İşgal Altında İstanbul (1918-1923) – Nur Bilge Criss

“Genç insanların, tüm gelecekte savaşı imkânsız kılmak için savaşa katılmalarından sonra, yaşlı insanlar, tüm gelecekte barışı imkânsızlaştıracak bir barış yapmaya kendilerini adadılar.”1 Paris Barış Konferansı, I. Dünya Savaşı’nın yolaçmış olduğu yıkıntılar üstünde, 18 Ocak 1919’da resmen açıldığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması çoktan belirlenmiş bir sonuçtu. Yine de, Avrupa barışı Konferans görüşmelerinde ağır basıyordu. İngiliz ve Osmanlı Hükümetleri arasında, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanırken, İngiltere adına imzayı atan Amiral Calthorpe, karşı tarafın temsilcisi Rauf Bey’e, Müttefikler’in İstanbul’da askeri varlıkları olmayacağına dair sözlü garanti vermişti. Buna rağmen, 13 Kasım 1918’de İstanbul’da Müttefik işgali başladı. Müttefikler’in güç gösterisinin çok yönlü nedenleri vardı. Birincisi, Müttefikler Ateşkes Antlaşması şartlarının uygulanmasını sağlama bağlamak istiyorlardı. Mondros Antlaşması’nın hayati şartları şunlardı: Osmanlı Ordusu’nun terhis edilmesi ve bütün silahların Müttefikler’e teslimi; İstanbul ve Çanakkele Boğazlarındaki tahkimatların işgali ve en önemlisi, anlamı muğlak VII. madde ile Müttefikler’in, güvenliğin tehlike altında olduğunu düşündükleri her yeri işgal etmelerine izin verilmesi.2 İkinci olarak, Müttefikler, yaklaşmakta olan barış görüşmelerinde hoşgörüye hiç yer olmayacağını Türklerin kafasına yerleştirmek istiyorlardı. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, bu tutumu, Lord Curzon’a yazmış olduğu 6 Haziran 1919 tarihli mektupta dile getirmişti: “Bu Yüksek Komisyon’un almış olduğu, hem yazılı, hem de sözlü talimatlar uyarınca, hiçbir Türk’ü, ne olursa olsun hiçbir şekilde kayırmamak ve onlara umut vermemek, ayrıca, savaşın sonucu olarak, Osmanlı İmparatorluğuna davranışımızın muhtemelen çok sert olacağını göstermek, bizim tutarlı tavnmız olmuştur.”3 Üçüncüsü, Müttefikler, Türkiye’nin geleceğine ilişkin olarak Padişah’ın ve Bâb-ı Âli’nin işbirliğini sağlamak için, onlar üzerinde otorite kullanmak zorundaydılar. Ne var ki, bir kısım komutan, Türkiye’nin bölüşülmesine ve yabancı kontrolüne beklenmedik bir şekilde meydan okudular ve bunlar direnişi meşru bir Milliyetçi Hareket’e dönüştürdüler. İstanbul’un Müttefikler tarafından işgali iki evrede tamamlandı: 13 Kasım 1918’den 20 Mart 1920’ye kadar İstanbul de facto işgal edildi; 20 Mart 1920’de Müttefikler, şehri de jure işgal etmeye başladıklarını ilân ettiler.


Oysa, Ekim 1923’de Kuvay-ı Milliyeciler İstanbul’u geri almayı başardılar. İstanbul’dan bakıldığında, Milliyetçiler’in başarısının bellibaşlı en az beş nedeni olduğu görülüyor: 1) İngilizler Türkler’i küçümsüyorlardı; 2) Kuvay-ı Milliye, İttihat ve Terakki Partisi (İTP) rejiminin kurumlarını tevarüs ederek örgütsel sürekliliği sağlamıştı; 3) Kuvay-ı Milliye’nin yerel muhalifleri, başlıca Hürriyet ve İtilaf Partisi (HİP) çok zayıftı; 4) İstanbul’un geleceğine ilişkin sorunlar ve başkentin işgali, Ankara’da alternatif bir Milliyetçi Hükümet’in kurulmasına yardımcı oldu ve son olarak, 5) Gerek Avrupa’da “yüksek politika”, gerekse İstanbul’da Müttefik işgal kuvvetleri seviyelerinde Müttefikler arasındaki anlaşmazlıklar, Milliyetçi davaya gayet iyi hizmet ettiler. Türkiye’de birtakım insanlar işgale direnmeye ve dayatılan barış şartlarına karşı bir mücadele örgütlemeye azimliydiler. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın 5’inci maddesi, sınır devriyesiyle ve iç güvenlikle görevli birlikler dışında, Türk Ordusu’nun terhis edilmesi hükmünü getiriyordu. Ancak bazı ordu komutanları teslim olmayı reddettiler. İkinci Ordu Komutanı Nihat Paşa (Anılmış, 1876- 1954) Çukurova’daki Türkler’i silahla donattı; Irak’taki Altıncı Ordu’nun Komutanı Ali İhsan Paşa (Sabis, 1882-1957) tek bir silah bile teslim etmeden Diyarbakır’a hareket etti; o sırada Kafkasya’da bulunan Dokuzuncu Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa (Subaşı, 1876-1939), Erzurum’a geçmeden önce Kars, Ardahan ve Batum’daki Türk nüfusu silahla donattı; Mekke ve Medine Komutanı Fahrettin Paşa (Türkkan, 1868-1948) Ateşkes Antlaşmasının imzalanmasından sonra, iki ay daha savaşmayı sürdürdü.4 1919’la birlikte Milliyetçi Hareket başladı ve Kemalist grup bu hareketin liderliğini üstlendi. Mustafa Kemal’in eylemleri (Atatürk, 1881-1938) başkaları tarafından anlatılmıştır.5 Kısaca söylenirse, Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal’i, Dokuzuncu Ordu Komutanlığı Başmüfettişliği’ne atayarak, Karadeniz’in kıyı şehirlerindeki Rum nüfusa yönelik eşkiya hareketlerini bastırmak göreviyle göndermişti. Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın ve Padişah’ın, bunu yapmakla Pandora’nın kutusunu açmakta oldukları akıllarından bile geçmiyordu. Enerjik ve genç generali İstanbul’dan uzaklara göndermek için başka sebepler de vardı. Mustafa Kemal, siyasi destek sağlayabildiği takdirde Damat Ferit için bir tehdit oluşturacaktı; savaş sonrası Osmanlı Hükümeti’nde Harbiye Nazırı olarak bir mevki elde etmek için kulis yapmıştı; çok ihtiraslıydı. Aynı zamanda, Alman ve İttihatçı karşıtı olmakla ünlüydü. Bu, onun, Padişah’tan ve Hükümetten atanma onayını elde etmesi için oldukça işe yarar bir gerekçeydi. Mustafa Kemal Anadolu’ya geçince, komutan olarak kusursuzluklarıyla ünlü arkadaşları Rauf (Orbay, 1881-1964), Refet (Bele, 1881-1963), Ali Fethi (Okyar, 1880-1943), Ali Fuat (Cebesoy, 1882-1968) ve Kâzım’ın (Karabekir, 1882-1948) yardımıyla birleşik bir Milliyetçi Direniş Hareketini örgütlemeye koyuldu.

İstanbul’a geri dönersek, Müttefikler’in Türkler’e karşı tutumları birkaç basmakalıp görüşe dayanıyordu: Türkler’e İslâmi kadercilik hakimdi, Türkler geriydiler ve bütün Hıristiyanlar’a düşmanlık besliyorlardı. Türkler’e karşı önyargı, Türkiye meseleleriyle ilgilenen İngiliz devlet görevlilerinin daha sonraki anılarında bile yansımaktaydı. İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Harold Nicolson bunlardan birisiydi. Nicolson, Müttefikler’in Sevr Antlaşması’nı Türkler’e kabul ettirmekteki başarısızlığını, otorite ve boyun eğdirme ilkelerini, Müttefîkler’in yanlış uygulamalarına bağlıyordu: “Merkez Devletleri son derece uygar, dolayısıyla duyarlı düzenlerde iş görürken, bu bileşim (otorite ve boyun eğdirme), kurbanların sinirsel bezginlikleri yüzünden on ilâ yirmi yıl işe yarayabilirdi. Türkiye gibi tamamiyle hayvansal bir organizmada sinirsel bir bezginlik meydana gelmedi; kurbanlar bir gecede iyileştiler.”6 Yine Nicolson’a göre, İngiliz Başbakanı Lloyd George’un Yunan hayranlığı, “Türkler’e, bu ‘insanlığın kanserine, bu yağmacı sürüye’ nefretinden kaynaklanmaktaydı.”7 İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı, Andrew Ryan, “Müslümanlar’ın büyük çoğunluğunun, Hıristiyanlar’ın, yine de mücadeleyi kaybedecekleri inancında oldukları” görüşündeydi.8 İşgalciler, zafer kazanmış olmanın gururuyla Türkler’e soğuk davrandılar ve çevrelerine İstanbul’un kozmopolit unsurlarını doldurdular. Bu kısıtlı çerçeve onların, genel olarak Türk toplumunu ve özel olarak İTP’nin savaşçı ruhunu küçümsemelerine neden oldu. İşgalciler İTP’nin iş göremez hale geldiği kanısındaydılar. Parti’nin liderleri ülkeden kaçmışlardı ve örgüt resmen dağılmıştı. Ne var ki, Türk toplumu gibi hiyerarşik yapıya sahip bir ortamda, bir idealin ikinci ve üçüncü kademelerdeki taraftarları liderliğe yükselebilirler. Türk direniş hareketinde de bu olmaktaydı. Hâmilik, arkadaşlık ve aile bağları direniş hareketinin belkemiğini oluşturdu.9 Hayatın bütün alanlarından insanlar, kadınlar ve din adamları dahil, yeraltı mücadelesine katıldılar.

Türk Milliyetçi Hareketi üzerine Batı’da yapılan incelemeler, Paris Barış Konferansı Yüksek Konseyi’nin, Yunan birliklerinin 15 Mayıs 1919’da İzmir’e girmelerine imkân veren basiretsiz kararı olmasaydı, bu Hareket’in doğmamış olacağını iddia ederler. Yunan işgali olmasaydı, “asık suratlı bir tevekkül”10 ile de olsa, Türkler Müttefik yönetimine razı olacaklardı ve barış şartları onlara dayatılabilecekti. Yunan işgali, gerçekten yurtseverliği yeniden alevlendirdi ve pek çok Türk’ü uyuşukluktan kurtardı. Ne ki, bu varsayım, Türklerin Müttefik egemenliğini kabul edecekmiş olduklarını kanıtlamaz. 1918-1923 dönemi Türk kaynaklarından araştırıldığında tamamiyle farklı bir tablo ortaya çıkıyor. İTP liderlerine kalırsa savaş bitmemişti. İTP’nin Harbiye Nazırı Enver Paşa (1881-1922) tarafından kurulmuş olan istihbarat örgütü Teşkilât-ı Mahsusa (TM) direniş hareketini başlatmak için kesin emirler almıştı. Enver Paşa, 1913’ten itibaren, genç muvazzaf subayları terfi ettirip yaşlı ve alaylı subayları emekliye sevkederek orduyu yeniden yapılandırmıştı. Sadrazam Talât Paşa (1874-1921) sadece İTP’nin değil, ekonominin yeniden canlandırılması amacıyla toplumun sivil kesimlerinin de örgütlenmesinin mimarıydı. Milliyetçiler’in şansına, örgütsel zekâ, İngilizler’in, Türkler’de olduğunu asla kabul etmeyecekleri bir hasletti. Onlar İTP’yi, sadece Alman yanlısı olmak ve şovenizm ölçütlerine göre değerlendiriyorlardı. Ancak, sivil ve askeri eğitimin her ikisinde de yaygın olan Pan-Türkizm, şimdi yeni nesil subayların ve sivillerin kafalarında, tedricen Türk milliyetçiliğine dönüşüyordu. Pan-Türkizm’den ve Pan-İslâmizm’den yana olanlar savaş sonrasında acı gerçekle yüzyüze gelmek zorunda kalmışlardı. Anadolu’dan başka kurtarılacak bir toprak kalmamıştı. Kaybedilen öteki yerleri yeniden elde etmek kesinlikle imkânsızdı.

11

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir