Gerek din, gerekse etnik kökene dayalı ayrımcılığın kesin sınırlarla cepheleştirdiği Türkiye’de, “ötekileştirmek” çok yaygın, pek revaçta bir suç. Her cephe, berikini “kendi cephesini ötekileştirmek”le suçluyor. Ama bakıyorsunuz, ne itham eden, ne de edilen, “ötekileştirmemek” için yapması gereken tek şey, “öteki”ni tanımaya, çözmeye ve varlığını kabullenmeye çalışıyor. Çünkü “ötekileştirmek” düşmanlığın birinci adımı. Farklı olana düşman kesilmek, tanımadığını düşman bellemek, iftiralar atmak, atılan iftiralara inanıp kin beslemek daha kolay. Çatışmak için “ötekileştirmek”, şart… İnsanlar, uygarlık tarihinin başından beri tanrı adına ve şeytana karşı, birbirleriyle dövüşür, dururlar. Şeytan var olmadığı için de gerçek hasımları kâh “kâfir”, kâh “zındık”, bazen de “dinsiz” olarak şeytanın yeryüzündeki temsilcisi saydıkları “ötekiler”dir. Ne tuhaftır ki güya iyi ile kötü ya da doğru ile yanlış arasındaki bu savaşta, tanrı safında dövüşenlerin şeytan dedikleri düşman da kendisini tanrı safında dövüşen ve ötekini kâfir, zındık, dinsiz sayandır! Tarihte her dönemin öne çıkan bir cemaatleşme biçimi ve her cemaatin zamana özgü çatışmacı kimliği vardır. Çünkü her cemaatleşme, “öteki”nden ayrışmayı, ayrışma da eninde sonunda çatışmayı içerir. 20. yüzyılın çatışmacı cemaat kimliği ulusalcıydı. Demok-ratik düşüncenin az çok geliştiği toplumlar, ulusalcılık akımından yurtsever birey kimliğini damıttılar. Ama diğerleri, ulusal birliği, ırkçı bir cemaatleşme çerçevesinde sağladılar. Irka dayalı bu kimliğin hasımlarıyla çatışması, iki dünya savaşına yol açtı. Ne var ki bu savaşlardan sonra, ulus kimliği ile ulusalcı yapılanmanın irtifa kaybı ve hatta ekonominin küreselleşmesi bile, 21. yüzyılı bu kez ulusal değil de dinsel cemaat kimlikleri arasında büyük bir çatışmadan korumuyor. Din, 20. yüzyılın ulus kimlikli toplumlarına gelinceye kadar siyasal bir ayrıştırma aracı gibi kullanılmıştır. Başta din adamları, iktidar odaklarınca çoğu kez politikaya eklemlenmiş, hatta bazen politikanın ta kendisi olabilmiştir. Ulusalcılık akımının kimi yerde sönüp kimi yerde zayıfladığı 21. yüzyılda, dine dayalı cemaatleşmenin yeniden dirilişiyle, dönemsel çatışma politikalarının yeniden dine odaklanması, hatta düpedüz dinle özdeşleşmesi, kaçınılmaz. Salt üç tek tanrılı din arasındaki iki bin yıllık mücadeleye bakıldığında Katolikler, önce Ortodokslar, sonra Bogomil/Katharlar ve Protestanlarla, ardından hepsi kendi aralarında, derken birleşip Müslümanlara karşı dövüştüler. Müslümanlar da Sünni, Şii, Alevi vb. diye birbirlerini katlettiler ve Hıristiyan Batı’yla savaştılar. Din ayrışmalı bu çatışmalara yakından bakıldığında, tüm savaşların gerçek nedeni jeopolitik ya da ekonomikti. Ne var ki milyonlarca insan, semavi sandıkları dogmaları ve bu dogmaları hem uydurup hem de temsil eden egemenleri savunmak uğruna öldü bu savaşlarda; bazen uygarlıklar battı, topyekûn… 21. yüzyılın birinci çeyrek ufkunda biçimlenen husumet gerekçesi, artık besbelli. Doğu ile Batı arasındaki jeopolitik itişme kadim nifak odağından, dinsel ayrışımdan besleniyor. Siyasal ve ekonomik egemenlik kavgası, yine dinler arası çatışma, daha doğrusu çatıştırma üzerinden veriliyor. “Ümmet”ten “millet”e geçişi yüz yılı bile bulmayan toplumların, hızlı bir geri dönüşle tekrar “ümmet” çatısına yöneldiği bir süreç yaşıyoruz. Kimi yerde zorla, kimi yerde halkoyuyla gerçekleşen ümmetçiliğin başlıca aracı, dün olduğu gibi bugün de din ve iman! Demek ki zaman, iki bin yıldır insanlığı birbirine kırdıran dinler adına söylenen tümüyle siyasal yalanları, yoktan var edilen ve kutsal süsü verilen tümüyle uyduruk dogmaları, insanlığa ihbar zamanıdır. Bu kitap, dinsel dogmaların inananların güvenini hak etmediklerini, çünkü bu dogmaların iktidar araç ve gereçlerinden ibaret olup inançsız muktedirler tarafından uydurulduklarını; tarihteki en büyük, en yıkıcı örneğiyle sergilemeye yönelik bir araştırma. Amacı, tarih sırasıyla birbirine öykünen tektanrılı dinlerde; bazen birbirinin devamı ya da uyarlamasından ibaret dogmaların uğrunda savaşılacak, ölünecek ve öldürülecek hiçbir kutsal gerçeklik içermediğinin temel bir kanıtını, mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaştırmak. Ereği ise İslamiyetten düşman yaratmak uğruna radikal İslamcılığı körükleyip militanlarını beslerken, Yahudi/Hıristiyan kültürünü savunur gibi yapan Batılılara; inançlarına dayanak olan sahtekârlığı, eğer bilip de gizliyorlarsa anımsatmak, bilmiyorlarsa da açıklamak! Okuyacağınız tarih gerçeği, insanlığı kana bulamış en büyük yalan, Hıristiyan dinini bölmeye yarayan uyduruk bir vasiyet, Katolik mezhebinin dogmatik varlık nedeni olup Papalığın temelini atmaya hizmet etmiştir. Dünyadaki her 100 kişiden 32’sinin Hıristiyan olduğu düşünülünce, en kalabalık mümin nüfusunun inandığı bu dogmatik yalan, salt dinler tarihinin değil, düpedüz insanlık tarihinin son iki bin yıldaki “temel sahtekârlığı” olma özelliğini taşır. Türk okurların, İstanbul’un kaderini değiştiren ve belki de bizim olmasını sağlayan, en kapsamlı ve temel sahtekârlığın tarihçesini ilgiyle okuyacağını umuyorum. Ama dünya tarihini değiştiren bu sahtekârlığın, en başta Türkiye’yi yönetenler ve geleceğine yön verenler açısından iyi bilinmesinde yarar var. Çünkü yaşadığımız topraklar, cehaletle elde tutulamayacak kadar stratejik, geçmişi bilmeyenin geleceğine egemen olamayacağı kadar önemli bir coğrafya. Çünkü aynı coğrafyanın bizden önceki sahibi, Ortodoks Roma’ya karşı kurulan bu komplo, henüz “final” aşamasında değil… Yarın, tersine çevrilmiş bir denklemde “Müslüman” Türkiye’nin karşısına çıkabilir.
Mine G. Kırıkkanat – Bir Hıristiyan Masalı – Tarihin En Büyük Sahtekârlığı
PDF Kitap İndir |