bir aygıttır. Sakıncalı Piyade nasıl mı işimize yarayacak?-Onun yararları pekçok… Ama en başta, faşizme özenenleri yıldırması, umutsuzluğa düşürmesidir. Çünkü, faşist özençlileri, dikta heveslileri, ellerine geçen fırsatlarda nice zart zurt ederlerse etsinler, sonunda, «Sakıncalı Piyade»de olduğu gibi, alay edileceklerini, maskara olacaklarını, ister istemez anlayacaklar, korkacaklardır. Faşizme geçit yok! Bu geçidi tıkayacak en iyi engel, faşizmin alay konusu hırtlıklarını ortaya koymaktır. Bizi acılı acılı güldürdün, düşündürdün, sağol Uğur Mumcu! KAÇMA ŞÜPHESİ VARDIR Bir adam durup dururken tutuklanmaz. Tutuklanması için suç işlemiş olması gerekir. Bir kimsenin suç işlediğine ilişkin güçlü belirti varsa, o kişi tutuklanabilir. Hakkında dava açılan herkesin tutuklanması diye bir kural yoktur. Yoktur amma, gel bunu Sıkıyönetimcilere dinlet, din-letebilirsen. Şöyle bir sıralarsak, suç işlediğine ilişkin güçlü belirtiler bulunan bir kimse, eğer suçu ağır cezalık ise tutuklanabilir. Başka?. Başkası şu: Suç devlet ve hükümet nüfuzunu kırıyorsa, sanık yine tutuklanabilir… Ayrıca, sanığın kaçma şüphesi varsa ya da suç kanıtlarını değiştirme ya da suç ortaklarını yalana zorlama sakıncası varsa, mahkeme sanığı tutuklayabilir.

Bir koşul daha var. Sanık işsiz güçsüz takımındansa, yeri yurdu adresi yoksa, yani türkçesiyle ipsiz sapsız biriyse, sanık mahkemece tutuklanabilir. 18 Mart 197$ günü, Ankara Birinci Ağır Ceza Mahke-mesi’nde bir davam var. Davayı Basın Savcısı Zekâi Turan açmış. Birara, bu dava için «gıyabî» olarak tutuklandım. Neyse, Prof. Uğur Alacakaptan imdadıma yetişti, tutukluluk kararına itiraz ettik ve yargılanmanın tutuksuz olarak yapılmasını sağladık. Suç da büyüktü hani. «Orduya hakaret». Devir 12 Mart devri. Adamın hiç gözünün yaşına bakmazlar. Savcı Zekâi Turan, Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Yılmaz Günal, bilirkişi seçmiş. Yılmaz Günal da raporunu vermiş: «Sanık yazısında ordu uyanık olmalı demiş, orduya uyanık ol demek, ordunun uyanık olmadığını kabul etmek demektir.

Oysa «Türk Ordusu uyanıktır» gibisinden bir rapor. Savcı tutuklanmamı istiyor. Sorgu Yargıcı tutuklama istemini yerinde görmeyince, dosya, nöbetçi mahkemeye geliyor. Yargıç da, kim biliyor musunuz?. Lütfü Erdemir. Yani boraks madeninin devletleştirilmesini isteyen TRT programcısını «emperyalizmi kötü gösteriyor» gerekçesiyle mahkûm eden yargıç. O da, sorgu yargıcının kararını onaylamayınca, hakkımda tutukluk kararı çıkıveriyor. Ben o günlerde, Ankara Mahkemelerinde bilirkişilik yapıyorum. Mahkemelerde çalışan bir dost haber veriyor. Ben de doğru Alacakaptan’a. O da bir dilekçe yazıyor. Üçüncü Ağır Ceza Mahkemesi tutukluluğu kaldırıyor. 18 Mart günü işte o davanın ilk duruşmasına gidiyorum. Devrim Gazetesi Yazıişleri Müdürü Uluç Gürkan ile birlikte, mahkemeye çıkıyoruz ve ilk oturumda beraat ediyoruz. O günün gecesi, Avukat Turan Tamar’da yemekteyiz.

Prof. Mümtaz Soysal da gelecek. Birlikte, hem Soysal’ın serbest bırakılışını kutlayacağız, hem de benim beraatımı. Telefon çaldı. Karşımdaki ses Adil Özkol’un eşinin. Ağlıyor: — Adil’i aldılar, seni de alacaklar… Ben de eve, anneme telefon ettim: — Anne, arayan soran oldu mu? Olmamış. Fakat biraz sonra annem telâşla beni arıyor: — Oğlum polisler geldi, seni sordular… Ben ne yapayım? Şimdi eve gidip, çamaşırlarımı hazırlayıp, teslim olsam iyi… İyi ama, ya yolda, kaçıyor diye vururlarsa. O günler öyle. Sokak ortasında takır takır adam vuruyorlar. Gerekçe de hazır: Güvenlik Kuvvetlerine ateş açan anarşistler silâh çatışması sonunda ölü olarak ele geçtiler. Gerçi, bu düşünceye olasılık tanımıyorum pek amma, yine de ne olur, ne olmaz. Telefonla Sıkıyönetim Komutanlığını arıyorum. Adımı söylüyorum. — Beni arıyormuşsunuz, nereye teslim olayım?. — Bizim bir bilgimiz yok efendim… Sıkıyönetim Savcılığını arıyorum.

Onlardan da bir ya nıt alamıyorum. Ankara Emniyet Müdürlüğüne telefon ediyorum. — Bizde adınız yok? Her halde Sıkıyönetimin işidir. Allah Allah, biri bizi işletiyor mu yoksa?. Yıldırım Bölge Tutukevine telefon ediyorum. Oradan da yanıt alamadım: — Bizim bir bilgimiz yok… Ben de galiba, kendimi zorla tutuklatacağım. Avukat Turan Tamar’a dönüp: — Tutukluluktan istifa ettim… diyorum amma, yine de aramaya devam ediyorum. Yok kimse kabul etmeyecek, açıkta kalacağım… Açıkta kalacağım ve üniversiteye giremeyen öğrencilere döneceğim. Bir de, Mamak Tutukevine telefon ediyorum: — Nasıl olsa, oraya geleceğim amma, ben kime tes lim olayım?. Kimsenin beni kabule niyeti yok… Neyse sonunda, Ankara Emniyet Müdürlüğüne gidip teslim oldum. Durumu da anlattım. Anlayışla karşıladılar. Ankara Emniyet Müdürlüğünden, önce doğru, Mamak Cezaevine gittik. Emniyet görevlileri, gerçekten çok nazik davranıyorlardı. Birlikte, cezaevinin bulunduğu 28 inci Tümen Nizamiyesine gittik.

— Bu beyi teslim edeceğiz. Tutuklanmış da, siyasî. Üsteğmen beni şöyle bir süzdü: — Ben karışmam… dedi. Herhalde ben karışacağım! Neyse, sağa sola telefonlar, telsiz konuşmaları, sonunda, Sıkıyönetim Komutanlığının emri ile gözaltına alındığım anlaşılıyor. Hemen, Muhabere Okulu Cezaevine yollandık. Koğuşa «iyi akşamlar» diyerek girdim. Prof. Uğur Alacakaptan, Doçent Mukbil Özyörük ve Asistan Adil Özkol, bir sobanın başında ısınıyorlardı. Alacakaptan: — Gözümüz yolda kalmıştı… diyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Emeğinize sağlık teşekkür ederim