Dil ve kültür tüm toplumların yaşayışının en önemli parçasıdır. Bugün dünyadaki birçok dil ve kültür yokolma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Küreselleşme ve ulus-devlet anlayışları birçok halkı ve onların dilleriyle kültürlerini tehdit etmektedir. Küreselleşme ulus-devletlerinin dil ve kültürünü tehdit ederken ulus-devlet anlayışları da kendi içindeki azınlık-ların dil ve kültürlerini tehdit etmektedir. Bu anlamda iç içe geçmiş tehditler ve olumsuzluklar birbirini izlemektedir. Yaşanan ve yaşanmakta olan tüm olumsuzlukları yenmek için tek çıkar yol, çokdilli ve çokkültürlü yapılanmaya gitmek, dil ve kültürler üzerindeki tüm baskıları ortadan kaldırmaktır. Wilhelm von Humboldt’a göre “bir toplumun dili ile, o toplumda yaşayanların düşünsel yönelimleri arasında o derece yakın bağlar vardır ki, bunlardan birisine ilişkin bilgiler edinirseniz, ötekisine ilişkin sağlıklı yorumlar yapabilirsiniz. Çünkü dil ve düşünsel etkinlik birlikte oluşur, birlikte yapılanır. Toplumu dilinde görür, dilinde anlarız. Bir toplumun dili o toplumun ruhu, ruhu ise dilidir. Bu derece özdeş olan başka iki şey düşünmek gerçekten zordur diyor. Toplumların dillerini incelediğimizde onların yaşam tarzları, düşünceleri, güçlü ve zayıf yönleri, sanat ve müzikteki yetenekleri yani her şeyleri görülebilir. Dil toplumun ve onun kültürel birikiminin aynasıdır. Bu aynanın kırılması uğursuzluk getirir demek yerinde olacaktır sanırım.” [1] Her ulusun kültürü ve kültüre bağlı olan tüm nitelikleri ve yaşayış şekli onun dilini etkiler ve ona biçim verir. Uluslar dillerine bağlı olarak varlıklarını sürdürürler. Bağımsızlık ve özgürlükleri dillerine de yansır. Özgürlüğün yitmesi dili tehli-keye sokar ve uzun süreli bir özgürlük yitimi dil ölümlerini de beraberinde getirir. Dil ölümü, o dili konuşan toplumun birçok neden yüzünden (baskılar en önemli etkendir) nedenlerle artık o dili konuş(a)mama durumudur. Dil ölürken onunla birlikte onbinlerce yılın bilgi, kültür birikimini, o dile has düşünce tarzı da ölür. Dille beraber o toplumun kültürel özellikleri de tarih sahnesinden bir daha ortaya çıkmamak üzere silinir. Küreselleşme bu noktada ciddiye alınması gerekiyor, dünyanın tüm ulusal özelliklerini ve bölgesel dengelerini değiştiren bu yeni durum birçok toplumu derinden etkilemiştir ve etkilemeye devam edecektir. Dil, sadece bir bildirişim sağlama aracı değildir. Dil aynı zamanda kendi içinde kültürel öğeler de taşır. Her dil bir zenginliktir. Bir dilin kaybolması dilbilimciler tarafından bir bitkinin kaybolmasına benzetilir. Nasıl ki bir çiçeğin kaybol-ması, onunla birlikte bir hastalığa çare olacak bir ilacın kaybolması anlamına geliyorsa, bir dil kaybolduğunda o dilin beraberinde getirdiği kültür ve haberleşmede içerdiği sayısız farklı çözümlerde kaybolur. Her açıdan merkezileşmenin sağ-landığı günümüzde bir dilin kaybolma tehlikesi bir bitki türünün kaybolmasından daha fazladır. Egemen dillerde yapılan eğitimin yaygınlaşmasının beraberinde getirdiği bu tehlikenin önüne geçilmezse, önümüzde ki yüzyıl içinde dillerin büyük çoğunluğu kaybolacaktır.[2] Bu bağlamda dünyadaki tüm dillerin bir zenginlik olduğu göz önüne alınarak farklı diller konuşan bütün azınlıklar, hiçbir engelle karşılaşmaksızın kendi dillerini öğretme ve yayma hakkına sahip olmalıdır. Günümüzde tüm ulusal diller ve kültürler tehdit altındadır ve bu tehdidin adı küreselleşmedir. Dil, kültür ve iletişim kavramlarının küreselleşme karşısındaki durumları; kültürel emperyalizmin bu kavramlar üzerindeki etkileri oldukça ciddi bir sorundur. Ve bu sorun çözülmedikçe tüm dil ve kültürler yozlaşma tehlikesi ile karşı karşıya olacaktır. Küreselleşme ve emperyalizm iki ayrı kavram değildir, “küreselleşme” emperyalizmi zararsız hatta sevimli göstermek için ona takılan yeni bir isimdir. Sermayenin dünyayı bütün-leştirme ve ulusal sınırları aşma eğiliminin bir ifadesi olarak ortaya çıkan emperyalizm, diyalektik yasalar uyarınca düz değil sıçramalı bir gelişim seyri izlemektedir. Emperyalizmin bugün ulaştığı düzey, 1900’lerin başlarındaki düzeyle kıyaslanama-yacak boyutlarda gelişmiştir. İşbölümünün uluslararasılaşma düzeyi; üretici güçlerdeki muazzam gelişme; sermayenin akış hızındaki sıçramalı artış; tekelleşmenin ulaştığı düzey; ulus-ötesi şirketlerin bütçelerinin pek çok orta düzeyli ülkeyle kıyaslanacak büyüklüklere ulaşması, dünya ticaret ve yatırım-larında tuttukları pay, sayılarında ve hacimlerindeki artış: bütün bunlar emperyalizmin bugün ulaştığı düzeyin göstergeleridir. Kapitalist üretim, giremediği sınırları birer birer yıkarak keli-menin tam anlamıyla bir dünya sistemi haline gelmiştir ve bu bağlamda “küreselleşme” bir gerçekliğe işaret etmektedir. Bununla birlikte “küreselleşme” eğilimi kapitalist kesimin iddia ettiği gibi yepyeni bir olgu olmayıp, esas olarak kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçramasıyla ortaya çıkmıştır ve emperya-lizmden bağımsız, onu geride bırakan farklı bir aşama değildir. Yeni değildir, çünkü bu gelişmeler birden ortaya çıkmamış, 20. yüzyılın başlarından beri gelişerek bugünkü durumuna ulaş-mıştır. Küreselleşme denilen yeni emperyalizmin sadece eko-nomilere değil birçok alana saldırmakta ve zaferini perçin-lemeye çalışmaktadır. Bin yıllardır bilindiği gibi bunun en iyi yolu ulusların dil ve kültürlerini yok etmek ya da etkisiz hale getirmektir. Bunun için kullanılan silah kitle iletişim araçlarıdır. Kültür kavramının özellikle üniter bir toplum kavra-mından türetilmesinden kaynaklanan sınırlamaların haricin-de kültürü küresel düzeyde ele alırken karşılaşılan diğer başlıca sorun, çoğunluk küresel karşılıklı bağımlılık olarak adlandırılan şeyin egemen imgesinin küresel ekonomide temellendirilmesinden doğar- televizyon yorumcuları tara-fından çok tutulmasına, sürekli gündeme getirilmesine rağmen, “dünya gezegeni” gibi kendine hizmet eden “küresel köy” düşüncesi de açılımsız, dahası yanıltıcı bir karşı koyma olarak önümüzde duruyor.[3] Schiller’e göre kültürel emperyalizm; bir toplumun modern dünya sistemi içine çekilmesi amacıyla onun hakim toplumsal katmanının, dünya sisteminin tahakküm merkezinde geçerli değer ve yapılara uygun hale getirilmek, hatta bunlara güç katmak üzere kendi toplumsal kurumlarını şekilllendirmesi için cezbedildiği, baskı altına alındığı, zorlandığı, bazen rüşvetle elde edildiği bir süreçler toplamıdır.[4] Kültür ithaline olan bireysel tepkiler ne kadar farklılık gösterirse göstersin, tahakküm, bir kültürün ‘özerkliği’ –kabaca ifade edilecek olursa, bir kültürün kendi doğrultusunda gelişme hakkı- dış güçler tarafından tehdit altında tutulduğu zaman gerçekleşiyor demektir. Yerli kültürlerin yabancı bir kültür tarafında ‘boğulduğu’ iddiasıyla kültürel emperyalizmi eleştir-enlerin görüşlerinde gizli olan, kültürün bu ‘bütünsel’ anla-mıdır. [5] Çoğu ulus devlet (ve elbette azınlık gruplarının çoğu) gü-nümüzde kendilerine özgü kültürlerini nesneleştirmeye çalışı-yor; kültürün ne olduğuna ilişkin (antropolojiye ait olanları da dahil olmak üzere) Batılı (ABD ve Avrupa Kıtası ülkelerinden sözediliyor) tanımlar ithal ediyorlar, nesneleştirilmiş kültürlerini yönetmek için Batılı teknik rutinleri ithal ediyorlar; ekonomik açıdan önemli olan turizm ticaretini ele geçirmek için ‘kültürel öz-imleri’ni uluslar arası düzeyde tanıtıyorlar; kısacası herkes (kendi) kültürünü (kendi) müzesine koymak istiyor Bütün bunlar modernliğin sadece dünyayı istila etmekle kalmayıp, nesneleştirilmiş kültür, sözde olaylar ve gösterilerden oluşan ‘postmodern’ bir küresel toplumun öncülüğünü de yaptığını göstermektedir.[6] Günümüzde küresel kültür akımlarının yoğunluğu ve hızı, dünyayı aynı anda kültürel bütünleşme ve çözülme süreçlerinin yaşandığı tek bir alana dönüşmektedir. Çünkü küreselleşme; ekonomik sosyal, kültürel oluşumların ve bunların sonuçlarının ulusal sınırları aşarak dünya geneline yayılmasıdır. Küreselleş-menin dinamikleri, böylece, kültürlerarası iletişimin koşulları olmakta, bu kültürlere ait bireylerde değişik ilgi, bilgi, yönelim, tutum ve davranış değişikleri yaratmakta, yerel-geleneksel ve ulusal kültürleri uluslar arası etkileşime açık hale getirmek-tedir.[7] Yukarıda sevimli ve iyi niyetli bir şeymiş gibi anlaşılma yanılgısına düşülebilecek şekilde verilen küreselleşmenin amacı tüm toplumları birbirlerine yakınlaştırmak değil aynılaştırmak ve “üstün” Anglo-Amerikan kültürüne bağımlı hale getirmektir. Bu çaba iletişim araçlarının tümünde kendini göstermekte ve giderek sinsice yaygınlaşarak tüm kültürleri ve dilleri tehdit etmektedir. Kitle iletişim araçları, kültürel emperyalizmi gerçekleş-tirme Anglo-Amerikan kültürünün hizmetindedir ve onu hakim kılmak için dünyanın her yanında propagandasını sürdürme-sindeki en önemli aygıttır. İnsanlık serüveni uzun zaman bazen birbirinden neredeyse tümüyle habersiz olan ayrı dünyalarda devam etti. Bu durum, göreli olarak yakın bir tarihte, insanlar kendilerini, iletişim, iletim, yayım ve yeniden yayımlama araçlarındaki muhteşem gelişme sayesinde sıkı sıkıya yaklaşmış bulana dek sürdü.[8] Kitle iletişim araçlarıyla toplum arasında karşılıklı etki-leşim vardır. Kitle iletişim araçları, haberleriyle, yorumlarıyla toplumu yönlendirme gücüne sahiptir. Kitle iletişim araçlarının işlevleri, diğer bir ifadeyle, topluma yönelik etkileri başlıca üç grupta toplanabilir. Bunlarda birincisi topluma bilgi/haber ilet-mektir. İkincisi toplumdaki birtakım çatışmalarda taraf olmak-tır. Üçüncüsü toplumdaki çatışmalar karşısında, uzlaştırıcı, yatıştırıcı yönde tavır almaktır. Kitle iletişim araçlarının bu işlevleri, kişilerin bilişsel, duygusal gelişimlerine katkıda bulunabileceği gibi, kamuoyunda birtakım yeni tutumların oluşmasına ya da mevcut tutumların değişmesine de önemli katkıda bulunabilir.[9] Batıdan program ithali uluslar arası bir sorun haline geldiğinde UNESCO, TV haberleri ve eğlencesinin yalnızca gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ülkelere doğru aktarıldığını ortaya koyan komisyon raporunu hazırladı. Bu tek yönlü dengesiz haber akışının yerel kültürleri zayıflattığını iddia eden bazı medya eleştirmenleri buna medya ve kültür emperyalizmi ya da kültür hegemonyası adını vermişlerdir. UNESCO uluslar arası habe akışı hakkında en az beş değişik rapor hazırlamıştır. McQuail ve Mavlana bu konuda iki çalışma yapmıştı. Mattelart, Schiller ve Wells ise Amerikan televizyonunun çok güçlü olduğunu, hem kişileri hem kültürleri değiştirebileceğini söylemişlerdir.[10]
Savaş Çoban – Azınlıklar ve Dil Küreselleşme, Ulus – Devlet
PDF Kitap İndir |