Nadir Nadi – İki Sovyet Rusya ve Polonya

«Bütün Rusya’ların imparatoru» ortadan kalkalı on sekiz seneyi geçti. O zamandanberi Sovyetler Birliği rejimine dair her dilde, doğru yanlış yüzlerce kitab basıldı, binlerce makale yazıldı, konferanslar verildi. Böyle olduğu halde «Rusya» kelimesini duyduğumuzda hâlâ içimizi sonsuz bir merak sarıyor; geniş ufuklu Steplerin ardındaki yeni dünyayı görmek anlamak hırsiyle rahatımızı kaçırıyoruz. Gruzia vapuru yirmi dört saattenberi Karade-nizin dalgalariyle güreşmekte. Nerede ise akşam olacak. Hava karardıkça gökle denizi birbirinden ayır-detmek güçleşiyor. Gözlerim ufukta; Rus toprağının ışıklarını arıyorum. Rus toprağı! Dün akşam Galata rıhtı mından bu geminin merdivenlerine ayak bastığımdanberi bunu düşünüyorum. Rus toprağını uzaktan olsun biran evvel görmek merakı içindeyim. Bilmem beni fazla aceleci mi bulacaksınız? ♦ * * Fakat demiryolu arabasiyle gemi arasında bir fark olduğunu biliriz. İstanbul’dan Ostende’a giden bir tren, her hudud başında bir milliyet değiştirir; Bulgaristan’da Bulgar, Yugoslavya’da Yugoslav, İtal-yada Italyan olur. Halbuki dünyayı dolaşan bir gemi daima bayrağmı taşıdığı memleketin havasiyle örtülüdür. Gruzia’ya girerken işte bu havayı arıyorum. * * * Karşımda înturist’in yaptırdığı renkli, güzel bir reklâm, Meşhur Fransız artistlerinden Marie Bell’in imzasını taşıyan birkaç satır üzerinde şunları okuyoruz : «Buna sadece bir seyahat denemez. Bu, yeni bir dünyada yapılan bir seyahattir!» Yeni bir dünya! Bugün Rusya’da yirmi, yirmi beş yaşlarında milyonlarca adam var ki Çarlık devrini görmediler, o devri bilmiyorlar, tanımıyorlar.


Lenin inkilâbı ilk neslini yetiştirdi. ★ ★ * Birinci mevki yemek salonunun en görünecek bir yerinde Lenin’in fotoğraftan büyütülmüş, renkli bir resmi. Bürosunda Pravda gazetesini okuyor. Ressamın fırçası, Lenin’in çehresinden, fotoğraf makinesinin zaptettiği lüzumsuz teferruatı silmiş. Önümüzde açık aliliyle, kuvvetli bakışlariyle, az yetişen insanlardan birinin hayali duruyor. Yalnız, teferruatı silip anahatları meydana vuran bu tabloda bir nokta göze batıyor : Lenin’in kol düğmeleri. Evet, fotoğraf makinesinin bile ihmal ettiği bu küçük şeyi dalgın gözlere gösterebilmek için ressam epey boya ve daha ziyade emek sarfetmiş. Neden acaba? Cevabını kendi kendime veriyorum: Çünkü Le-nin’in kol düğmeleri, burjuvaların çoğunda olduğu gibi kıymetli bir madenden veya yarı kıymetli bir taştan değil de ondan… Leain’in kol düğmeleri en adi cinsindendir. Bunu böylece göstermek için sar-fedilen gayreti pek öyle lüzumsuz bulmıyalım: Kişiyi yapan kıyafetidir. ★ * * Vapur çok tenha. Yolcu olarak iki Rus ailesi bir Türk diplomatı, bir de ben varız. Yemek salonunda, kaptanın sofrası yolculardan daha kalabalık. Kaptan ve yanındakiler, etraflarına pek aldırmadan yüksek sesle konuşuyorlar, gülüşüyorlar. Sofrada hizmet eden garsonların tavrı çok mütevazi. Temiz elbiseleriyle ortalıkta beyaz gölgeler gibi dolaşıyorlar.

Herkesi memnun etmek için yürekten çalıştıkları belli. Onlarda ne Fransız garsonlarının küstahlığı, ne de İtalyanların sırnaşıklığı görülüyor, basit, babacan adamlar. Bir kusurları var, yabancı dil bilmiyorlar. Ve dündenberi benim mimik kabiliyetim sıkı bir imtihan altında. Sonra bu babacanlan «garson» diye çağıramıyoruz. Çünkü Rusya’da herkes tovariş’tir. Tovariş, yani arkadaş, yoldaş, i Ateşçilikten garsonluğa, çarkçılıktan kaptanlığa terfi edebilirsiniz, fakat sadece bir tovariş’siniz. Bu kelime bana Jean Deval’in bir piyesini hatırlattı. Tovariş, tiyatro edebiyatında yer tutacak olan güzel eserlerden biridir. Deval, bu eserinde vatan sevgisinin, sınıf ihtiraslarını ortadan kaldıran bir kuvvet olduğunu, san’atkârane bir şekilde iddia eder. Asil bir aileye mensub karı – koca iki Rus mültecisi; beraberlerinde getirdikleri mücevherleri birer birer satmak suretiyle Paris’te oldukça sefil bir hayat geçirmektedirler. Üzerlerinde Çarın akrabalarından bir prense ait birkaç milyonluk bir çek var. Herşeyleri bittiği zaman, o emaneti sarfetmektense, hizmetçilik yaparak hayatlarını kazanmayı tercih ediyorlar. Bir meb’usun yanındadırlar. Derken bir gün Sovyet Rusya’dan Parise bir diplomat geliyor, ödenmesi zamanı gelen bir istikraz meselesiyle uğraşacak.

Bu diplomat, hükümet nezdinde mühim bir nüfuzu olan meb’usu evinde ziyaret ediyor. Orada eski asilzadeleri görüyor, tanıyor. Diplomat, onlarda kıymetli bir çek bulunduğundan haberdardır. Onu alabilirse, istikrazın tediyesi meselesi kolayca halledilecek, istiyor. Neticede, uşaklık ve hizmetçilik yapan asilzadeler, kendileri sarfetmeğe cesaret edemedikleri yabancı bir parayı Rusya’ya karşı besledikleri sevginin hıziyle diplomata veriyorlar. Tovariş! * * * Dalgalar kesildi. Uzakta ışıklar görünüyor Odessa’nın önündeyiz. ODESSA Vapurun rıhtıma yanaşması uzun sürmedi. Fakat daha İstanbul’dan dört beş saatlik bir rötarla ayrıldığımız için yirmi üç buçukta kalkan Odessa-Moskova trenini kaçırdık. Artık yarm akşama! înturist benimle meşgul olmak üzere vapura birini göndermiş. Bu, basit fakat temiz giyimli, yirmi beş yaşlarında, sarışın bir genç kız. Bir seyyah rehberinin kadın, hele genç kız olması, yabancılara ilk önce tuhaf geliyor. Fakat hemen alışmak lâzım. Burada iş bakımından kadınla erkek arasında hiç bir fark yok. Çalışmak hak değil, vazife, istisnasız, herkes için vazife.

Kızla beraber otomobile bindik, beni otele götürüyor. Gümrük salonunun önünden geçerken, asker kıyafetli biri geldi. Bu da bir kadın. Eşyalarımın muayene edilip edilmediğini sordu. Rehberimin verdiği teminata rağmen, vapurda gümrük memurları tarafından bavullarımın üzerine yapıştırılan kırmızı kontrol kâğıdlarını ayrı ayrı ve dikkatle gözden geçirdikten sonra «gidebilirsiniz» gibi bir işaret verdi. Ayrıldık. Yanımdaki kıza döndüm : — Demek artık Rusya’dayız! Dedim. Ciddî bir tavırla beni tashih etti: — Sovyetler Birliği deseniz daha iyi olur! dedi Evet, Sovyetler Birliği. Zaten tabir doğru olsaydı bile onu burada kullanmam gene yanlıştı. Öyle ya burası Ukrayna; Sovyetler Birliğini teşkil eden cumhuriyetlerden bin. Uzun asırlar Polonyanın himayesinde Osmanlı padişahlarına ve Kırım hanlarıtıa karşı Slavlığı müdafaaya çalışan Ukrayna! * * « Muntazam, fakat tenha sokaklardan geçiyoruz. Saat henüz gecenin on biri olduğu halde ortada ancak tektük, kürklere, gocuklara sarılmış insanlar dolaşıyor. Bu saatte İstanbul sokakları biraz daha canlıdır galiba. * * * Londra otelinde bana şahane bir daire verdüer. Çok büyük bir salonum var.

Mobilya biraz Rus tarzını hatırlatıyor. Arkalığı yüksek, koltuklar. Duvarda eskiden kalma, yağlıboya bir tablo. Yazı masasında,’ üzerine mum dikilmiş şamdanlar var. Çoktandır eski zaman ışığına hasretim. Mumlan yaktım, elektrikleri söndürdüm ve masanın başma geçtim. Ortalığa bir heybet geldi. Eşyalar daha büyük, mesafeler daha uzun. Ve bu masanın başında, şamdanların titrek ışığı arasında oturan ben, evham getiren korkak bir Çara benziyorum! Duvardaki resim, nerede ise canlanacak, çerçevesinden fırlayıp önüme dikilecek. Koltuklann arkasında, gizlenmiş adamlar var gibi. Duvardaki gölgeler, uzayıp kısalıyorlar. Elektrik düğmesini çeviriyorum. Oh dünya varmış! Bir gazetecinin fantezi yapması doğru değil. * * « Şehri geziyoruz. Opera, İhtilâl müzesi, Stadyum, Richelieu’nün heykeli; Lenin, Lassal, ıtosa Luxemburg caddeleri; daha ötede liman denilen çamur banyoları.

Sinema şeridi hıziyle önümden geçen bu manzaralardan iki gün sonra hangisini hatırlayabileceğim? Gözüm halkta. Ona bakıyorum. Onu duymak istiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir