Hans Magnus Enzensberger – İç Savaş Manzaraları

Nesnel dediğimiz dil ve yaklaşım, –konu/sorun bizim üzerimizden tanımlanmış olsa dahi– nedenleri bizim ötemizde arayan –ve bulan– bir açıklama tarzıdır. Duygulardan, değer yargılarından arındırıldıkça mükemmelleşeceği –dolayısıyla “doğru”yu ifşa derecesi artacağı– varsayılan o nesnel yaklaşımla Enzensberger’in bu kitapta ele aldığı durum üzerine yazılmış olsaydı; herhalde “açıklanır” ve “anlaşılır” kılmayı başardığı oranda, o durumu normal karşılama ihtimalimizi de yükseltmiş olurdu. Çünkü o bize bireysel –hattâ çoğu kez toplumsal– iradelerimizden bağımsız olarak işleyen ve inançlarımız, değerlerimiz ne olursa olsun belirleyiciliklerini teslim etmemiz gereken “neden”lerden, bunların oluşturduğu bir zorunluluklar ağı ya da zincirinden söz eder. Konu/sorun ve durum o neden ve zorunlulukların bir fonksiyonu olarak algılanır, “açıklanmış” sayılır. Böylece bizden değil, bizi çevreleyen o nedenler/zorunluluklar ağından kaynaklanan bir sorun buluruz “karşımızda”. Oysa Enzensberger, gerçi bize bir durum anlatıyor ama, bu hiç de sorunu dışımızda görmemize yol açabilecek bir anlatı değildir. Tam aksine sorun, bizden başka bir nedenin sözkonusu edilemeyeceği bir duruma ilişkindir. İç Savaş Manzaraları içinde olduğumuz bir hal, karşısında ne yapacağımızı düşündüğümüz bir “şey” değil, bizatihi kendi varoluşumuzun resmidir. İnsanlık durumumuzun bu eskizlerinde, inançlarımız, değer, beklenti, duygu, güdü, zaaf ve yetilerimizi ağırlıklı olarak nasıl yönlendirmiş ve ilişkilendirmiş olduğumuza dair keskin hatırlatmalarla çizilen portre, tek tek hepimize aittir. Enzensberger, hem nedeni hem sonucu olduğumuz bir süreçten sözediyor. Ama manzaralar o denli ürkütücüdür ki; kendi şahsi portresinde, görünümünde bunların bir kısmının yansısını görmeyen biri, bu karamsarlık verici resimlerin “başkalarına ait” olduğu gerekçesine hemen sarılıverir. Örneğin Batı –ya da post-endüstriyel– toplumların mensupları, kendi dünyalarının dışındaki toplumları kasıp kavuran etnik, dinsel, mezhepsel çatışmaların, iç savaşların “onlara ait/özgü” bir sorun olduğunu söyleyebilir; Enzensberger’in kendi toplumlarına ilişkin çizdiği iç savaş manzaralarının hem abartılı olduğunu hem de “onlarınki” ile aynı kategoriye sokulamayacağını iddia edebilir. Böylesi bir iddiaya yaslanabilecek tipik bir post-endüstriyel toplum üyesi, Enzensberger’in sözünü ettiği holiganizm, yabancı düşmanlığı, kurban(lar)ıyla özel bir sorunu olmayan “sıradan” görünümlü kişilerin, duyarsızlığa dönüşmüş bir yoğun nefret birikiminin dışavurumuyla işlediği cinayetlerin yaygınlaşması gibi olguların “marjinaller” alanına ait olduğu, dolayısıyla da (post) modern toplumu ve onun tipik insanını anlatmadığını öne sürebilir. Dolayısıyla onun gözünde hem postmodern toplumların dışındakiler hem de postmodern toplamların iç periferisindeki marjinaller, “tutunamayanlar” kitlesi “ötekiler”dir. Kendisi ile onları aynı kategoride sayması, hele aktörü onlar olan manzaralarla çizilmiş bir resmin kendisine (de) ait olduğunu kabullenmesi “doğru” olmayacaktır.


Etnik ve dinsel kimliklere sarılmayı, kutsal veya yüceltilegelmiş bir “öz”e sahip çıkma olarak kabul edenler, hele o “öz”ün bastırılmış olmasından doğan bir “hak”sızlığı giderme adına hareket ettiklerini savunuyorlarsa; bu hareketleri ile bir iç savaş durumu oluşmuş olsa bile; bu durumun holiganlık vb. olguların yaşandığı durumla aynı kefeye konmasını da “doğru” bulmayacaklardır. Hemen tümü de postmodern toplumların salt “maddiyatçı” oluşunu vurgulayan bu kutsal/öz’e dayalı kimlik hareketlerinin tek tek her birinin indinde çok daha belirtik bir “ötekiler” kategorisi vardır ve – giderek daraltılmaya açık, eğilimli– “kendi” tanımlarının dışında kalan tüm dünya “ötekiler”dir ve kolayca sürüklendikleri o son analiz noktasında kendilerinden başka insan da yoktur. O halde ilk soru: Enzensberger, Rwanda’daki etnik katliamla, New York veya Berlin’deki gençlik çetelerini, Afganistan’daki aynı din ve mezhepten grupların sonu gelmez çatışmaları ile Solingen’de evleri içindeki insanlarla yakan neo-nazi timlerini, (pekâlâ sözünü edeceği) Japonya’daki metroya zehirli gaz salan tarikat ile Liberya’daki herkesin herkesle savaştığı o “sürreel durumu”, sıcak evlerinde en kanlı “reality show”lara rating rekorları kırdıran “tuzu kuru” seyirciler yığını ile Cezayir’deki savaşı, bir süpermarkete otomatik silahla girip beş on kişiyi öldüren postmodern toplumun yeni tür katilleri ile (bizden de örnek olsun) televizyonda öldürülen PKK’lı sayısının o gün “ortalama”nın çok üstünde olduğunu işittiğinde “işlerin iyiye gittiğine” benzer bir ferahlama duyabilen tipik Türk vatandaşını aynı tabloya yerleştirdiğinde, buna işte resmim bu diyebilecek, bu hale mi geldim deyip sarsılacak insan, salt bir kurgu mudur? Çok değil iki yüz yıl önce aradaki mesafeler, ilişkisizlik, apayrı tarih, kültür ortamlarında yaşanmış olmaktan gelen farklılıklar nedeniyle insan soyunun her bir parçasının diğerlerini “öteki” sayabilmesi daha da mümkündü. Daha da, çünkü aynı coğrafya ve kültür içinde oluş halinde de “ötekiler” vardı. Oysa mesafeleri ilişkisizliği giderek azaltan, ortak kültür öğelerini arttıran şu son iki yüz yılın sonunda bırakın “ötekiler” kategorisinin silinmesini, “öteki”ne karşı çok daha yüklü ve soğuk bir nefret, fütursuzca imhasına hazır bir duyarsızlaşma noktasına varmış görünmekteyiz. Dolayısıyla o iki yüz yılın başlangıcında evrensel bir insan tanımı yapan ve o tanımın altında tüm insanlığın buluşacağını öngören bir “iyimserlik” üzerine kurulu ideolojilerin artık “hükümsüz” olduğu kanısının bu denli yaygın oluşu da bu yüzden. Bunları dikkate aldığımızda; Enzensberger’in çizdiği “iç savaş manzaraları”na kendi portresiymişçesine bakacak olan insanın sadece o iki yüz yıl öncenin “idealleri” ne sarılmaya çalışan insan(lar)dan ibaret olduğu söylenebilir. Sayıları kaçtır bilinmez. Ama giderek azaldıkları, dahası kötümserliğe sürüklendikleri de bir vakıa. Hem azalmalarının hem kötümserleşmelerinin nedeni insan soyunun resminde sırf o savaş, nefret ve duyarsızlık sahnelerini görüyor olmaları değildir. Asıl olarak savaşı, nefret ve duyarsızlığı giderek yok edeceğini, en azından bastıracağını varsaydıkları dinamiklerin tam aksine onları çoğaltıcı bir rol oynamış olduklarını kabule mecbur olmalarından dolayı içine düşülen bir karamsarlık halidir bu. Daha doğrusu söz konusu dinamiklerin savaşı, nefreti, bencillik ve duyarsızlığı törpüleyip geriye itebilecek, belki de yok edecek yönleri, bu nitelikteki sonuçları, tam aksine yönlendirmelerin, sonuçların karşısında galip gelememiş, onlar tarafından “itilmiş”lerdir. Yani var, ama tablonun belirleyicisi değillerdir. Enzensberger bize bunun “niçin”ini anlatmıyor.

Şüphesiz ilk akla gelen ve temeldeki soru bu. Fakat bu sorunun cevabına ancak türümüzün yani “insan”ın tanımı üzerinde yeni baştan düşünmekle varabileceğimizi ima etmekten de geri durmuyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir