“Yok! Mangosten [1] istemiyorum.” Anderson Lake uzandı, parmağıyla gösterdi: “Şuradakinden istiyorum. Kav pollamayi ni kap. Kırmızı kabuklu ve yeşil tüylüsünden.” Köylü kadın tembul cevizinden [2] kararmış dişlerini göstererek gülümsedi ve ardındaki meyve piramidini işaret etti. “Un ni çay may ka?” “Hah. Ondan işte. Kap.” Anderson başıyla evetledi ve zoraki gülümsedi. “Neydi bunların adı?” “Ngaw.” Kadın, s olmaması gerekirdi. Dün yoktu. Dün, Bangkok tezgâhlarında bu meyveden bir tanecik dahi yoktu; oysa bugün, yırtık pırtık muşambasının gölgesinde yere oturmuş köylü kadının iki yanında birer piramit yükseliyordu. Kadının boynundan sallanan, kalori şirketlerinin tarımsal salgınlarına karşı koruyucu altın Fra Süb muskası Anderson’a göz kırpıyordu. Keşke bu meyveyi doğal ortamında, dalından sarkarken ya da bir çalının yaprakları arasındayken inceleyebilseydi. Daha fazla malumatla cins ve aileyi tahmin edebilir, Tayland Krallığı’nın kazıp çıkarmaya çabaladığı genetik geçmişten bir fısıltı yakalayabilirdi ama elinde hiçbir ipucu yoktu. Kayağan ve saydam ngaw topağını ağzına attı. Doğurganlık ve şeker yüklü bir tat yumruğu patladı ağzında. Yapışkan çiçek bombası diline yayıldı. Mısırlar arasında yalınayak bir çiftçi çocuğuyken Iowa’daki HiGro tarlalarından birinde, Ortabatı Kompakt firmasının toprakbilimcilerinden birinin verdiği ilk akide şekerine kaydı zihni. Koca bir yaşamı mahrum geçirdikten sonra ağzında patlayan tat —gerçek tat— bombasının sarsıntısını yaşıyordu. Güneş yağıyordu adeta. Alışverişçiler koşuşturup pazarlık yapıyordu. Hiçbiri erişmiyordu Anderson’a. Ngaw’u ağzında evirip çeviriyor; gözleri kapalı, geçmişi, bu meyvenin bir zamanlar yeşermiş olması gereken zamanların, sibiskozun ve Japon gen-kırma kurtçuklarının ve habbe pasının ve skabis küfünün coğrafyaları yerle bir edişinden önceki zamanların tadını alıyordu. Bayıltıcı tropik güneş altında, etrafı kesime giden tavukların çığlıkları ve su bizonlarının homurtularıyla çevrili Anderson cennetteydi sanki. Grahamcı olsaydı kesin dizlerinin üzerine çöker ve Cennet Bahçesi tadının geri dönüşüne coşkuyla şükrederdi. Kara çekirdeği avucuna tükürdü. Tarihteki botanikçilerin ve kâşiflerin, yeni türlerin peşinde yeryüzü cengellerini delip geçmiş adam ve kadınların gezi notlarını okumuştu. O kitaplardaki keşiflerin, elindeki şu meyveyle karşılaştırılması mümkün değildi. Hepsi keşif peşinde koşmuştu o insanların. Anderson’sa bir diriliş bulmuştu. Köylü kadın malını satacağından emin, gülümsüyordu. “Ao gi kilo ka?” Ne kadar vereyim? “Güvenli mi bunlar?” Kadın arkasındaki kaldırım taşlarına yaydığı Çevre Bakanlığı sertifikalarını işaret ederek teftiş tarihlerini gösterdi. “Taze ürün,” dedi. “Üst kalite.” Anderson parıldayan mühürlere baktı. Kadının, sekizinci nesil habbe pasına bağışıklığın yanında 111.mt7 ve mt8 sibiskozlarına direnci belgeleyecek tam teftiş süreciyle uğraşmak yerine, mühürler için muhtemelen Beyaz Gömleklere rüşvet verdiğini düşündü. İçindeki alaycı ses, ne fark edecek, diyordu. İnce işli mühürler, mühür olmaktan çok, bu tehlikeli dünyada insana güven vermeye yarayan birer tılsım işi görürlerdi. Sibiskoz salgını tekrar başlasa bu mühürler hiçbir işe yaramayacaklardı. Çünkü gelen yeni bir sibiskoz çeşidi olacak, önceki türler için yapılmış eski testlerin hepsi geçerliklerini yitirecek ve sonrasında insanlar Fra Süb muskalarına ve Kral XII. Rama resimlerine dua edecek ve ürünleri kaç Çevre Bakanlığı mührü süslerse süslesin, hepsi birden kan tükürten öksürüklere boğulacaklardı. Anderson ngaw çekirdeğini cebine attı. “Bir kilo alayım. Hayır… İki. Song.” Pazarlık zahmetine girmeden uzattı keten heybesini. Kadın ne fiyat talep ederse etsin az gelecekti. Mucizelere paha biçilemezdi. Kalori vebasına dirençli veya nitrojeni daha verimli kullanan bir gen, kârları patlatırdı. Aslında çarşıya dönüp etrafına şöyle bir baksa gerçeğin her yanda kendini gösterdiğini görecekti. Ara sokak, U-Tex pirincinin korsan gen-kopya çeşitlerinden kızıl tavuğa kadar ne varsa satın alan Taylandlılarla doluydu. Ama bunların hepsi AgriGen, PurCal ve TotalBesin Holdinglerinin bir önceki gen-kırma çalışmalarına dayanan eski yenilikler, Ortabatı Kompakt’ın araştırma laboratuarlarının izbelerinde üretilmiş, eski bilimin meyveleriydi. Ngaw farklıydı. Ortabatı’dan gelmiyordu ngaw. Tayland Krallığı başkalarının kafalarının çalışmadığı yerlerde çalıştırıyordu kafasını. Hindistan, Burma ve Vietnam gibileri kalori tekellerinin kapısında aç biilaç dilenerek domino taşları misali art arda devrilirken Tayland gelişiyor, serpiliyordu. [8] Ne aldığına bakmak için birkaç kişi durakladı ya, ödenen fiyat Anderson’a az gelse bile herhalde kendilerine fazla geldiğinden, oyalanmadan geçip gittiler. Kadın ngaw dolu heybeyi uzattığında Anderson zevkten kahkaha atmak üzereydi ama kendisini tuttu. Bu tüylü meyvelerden bir tekinin bile var olmaması gerekirdi. Heybesinin ağzına kadar canlı trilobitle [9] dolması gibi bir şeydi bu. Eğer ngawın kökenine dair tahmini doğruysa, bu meyve, bir Tyrannosaurus Rex’in Sukumvit Yolu’nda [10] görülmesi kadar şok edici bir ‘yok oluştan geri dönüşü’ temsil ediyor demekti. Öte yandan, nesillerdir kimsenin görmediği patlıcangiller ailesinin çarşının her yanına tepeleme yığılı üyeleri patatesler, domatesler ve kırmızıbiberler için de aynı durum söz konusuydu. Bu batan kentte her şey mümkün görünüyordu. Meyve ve sebzeler mezarlarından çıkıyor, caddelerde soyu tükenmiş çiçekler açıyordu ve tüm bunların ardında Çevre Bakanlığı’nın kayıp nesillerin genetik malzemeleriyle yaptığı sihir yatıyordu. Meyve dolu heybesini sırtına vurdu, kalabalığın arasından geçerek soi çarşısının ardındaki caddeye çıktı. Sel baskınına uğramışçasına sabah işe gidenlerle dolu IX. Rama Yolu’nun trafiği selamladı Anderson’ı. Bisikletler, bisikletli çekçekler, mavili-karalı su bizonları ve kocaman, sarsak megodontlar… Anderson’ın gelişiyle Lao Gu döküntü bir iş hanının gölgesinden çıktı, sigarasının yanan ucunu iki parmağı arasında özenle söndürdü. Yine patlıcangiller. [11] Her yerdeydiler. Dünya’nın başka hiçbir yerinde bulunmuyorlardı ama burası patlıcangiller kaynıyordu. Lao Gu söndürdüğü sigarasını sökük gömlek cebine tıkarak Anderson’ın önünden bisikletli çekçeklerine koştu. İhtiyar Çinli yırtık pırtık bezlere bürünmüş bir korkuluktan öte değildi ya, gene de şanslıydı. Halkının çoğu ölüyken Lao Gu hâlâ yaşıyordu. Diğer Malezyalı sığınmacılar mezbahalık tavuklar misali, cehennem sıcağı Yayılım gökdelenlerine tıkıştırılmışken kendisi çalışabiliyordu. İncecik kasları ve Singha sigaralarına yetecek parası vardı. Diğer sarı kart sığınmacılarının gözünde kral kadar şanslıydı. Bisiklete oturdu ve Anderson’ın arkadaki yolcu yerine yerleşmesini sabırla bekledi. “Ofise,” dedi Anderson. “Bai Kap.” Ardından Çinceye geçti. “Zu ba.” İhtiyar pedallara yüklendi ve trafiğe daldılar. Girişlerine sinirlenen diğer bisikletçilerden sibiskoz alarmını andıran zil sesleri yükseldi. Lao Gu aldırmadı, kalabalığa iyice daldı. Anderson’ın eli bir tane daha almak üzere heybeye uzandı. Son anda durdurdu kendisini. Obur çocuklar gibi tıkıştırılmayacak denli değerliydi ngaw. Taylandlılar geçmişi eşelemenin yeni bir yolunu bulmuşlardı ve Anderson’ın tek isteği, elindeki kanıtlarla doyasıya ziyafet çekmekti. Parmaklarını heybenin üstünde tıpırdattı; kendisini kontrol etmeye çabalıyordu. Dikkati dağılsın diye ceplerini aradı, paketinden bir tane sigara çıkardı. Ateşe bakarak tütünü içine çekti; Tayland Krallığı’nın ne büyük başarılara eriştiğini, patlıcangillerin yaygınlığını ilk keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlığı hatırladı. Sigarasını tüttürürken Yates’i düşündü. Aralarında içten içe yanan dirilmiş tarihle karşı karşıya oturduklarında adamın yaşadığı düş kırıklığını hatırladı. “Patlıcangiller.” Yates’in kibriti Yaşam-Yayı’nın loş ofisinde ışıldamış, sigaranın ucuna dokunan alev, çektiği derin nefesle adamın al yanaklarını aydınlatmış, pirinç kâğıdı çıtırdayarak yanmaya başlamıştı. Sigaranın ucu parıldamış ve Yates nefesini vererek, dumanını tavanda bunaltıcı sıcağa karşı tıknefes debelenen pervaneye yollamıştı. “Patlıcan. Domates. Biber. Patates. Yasemin. Nicotiana…” Sigarasını göstererek kaşını kaldırmıştı. “Tütün.” Gözlerini kısarak bir nefes daha çekmişti. Şirketin gölgeli masaları ve pedallı bilgisayarları sessizlik içinde bekliyorlardı. Akşamları fabrika kapandıktan sonra, boş masaları başarısızlığın coğrafyasından öte bir şey sanmak mümkündü. İşçiler evlerine anca gitmiş, bir sonraki zorlu iş gününü bekleyerek dinleniyorlardı herhalde. Tozlu sandalyeler ve pedallı bilgisayarlar aksini söyler gibiydiler ama mobilyaya inmiş gölgeler ve maun panjurlardan sızan ay ışığıyla birlikte loşluk, gündüz burada yaşananları tahmin edilir kılıyordu. Tepelerinde pervaneler ağır dönüşlerini sürdürüyor, fabrikanın merkezî burgu-yaylarından düzenli kinetik enerji çeken, tavana zincirli Laos lastiğinden motor kayışları gıcırdıyorlardı. “Taylandlıların şansı laboratuarda yaver gidiyor,” demişti Yates. “Ve işte hop, karşımdasın. Batıl inançlılardan olsaydım seni de domatesleriyle birlikte üretiverdiklerini düşünürdüm. Her organizmaya bir avcı lazım anlaşılan.” “Ne kadar ilerlediklerini bildirmen gerekirdi,” demişti Anderson. “Tek sorumluluğun bu fabrika değildi.” Yüzünü buruşturmuştu Yates. Yüzü tropik çöküşün resmiydi adeta. Çatlak damarlar yanaklarındaki pembemsi ırmakları çiziyor, patlıcansı burnunu iyice öne çıkarıyordu. Kentin gübreye boğulmuş havası kadar sisli, çipil mavi gözlerini kırpıştırarak, “Kuyumu kazacağını tahmin etmeliydim,” demişti. “Kişisel bir şey değil.” “Ömrümü verdiğim iş sadece…” Sibiskoz başlangıcını akla getiren kuru bir sesle gülmüştü. Yates’in AgriGen’in diğer tüm çalışanları gibi yeni hastalıklara karşı aşılandığını bilmese çıkardığı ses üzerine derhal kaçardı Anderson. “Buraya yıllarımı verdim ben,” demişti Yates, “kişisel değil diyorsun bir de.” Elini üretim katına bakan pencerelere doğru sallamıştı. “Yumruğum büyüklüğünde, bir megajul güç tutabilen burgu-yayları yaptım ben. Ağırlık-kapasite oranında piyasadaki tüm yayları dörde katlarlar. Ben burada enerji depolama devriminin başında duruyorum, sen gelmiş hepsini çöpe atacağım diyorsun.” Öne eğilmişti. “Benzinden bu yana bu denli taşınır güce sahip olmamıştık hiç.” “Bir de üretebilseydin.” “Ona da yaklaştık,” diyerek direnmişti Yates. “Sadece alg banyoları… Bir onları düzeltemedik.” Anderson’ın yanıt vermeyişini teşvike yormuştu. “Temel fikir gayet sağlam. Banyolar yeterli miktarda üretmeye bir başlasın—” “Patlıcangilleri piyasada görür görmez haber vermeliydin bize. Taylandlılar neredeyse beş mevsimdir patates yetiştiriyorlarmış. Bir tohum bankası buldukları kesin ama senden hiçbir rapor gelmedi.” “Benim saham değil. Enerji depolamacıyım ben. Üretimci değil.”

Paolo Bacigalupi – Kurma Kız
PDF Kitap İndir |