Von Kress – Son Haçlı Seferinde Kuma Gömülen İmparatorluk

Asıl maksadım, Dünya Savaşı esnasında Sina Çölü ile Filistin’de cereyan eden olayların tarihi bir hatırasını tesbit etmekti. Maalesef bu arzunun yerine getirilmesinden vazgeçmek mecburiyetinde kaldım; çünkü bu olaylara ait dosyaların hemen tamamı Alman Islah Heyeti’nin İstanbul’dan göçü esnasında kaybolmuştu. Hâlbuki ilmî tenkitlere mukavemet etmesi gereken harp tarihi, belgelere dayalı esaslar mevcut olmaksızın yazılamaz. Diğer taraftan kendi kendime diyordum ki, ben üç sene süren bu harbin muhtelif sahalarının emir ve komuta makamlarında bulundum ve belki dosyalar olmaksızın da olayların büyük ölçüde doğru bir tasvirini yapabilecek ve böylece harp tarihi sahasındaki bir boşluğu doldurabilecek yegâne kişiyim. Bundan başka, harp arkadaşlarıma ve muhariplerimize karşı, kendilerinin çölde ve Arz-ı Mukaddes’teki icraat ve faaliyetlerinden –harp tarihi olan bir eserde değilse de harp hatıraları şeklinde– daha geniş muhitlere malûmat vermenin bir borç olduğunu zannediyorum. Yazılarım; şahsî hatıralara, günlük muhtıra notlarına, harp esnasında yazdığım mektuplara, harpten sonra Almanya’da yayınlanmış olan tek tük tasvirlere ve Filistin Seferi hakkındaki hâdiseleri objektif mahiyeti itibarıyla doğru görmüş olan, çok bol İngiliz harp tarihi eserlerine dayanmaktadır. Ben dört sene şanlı Osmanlı ordusunun üniformasını taşımak şerefiyle övündüm. Bu müddet zarfında Türk ordusu mensupları tarafından bana gösterilmiş olan iyi arkadaşlık ve hakiki dostlukları şükranla yâdediyorum. Gerek bu ordunun büyük icraatı, gerekse birçok ihtilâl ve üç talihsiz harp neticesinde zayıf düşmüş olan Türk devletinin Dünya Savaşı esnasında maruz kalmış olduğu büyük zorluklar için bugün dahi samimi bir hayranlık hissetmekteyim. Osmanlı Hükümeti’ni mukavemete hazır hâle getirmek için Merkezî Devletler ve bilhassa Almanya tarafından yapılan büyük fedakârlıkların, Türkiye’nin ittifak kabiliyeti için yerinde olup olmadığına dair başlangıçta bir şüphe ortaya çıkmışsa da, bugün bu fedakârlıkların beyhude olmadığı kesin olarak açığa çıkmış bulunmaktadır. Fakat ne biz Almanların sadık müttefikimize karşı olan şükran borcumuz, ne de şahsî dostluk ve sempatiler, hatıralarımda o vakitki genç Türk hükümetiyle ordusunda görülen zaaflardan veyahut her yerde olduğu gibi bizim harp sahnemizde de yapılan hatalardan ve biz Almanların Türk müttefikimizle yaptığımız işbirliğinde mücadele etmek mecburiyetinde kaldığımız zorluklardan –her vakit kendi kabahatimiz olmaksızın değil– bahsetmekten beni alıkoyamamıştır. Olayların ancak samimî ve açık olarak tasviri neticesinde okuyucularımız Sina ve Filistin’de harbeden müttefik kıtaların başardıkları işlerin azameti hakkında bir fikir edinebileceklerdir. Ancak hiçbir şeyi olduğundan fazla güzelleştirmemekle ve hiçbir şeyi söylememezlik etmemekle –biz Almanlar tarafından yapılan hataları da– gelecekteki nesil; ideoloji, âdet ve alışkanlıkları itibarıyla bizden tamamen ayrı olan bir müttefikle ortak hareket sonucunda elde edilmiş olan tecrübelerden belki bir ders alabilecektir. Yalnız okuyucularımın şunu da gözden kaçırmamaları lâzımdır ki, ben bugünkü Atatürk neslinden değil, doğrudan doğruya Osmanlı İmparatorluğu’ndan meydana gelmiş olan genç bir Türk hükümetinden bahsediyorum. Harp hatıralarımı harbin bitiminden pek uzun bir zaman sonra halka açıyorum.


Çünkü ben, biz insanlara şahsen katıldığımız ve kısmen şahsen sorumlu olduğumuz olayların objektif bir tasvirinin, ancak o olaylardan uzun bir müddet geçtikten sonra mümkün olabileceği fikrindeyim. Hükümlerimizi, tesiri altında tutan şahsî görüşlerden kurtarabilmek uzun senelerin geçmesine bağlıdır ki, bu görüşler pek sık olarak ve bilhassa ittifaklı harplerde şahsî hoşnutsuzluklar, incitilmiş gururlar ve karşılıklı küskünlüklerden ileri gelmektedir. Bundan önceki yayınımızla olan birkaç aykırılığın sebebi, şimdiye kadar henüz karanlıkta kalmış olan bazı hususların, Filistin Seferi hakkında yeni yayınlanan İngiliz eserleriyle aydınlanmış olmasındandır. 1914 senesinde Bavyera Krallığı ordusundan ayrılarak Alman Islah Heyeti’nin bir üyesi olarak yarbay rütbesiyle Türk ordusuna katıldım. Başlangıçta Türk Topçu Atış Okulu Müdürü olarak istihdam edildim. Aynı senenin Haziran’ında Türk Harbiye Nezareti’nde yeni kurulacak olan seferberlik kısmının şefliğini üstlenmek üzere çağrıldım. Temmuz’da Türk Ordusu Genelkurmay Başkanı Albay Bronsart von Schellendorf hastalanmıştı. Şimdiye kadar olan işlerime devam etmek şartıyla kendisine vekâlet etmek emrini aldım ve Dünya Savaşı başlayıncaya kadar bu vazifede kaldım. 1 Ağustos 1914’de Osmanlı İmparatorluğu ile Merkezî Devletler arasındaki ittifak andlaşması Sadrazam Sait Halim Paşa’nın konağında akşam geç vakit imza edildi. Daha 1914 senesi başında Türkiye Hükümeti, Almanya’ya bir ittifak teklifinde bulunmuştu. Fakat o vakit gerek İstanbul’daki Alman Sefareti, gerekse Berlin’deki Hariciye Nezareti bir ihtilâl ve üç talihsiz harp neticesinde zayıf düşmüş olan genç Türk Hükümeti’nin ittifak kudretinin yetersizliğini göz önüne alarak Türkiye ile bir ittifak akdinin reddedilmesi görüşünü gütmüşlerdi. Fakat İmparatorun ileri görüşlülüğü sayesinde bu husustaki bütün bağlar koparılmamış ve uzatılan müzakerelerle harp başlar başlamaz ittifakın akdi yine mümkün olabilmişti. Türkiye o zaman harp yorgunu idi. Ne ordu, ne de memleket harbe hazırdı. Orduda ve millette Balkan Harbi’nin ağır hezimetlerinin hatıraları henüz pek canlı idi.

Kamuoyu hiçbir şekilde Merkezî Devletlerle bir ittifak akdine hazırlanmamıştı. Muktedir subaylar, talim ve terbiye görmüş erler, her türlü harp malzemesindeki kayıplar henüz ikmal edilmemişti. Osmanlı Hükümeti’nin maliyesi ve malzeme kaynakları tükenmişti. Genç Türk rejimi memleket içinde henüz kuvvet bulmamıştı. Genç Türkleri iş başına getiren 1908 ihtilâlinde, kendi talihlerini Allah’ın iradesine büyük bir itaatle teslim etmiş olan halk kütlelerinin yükselmesi değil, aksine Sultan Abdülhamid’in zalim ve gerilemeye yüz tutmuş idaresine karşı genç Osmanlı aydınlarının bir kısmının isyanı ve baskı altında bulunan milletin aydın tabakasının en ileri gelen temsilcilerinin başkaldırması etkili olmuştu. İhtilâl neticesinde millete vaad edilen gençleşme davasını gerçekleştirmek gibi ağır mesuliyetli vazifeler karşısında bulunan daha nisbeten pek genç sayılan kimseler, mukaddes bir gayret ateşiyle yanmaktaydılar ve heyecanlar içerisinde kendilerine güvenen bir hisle ideallerinin peşinden koştular. Fakat maalesef birçok hallerde olduğu gibi ne iktidar, ne bilgi ve ne de tecrübeleri bu gayretle orantılı değildi. Fazla gayretkeşlikle birdenbire pek çok işler yapmaya kalktılar. Bunlar kendi kuvvetlerine fazla güvenerek ve ruhî azametten de daima soyutlanmadan General Feldmareşal Baron von der Goltz’un çok değerli eserinde (Genç Türkiye’nin Hezimeti, Berlin 1913) pek yerinde ifade edildiği şekilde; “Sert ve şiddetli bir istibdatla idare edilen bir memleketten çarçabuk meşrutî bir Türk hükümeti yapmak istiyorlardı”. Bundan dolayıdır ki, daha Balkan Harbi’nin başlamasından önce kamuoyunda ve bilhassa orduda, milletin yeni ve siyasî, askerî önderlerine karşı geniş ölçüde bir güvensizlik baş göstermişti. Cebren yapılan her inkılâpta olduğu gibi, Genç Türk ihtilâlinden sonra da, doğru hüküm vermekten âciz olan kütlede iş başına gelenlerin bütün vaadlerini hemen yerine getiremeyeceklerine, işlerin yeni düzeni hakkındaki mübalağalı ümitlerinin aldatıcı olduklarına dair kuvvetli bir güvensizlik hissi ortaya çıkmıştı. İktidardaki İttihat ve Terakki Komitesi’nin seçmenlerine karşı yaptığı pervasız tahakküm, yeni seçim hakkının oluşturduğu sevinci önemli ölçüde azaltmıştı. Sarayın kayırma siyaseti sadece İttihat ve Terakki’ye geçmiş ve yaptığı fenalıklar da eskisinden daha az olmamıştı. Parti delegeleri bir Abdülhamid devrinin hafiyeleri gibi aynı baskı ve şiddeti icra ediyorlardı. Sürekli olarak kabine değişmesi, yeni hükümet sisteminin maksada uygun olmasında ciddî şüpheler uyandırıyordu.

Memleket halkı, köylü yeni düzenin kendisine getirdiği iyiliklerden henüz bir şey anlayamamışlardı; çünkü ezici, bunaltıcı vergi yükünü Genç Türkler de azaltmaya muvaffak olamıyordu. Hulâsa siyasi sistemin değişmesiyle, bu değişiklikle birlikte ortaya çıkması zarurî olan olumsuzlukların hepsi meydana çıkmıştı. Bütün bu haller Genç Türk rejiminin kuvvetlenmesini geciktiriyor ve her ne kadar açıkça başkaldırması mümkün olmayan, fakat kamuoyu ve memleketteki ruh hâli üzerinde küçümsenmeyecek derecede bir etki yapan muhalefeti de kuvvetlendiriyordu. Yeni Türkiye’yi idare edenlerin vazifeleri, eski Osmanlı Devleti’nin bir ulus devlet olmayıp aksine hedef ve menfaatleri birbirinden ayrı milletlerden oluşan bir hükümet olması dolayısıyla son derece güçleşiyordu. Bu farklı ırklardan, dinlerden ve kültürlerden oluşan karma devlet, tek ve birleşik bir millî ülkü ile değil, yalnız baskı, şiddet ve farklı ırk ve zümrenin adetlerine göre alınan tedbirlerle idare edilebiliyordu. Memlekette çok mühim bir ekseriyeti temsil eden Rum unsurlar, Bizans İmparatorluğu’nun yeniden kurulması hulyası peşinde idiler. Ermeniler de Türk esaretinden kurtulmak için mücadele ediyor ve Türkler aleyhinde hemen bütün dünyada pek faal bir propaganda yapıyorlardı. Arap vilâyetlerinde – Fransa ve İngiltere’nin yardımıyla- Türkiye’den ayrılmak için kuvvetli bir hareket baş göstermişti. Kürtlere gelince, bunlar sürekli isyan eden ve kendilerine güvenilmeyecek olan bir cemaat idiler. Bu şartlar altında Osmanlı Hükümeti’nin, başlamakta olan Dünya Savaşı’nda takip edeceği siyaset hakkındaki fikirlerin birbirinden pek ziyade aykırı olacağına hayret etmemek gerekir. Bu ortamda harp siyasetini ilgilendiren işlerde sempatilerin, antipatilerin, ticarî menfaatlerin mühim bir rol oynadıklarına şüphe edilmez. Türk halkının büyük çoğunluğu barış taraftarı ve Türkiye’nin tarafsız bir memleket olarak bütün harp kargaşalıklarından uzak kalacağını ümit ediyordu. Küçük bir azınlık da İtilâf Devletleriyle ittifakı arzu ediyordu; yalnız sayısı pek az olan askerlerle siyaset adamları Türkiye’nin Merkezî Devletlere katılması fikrini destekliyorlardı. Türkiye’nin derhal harbe girmesini isteyen ve bunu mümkün görenlerin sayısı çok azdı. Bütün muhalif akımlara karşı koyarak Türkiye’nin Merkezî Devletlere katılmasını sağlayan iki kişinin, Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Dâhiliye Nazırı iken sonradan Sadrazam olan Talat Paşa’nın bu işteki hizmetleri cidden büyük takdire lâyıktır.

Bunlar daha o vakit, İtilaf Devletlerinin zaferiyle bitecek bir harpten sonra Türkiye’nin aralarında paylaşılacağına ve bu tehdit eden ölümden kurtulabilmek için yegâne çarenin Merkezî Devletler’e katılmak olduğunu büyük bir açıklıkla takdir eden pek az Türk politikacılarından idiler. Bu iki zatın takip ettiği siyaset, Türkiye’yi başta ağır hezimetlere sürüklemiş olsa da, Atatürk tarafından bugünkü Türkiye’nin kurulmasında bu hezimetlerin yadsınamaz birer etken olduğuna kanaatimce şüphe yoktur. Türkiye’nin derhal savaşa girmesi hususundaki Alman Başkomutanlığı’nın ısrarına rağmen Türk Hükümeti, –bilhassa Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın tesiri altında– önce tarafsız kalmaya ve seferberliğini tamamladıktan sonra harekete geçmeye karar verdi. Geçmişe bakılacak olursa bugün, Türk seferberliğinin yavaş ilerlemesi ve askerî harekâtla ilgili nakliyatın pek uzun sürmesi açısından bu kararın tamamen doğru olduğuna işaret etmek lâzımdır. Avrupa kıtasındaki askerî hükümetlerde alışık olunduğu üzere bir plan dairesinde seferberliğin hazırlanmasını o vakitki Türkiye bilmiyordu. Hemen her şey bir hazırlık yapılmaksızın icra edilmekteydi. Ancak harbin başlamasından bir-iki hafta sonra Türk Harbiye Nezareti’nde idarem altında bir seferberlik şubesi kurulmuştu ve biz de seferberlik emri verildiği zaman işe, Alman seferberlik nizamnamelerinin Türkiye’deki hal ve şartlara göre değiştirilmesiyle başlamıştık. Harekât ve seferberlik nakliyatı, Türk demiryolları ağının gelişmesindeki yetersizlikten ve bu yolların askerî nakliyat işlerindeki kudret ve kabiliyetlerinin azlığından ve geçilmesi gereken mesafelerin uzunluğundan dolayı fevkalade uzun bir zamana ihtiyaç gösteriyordu. Seferberliğin tamamlanmasından ve Türk ordularının yığınağından önce İtilâf kuvvetleri tarafından Çanakkale ve İstanbul’a karşı yapılacak toplu bir taarruz yalnız Türkiye için bir felâket olmakla kalmaz, aksine müttefikleri için de kötü sonuçlar doğurabilirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir