Bu kitap, benim açımdan, yazılması gecikmiş bir kitap oldu. Epey eskilerden beri, oldukça kaba ve genel çizgilerle, buna benzer bir şey yazmayı düşünmüşümdür. Yetmişlerin başında, henüz oldukça genç bir “Edebiyat Fakültesi” asistanıyken, hattâ edebiyat konusunda yazmayı düşündüklerimden de önce, Türkiye tarihini anlamak ve değerlendirmek üzere bir, belki birkaç kitap yazmayı tasarlıyordum. Üniversitede alanım İngiliz edebiyatıydı ama o alanda bir şeyler yazmayı hiç düşünmedim. Edebiyat ve sanatı toplum ve tarihle tamamen iç içe geçen alanlar olarak gördüğüm için, tarih üstüne yazmak benim açımdan edebiyattan uzaklaşmak değil, tersine, edebiyata bakışı tamamlayan bir şeydi. Hele Türkiye gibi tarihin kendisiyle “tarihçilik” pratiğinin birbirine karşıt biçimde yürüdüğü bir toplumda bir edebiyat tarihçisi veya eleştirmeninin ulusal tarihe bakması bir zorunluluk oluyordu. 12 Mart döneminde iki yılımı hapishanede geçirdim. Hapishane pek çok insan için büyük okuma ve düşünme imkânları açan bir yerdir, “yer”den öte, bir hayat biçimidir. Bunları söylerken, kimseye salık vermiyorum, hapse girmeyi. Ama, eskaza başınıza gelirse, başa gelen tatsızlıktan bu şekilde yararlanabilirsiniz, demek istiyorum. Benim için böyle oldu. Hapisteyken okuduğum kitaplardan biri, Barrington Moore’un Social Origins of Dictatorship and Democracy (Diktatörlüğün ve 11 Demokrasinin Toplumsal Kökenleri) adlı kitabıdır. İlkin Amerika’da, 1966’da yayımlanmış; ben ancak 1973’te haberdar olup okuyabildim; okuyunca da çok etkilendim. Barrington Moore bu kitabın birinci bölümünde burada benim de yaptığım gibi Batı dünyasının üç “demokrasi” örneğini, İngiltere’de 17. yüzyılın İç Savaşı sonrasında kapitalistleşmeyi, 1789 Büyük Fransız Devrimi’ni ve Amerikan kapitalist devrimini anlatır. Bu üçüncü bölümde benden farklı olarak Bağımsızlık Savaşı’ndan çok Amerikan İç Savaşı üstünde durur. İkinci kısımda Asya’daki örneklere geçer, üç büyük Asya toplumunda, Çin’de, Japonya’da ve Hindistan’da modernleşme süreçlerini inceler. İlginç bir şekilde bu üç örnek aynı zamanda komünist, faşist ve liberal-demokratik “kalkmma/modemleşme” yöntemlerinin birer “Asyaî” örneğidir. Üçüncü kısımda bu üç rejim üstüne daha kısa bölümler yer alır. Barrington Moore “diktatörlük” ya da “demokrasi”yi toprakta feodal mülkiyetin varlığına bağlar. Ele aldığı örneklerde, Amerika dışında, hep bir feodal başlangıç vardır (feodalizmin biçimleri belirli ölçülerde değişiklik gösterse de). Ama bunlann bazılannda, örneğin Birinci Kitap’ta ele aldığı Batı toplumlannda, feodal sınıfla boy ölçüşebilecek bir güce erişen ve sonunda, daha yoksul sınıflann da desteğini arkasına alarak feodalizmi yıkan bir orta sınıf doğabilmiştir. Bu orta sınıfın bu mücadeleyi kazandığı toplumlarda demokrasi yerleşir. Gene Batı’da, Almanya gibi, böyle bir orta sınıfın oluşamadığı toplumlar da vardır. Onun yokluğunda, modernleşme atılımı feodal sınıftan (Prusya’nın Junker’leri) gelmiş, sonuç da demokrasi değil, yukarıdan aşağıya bir otoriter/otokratik kapitalistleşme olmuştur. Orta sınıfın anlamlı ve etkili bir toplumsal güç olamadığı iki toplumda ise onun rolünü bir biçimde üstlenen inteîligentsia, geniş köylü kitlelerinin fiilî desteğini arkasına almayı başarmış, böylece 1917’de Rusya’da, 1949’da Çin’de, süregiden savaş koşullannın yarattığı yıkımın da yardımıyla komünizm iktidara gelmiştir (Barrington Moore bu iki devrim örneğinde proletaryanın oynadığı rolü önemsemez). Dolayısıyla Barrington Moore’un odak noktasının kırsal ekonomi, köylü yığmlan ve feodal mülk sahibi sınıflar olduğunu söyle12 yebiliriz. Militarizmden bir miktar dem vurmuştur, ama Junker’ler veya Samurai onun için toprak mülkiyetinde aldıkları yer nedeniyle önemli sosyopolitik aktörlerdir. Modernleşme sürecinde Ordu olarak oynadıkları rol ikinci planda kalır. 1973’te bunu okuduğumda kitabı genel olarak çok beğenmiş, kendi yapacağım Türkiye incelemesinde Barrington Moore yaklaşımından da yararlanmam gerektiğine karar vermiştim. Nitekim, şimdi ortaya çıkabilen bu kitapta oradan gelen temel yaklaşımlar kendilerini hissettiriyordur. Ama incelemeye o tarihlerde giremedim, çünkü Birikim dergisini çıkarma çabası ve başka birçok etken böyle kapsamlı bir kitabın talep ettiği zamanı bana bırakmıyordu. Birikim 12 Eylül’de kapandı; bir süre sonra üniversiteden ayrıldım. Bir bakıma, gereken “boş zaman”a kavuşmuş gibi oldum. Ama bu da çok süremedi, çünkü ilk yıllarda geçim kaygısı, sonra da İletişim Yaymlan’nı kurma çabası söz konusuydu. Ancak gene de, bu sırada yazmak istediğim ve yazacak zamanı bulamadığım kitabı düşünürken, Braudel okumaktan edindiğim bir başka kavramsal çerçeveyi de gözetmeye başlamıştım: Türkiye’nin “modernleşme” sürecine belirli “zamansallıklar” içinde bakmak. Bu örnek, “devlet” ile “toplum”un bir türlü “diyalog” kuramadığı bir temele oturuyordu. Öyle bir “diyalog” olmamasının sonucu “emir”lerden örülü bir “monolog” yapan bir “devlet” ve bu “emir”lerden kendini sıyırmaya çalışan bir “toplum” manzarası yaratıyordu. Bu bir süreçti, ama aynı zamanda önemli dönemeçler dönmüş, değişimlerden geçmiş bir süreçti. O tarihte bunlan düşünürken “uzun-vade”yi Tanzimat’tan başlatmaya karar vermiştim, çünkü bu, sürecin bütününü içinden biçimlendiren “Batılılaşma”nm, yani “medeniyet değiştirme” girişiminin “ilk” değilse de, en belirleyici başlangıç noktası gibi görünüyordu. Bu gene böyle kabul edilebilir. Ama o tarihle kitabı nihayet yazmaya başladığım zaman arasında benim bakışımda bazı değişiklikler olmuştu. Kitaba son şeklim bunlar verdi. Bunların 12 Eylül döneminden önce ufkuma girmeye başladığını söylüyorum. 12 Eylül Türkiye’de militarizmin doruğuna çıktığı dönemdir. Gene de, Türkiye’de militarizmin ne kadar köklü bir biçimde yerleştirilmiş olduğunu o birkaç yılda değil, sözde “sivile” döndükten sonra geçen yıllarda, bu yıllar içinde o rejimin bir türlü aşılamaması olayında daha iyi anladım. Dolayısıyla bu “vade”leri 13 de askere verdiğim bu yeni yere göre biraz değiştirdim. Başlangıcı Tanzimat değil, Vaka-i Hayriye olarak değiştirdim, çünkü, ilgili bölümde de açıklamaya çalıştığım gibi, öyle bir “hukuki” değişim, bu “askerî” değişim olmadan düşünülemezdi. Öte yandan, yeni Türk ideolojisinin başlangıcını bugüne biraz daha yaklaştırdım ve 93 Harbi’ni temel aldım. Çünkü bugün hâlâ yakamızı bırakmayan “yok olma korkusu”nun her şeyden çok bu olaya bağlı olduğunu görüyorum. Aynı zamanda, Vaka-i Hayriye “askerî” bir olay olduğu veya Sultan Aziz “askerî” bir hareketle hal edildiği halde, bu uzun dönemde Osmanlı toplumunda militarist bir ideoloji veya zihniyetten söz edilemez. Onun için benim “uzun-vade”m, 93 Harbi ile 1908 arasındaki yıllan içeriyor.
Murat Belge – Militarist Modernleşme – Almanya, Japonya ve Türkiye
PDF Kitap İndir |