Johan Huizinga – Ortaçağın Günbatımı

Dünya bundan beş yüzyıl daha gençken, hayatın olayları ortaya daha belirgin çizgilerle çıkmaktaydılar. Bahtsızlıkla talihin yaver gitmesi arasındaki mesafe daha büyüğe benzemekteydi. Henüz her deney, zevkle acının bir çocuğun zihnindeki gibi, dolaysızlık ve mutlaklık basamağında yer almaktaydı. Her eylem, her olay, sabit ve anlatımsal biçimlerle çevreleniyor ve bir ayin derecesine yükseltiliyordu. Doğum, evlilik ve ölüm gibi başat olaylar, kutsama aracılığıyla, kendilerini ilahi esrarın içinde buluyorlardı. Görev veya ziyaret amacıyla yapılan yolculuklar gibi daha düşük öneme sahip olaylara da çok sayıda kutsama, tören ve kalıplaşmış sözler eşlik etmekteydiler. Afetler ve yoksulluklar bugünkünden daha ağır bir şekilde hissediliyorlardı; bunlar daha korkunç ve gaddardılar. Hastalık ile sağlık arasındaki zıtlık daha büyüktü; kışın karanlığı ve soğuğu daha şiddetli hissedilen sıkıntılardı. Zenginlik ile şanın tadına daha büyük bir doymazlıkla varılıyordu, çünkü bunlar, etraflarını çevreleyen sefaletle, bugünkünden daha fazla zıtlaşıyorlardı. Zırhın üstüne giyilen kürk astarlı bir manto, harlı bir ateş, şarap ve neşeli söyleşi, güzel bir yatak; bütün bunlar, İngiliz romanlarında tasvir edilmeleri uzunca bir süre devam eden şu tam mutluluğu daha da iyi ortaya koyuyorlardı. Ve hayata ilişkin herşey; ister acı, ister gurur verici olsun, etrafa ilan ediliyordu. Cüzzamlılar, kaynana zırıltılarını çalıyor ve geçit yapıyorlarmışcasına ilerliyorlardı; dilenciler, biçimsiz bedenlerini sergiledikleri kiliselerde sızlanıp duruyorlardı. Her toplumsal tabaka, her sınıf, her meslek kıyafetinden tanınmaktaydı. Büyük senyörler, saygı uyandıran veya hasetleri kabartan parlak bir silah ve uşak kalabalığı olmaksızın asla yolculuk yapmıyorlardı. Adli infazlar, satışlar, düğünler veya cenaze törenleri; bunların hepsi varlıklarını, alay halinde ilerleyen insanlar, çığlıklar, ağlaşmalar ve müzik aracılığıyla açıkça ilan etmekteydi.


Aşık adam hanımın renklerini taşımaktaydı, kalfalar ise birliklerinin amblemini ve birbirlerine hasım gruplar da senyörlerinin arınasındaki işaretleri taşımaktaydılar. Kırla kent arasında da aynı vurgulu zıtlık vardı. Orta Çağ kenti, çirkin banliyölerin arasında kaybolmuyordu, surlarının arkasına kapanmış olarak, sayılamayacak kadar çok burçla donanmış bir bütün halinde yükselmekteydi. Soyluların ve tüccarların kâgir evleri yüksek ve tehditkârdı, ama kente kibirli kitleleriyle egemen olanlar kiliselerdi. Aydınlıkla karanlık, sessizlikle gürültü arasındaki zıtlık da, bugünkünden büyüktü. Modern kent, artık mutlak karanlığı ve sessizliği, uzaktaki tekil bir ışığın veya haykırışın etkisini bilmemektedir. Herşeyin kendini zihne onların aracılığıyla sunduğu simgesel biçimler ve sürekli zıtlıklar, gündelik hayata; yaşamın Orta Çağda aralarında gidip geldiği umutsuzluk veya çılgınca sevinç, gaddarlık veya derin şefkat gibi alternatifler halinde belli eden bir heyecanlılık hali vermekteydi. Faal hayatın bütün gürültülerini bastıran ve düzen ile sükûnete ilişkin herşeyi kapsayan bir ses vardı: çanların sesi. Bu çanlar, bildik sesleri aracılığıyla, sevinci, matemi, sükûneti veya tehlikeyi haber veren iyi ruhlardı. Onlara adlarla hitap ediliyordu (Şişman Jacqueline, Çan Roland), çıkardıkları çeşitli seslerin anlamı biliniyordu. Çan sesleri, sürekliliklerine rağmen, ruhlar üzerindeki etkilerini hep korumuşlardır. Valenciennes’li iki burjuva arasında 1455’te yapılan ve kent halkı ile Burgonya sarayını soluk soluğa tutan ünlü adli düello esnasında, büyük çan aralıksız çalmıştır. Chastellain, bu çan sesinin “kulağa iğrenç geldiği”ni söylemektedir. 1 “Dehşeti çalmak” , “dehşet yaratmak” , alarm çanı çalmak anlamına geliyordu. 2 Anvers’deki Notre-Dame kilisesinin alarm çanına, 1316’da hâlâ Orida, yani “dehşet uyandıran” adı verilmekteydi.

Hıristiyan dünyasındaki bölünmeye son verecek bir papanın seçildiğini veya Burgonyalılarla Armagnaclar arasında nihayet barışa varıldığını haber vermek üzere, Paris’in bütün kilise ve manastırlarının sabahtan akşama kadar ve hatta tüm gece boyunca çan çalmalarından doğacak bir cins sarhoşluğu bir hayal edelim. 3 Dinsel geçit törenleri de duygulandırıcı ve derin bir etki yaratmış olmalıdırlar. Hiç de eksik olmayan karışıklık günlerinde, bu dinsel geçit alayları, haftalar boyunca hergün sürmek üzere yapılmaktaydılar. Orleans ile Burgonya soylu hanedanları arasındaki ölümcül kavga iç savaşa dönüşerek şirazesinden çıktığında ve Kral VI. Charles, 1412’de Armagnaclara karşı savaş bayrağını çektiğinde, kralın düşman topraklarına girmesinden itibaren, Paris’te kralın zaferi için hergün dinsel geçit yapılması emredilmiştir. Bu törenler Mayıs sonundan Temmuz’a kadar sürmüşler ve bunları hergün yeni gruplar, yeni tarikatlar, yeni loncalar sürdürmüş, hergün başka yollardan geçilmiş ve başka kutsal emanetler taşınmış, “insanlığın en sofu dinsel alayları” yapılmıştır. Bu geçitlere katılan herkes, ister Parlamentodaki soylular, ister fakir burjuvalar olsun, yalınayak ve oruçlu olmaktaydı; olanak bulabilenler bir mum veya bir meşale taşımaktaydılar ve peşlerinden çok sayıda çocuk gelmekteydi. Civardaki fakir köylüler de, onlara katılmak üzere yalınayak geliyorlardı. Geçit törenine katılınmakta veya “hıçkıra hıçkıra ağlayarak, çokça gözyaşı dökerek, büyük bir sofuluk içinde” seyredilmekteydi. Ve bu geçitler esnasında adeta hergün sağanak halinde yağmur yağmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir