Ergün Hiçyılmaz – Meyhaneler

Yaşanmış ve yaşanacak hayatlarda bilumum hanelerde meyhanelerin apayrı bir yeri var. “Var” olanı, “Yok” saymak ve görmemezlikten gelmek ve kendimizin de içinde olduğu hayat sayfalarını kapatmak … Giderek hatıratlara kadar uzandı. Edebi çevrenin içinde olanlar, bir nebze bu konuda daha duyarlı davranıyor. Hatıratların diğer yanını teşkil eden dışişlerinden içişlerine, siyasetten bürokrasi ve basın dünyasına kadar geniş bir kesimde mümkün olduğu kadar “Mey” dünyasına değil masa, sayfa bile ayırmıyor. Çünkü bu kendisinin de içinde olduğu dünyaya yer vermesiyle o kişinin toplumdaki ağırlığı ve ciddiyeti kaybolacak. Sadece bu noktada değil, diğer ayrıntılarda gösterilen otokontrol gayretiyle ortaya çıkanlar belgesel nitelikte olmuyor ve basınla sosyal tarihe katkıda bulunamıyor. Bu bakışı hem bedenin hem de düşüncenin yaşlanma döneminde hissedenlerin yayını eşi dostu kırmamaya yönelik, fincancı katırlarını ürkütmemek gibi bir temele oturuyor. Ne olması gerek? O zaman ya yazma ya da “Hatırladıklarım veya hatırlamak istediklerim” gibi derlemeye yönelik bir çerçeve çiz. Kitabımızı hazırlarken mekanları ve paylaşılan alemleri dile getirmeye çalışırken, en dikkat ettiğimiz nokta, bizim buralarda olup olmadığımız kadar yola revan oluşumuzdaki amaç öne alındı. 11 Ergun Hiçyılmaz İnsanlar bu alemi nasıl paylaştıkları kadar, neden paylaştıktan da önemli olmalıydı. Paylaşıldığı dönemlerde bir dubleden şişelere uzanan alemin başlama yaşı ile nedeni kişilere göre değişiyordu. Aşk mı, meslek kavgası mı neydi sebep? Şehirlere, kasabalara göre değişen, İstanbul, İzmir ve Adana gibi nüfus, kültür ve ekonomik açıdan daha bir yoğunluk kazanan toplumsal hayat doğal olarak da konuya bakışımızı derinleştirecekti. Bu derinliği dikkate aldık. Dip neredeydi? Şüphesiz bu sorunun yanıtı kendimizde olmalıydı. Bu nedenle ilk gençliğin yaşandığı Eskişehir ve buna bağlı meslek hayatından derinliğe inmem gerektiğini düşündüm. Böylece kendimizin sosyal topografyasını çıkarırken yaşanmış alemin ilk bulgularına gidişim, ardından İstanbul ve diğerlerine ulaşmamı sağladı. Meselenin tarihi ve benden öncekilerin tetkiki ile son yaşanmış bilgi ve belgelere ulaşmak.la konuyu pekleştimıiş oldum. Elbette bu alemin içinde adı az geçen veya hiç geçmeyen yüzlerce meslektaşım, arkadaşım var. Onları basın, sinema, tiyatro veya eğlence ile müzik konularında ele almanın daha doğru olacağı kanısındayım. Çalışmamız, hayatımızı süsleyen masalar ile kadehler karşı­ . tı bir kitap değildir. Ya da sponsorla beslenmiş, övgülerle bezenmiş de değildir. Konuya eğilmiş olmamız Osmanlı’ dan itibaren onca devlet yasağına rağmen kanunlara, yönetmeliklere rağmen, bu hayat yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Bir yandan sağlığa aykırı kampanyası, bir yandan ülkenin vergi olarak en fazla yararlanılan ve yapılan “zam”larla birincil derecede önemsenen bu konuyu çengisinden köçeğine, kantocusundan mahbubuna kadar çeşitlilik içinde ele aldık … Büyük meyhaneler ve kişiler anlatımında ilk defa karşılaştığımız örnekleri takdim ettik… Özellikle İstanbul, Galata veya Samatya’da son dönemlerde Beyoğlu’nda rastlayacağımız kadın meyhane patronlarını 1950’lerde Konya’da görmek bir hayli şa12 Meyhaneler şırtıcı oldu … Aktüel dergisinin tanıttığı Sabriye Yaşamış Hanını 19 yaşında iki çocuklu bir dul olarak önce Yeşilçam’a bulaşıyor, lokantalarda çalışıyor … • Sabriye Hanım 15 personeliyle”Damla”yı yaşatmış, Meyhane’ den kimler geçmemiş ki? Hülya Koçyiğit, Zeki Müren, Y ıldırun Aktuna, Nezihe Araz, Suna Kıraç, Bekir Sıtkı, Suphi Karaman, Avni Akyol ve Sabiha Yaşamış ile ziyaretini fotoğrafla pekleştiren Vehbi Koç. Kitapta Osmanlıca belgeler ve fotoğraflar konusunda Pera Orient’in zengin arşivinden yararlandığımı ifade ederek, kadehimi maziye kaldırıyorum: “Şerefe” • Konya’ da icadın meyhaneci, Aktüel, sayı 121, 1993. 13 . . ” GiRiZGAH Hasretleri aynıydı. Güzel bir müziğin nağmelerine takılıp, “do” olup uçabilirler, “re” olup, o hasrete konabilirlerdi. Onlar hakiki hayat müziğinin anahtarlarıydı. Birbirlerini sevmeleri için yalı komşusu olmalarına gerek yoktu. Aynı bankaya para yatırmaları veya aynı ölçülerde para harcamaları da gerekmiyordu. Hakiki paça ile işkembe çorbasına dalan kaşık, lezzet itibariyle aynı “damak tadı”nı verebiliyordu. “Dem” markasına vurulmuşlar ile “Kiryakos”un ekşi şarabına talim etmişler arasındaki fark olsa olsa şişe ve fiyat farkıydı. Ama güzellikleri fark etme ve hasretleri yaşama farkı yoktu. Ses operetinde Zozo Dalmaz’ın açılmış eteğine dürbün kolaçanı yapanlar, cambazhane gülü Zarife’ye göz kırpan belki kıyafetleri ayn dünyaların insanlarıdır. Ama ruhlarıyla aynı dünyayı yaşamaktadırlar. Eski dönemlerin bazı insanları belki çok zengin değildiler. Hatta bugünkünden daha fakir oldukları da söylenebilirdi. Çelimsiz ve güçsüz ve bakımsız ve hasta ve mesuliyetlerin tarumar ettiği insanlar da diyebilirdik onlara. Kimilerinin konak ve köşklerde oturması, kimilerinin Neyzen Tevfik gibi bir çeşme yalağına kıvrılması, ya da Tamburi Cemil gibi kendi yalnızlığına gömülmesi bir şey değiştirmiyordu. Kimileri hasretinden prangalar eskitir. .. Kimi avuçlarındaki 14 Meyhaneler uçuçböceğinin kanatlarına yüklemiştir geçmişini. Bazen bir ilci satır arasında, bazen gökyüzündeki bulutlardan kaçan bir mehtap ışıltısında mazinin ne kadar aydınlandığını görebilirsiniz. Kimi gün İstanbul’ dur, kimi gün başka bir yurt toprağıdır bu sevgi. “Belki bir sabah geleceksin, lakin vakit geçmiş olacak” diye taş plaklarda dönüyor hayatımız. Bir bakmışınız şarkı sözlerinden, güftelerde nota oluvermişiz. Bazen bir film afişinde görürüz hayatı. .. Roma Tatili son bahan yaşayan hayatımızda, uzun yıllar sarıldığımız muhteşem bir tatil olabilir. Gerçek hayatımızdaki, şekerin olmadığı, tek zeytinli kahvaltılara Tiffani’de kahvaltı eklenmiş, Audrey Hepbum bizi Seferberlik günlerinde “seferi” durumuna getirmiş … Liz Taylor, Michel Morgan ya da diğerleri sadece uykumuzu değil, yıllarımızı da dağıtmıştı. Onların dağıtması ile bizim nesil de tutunacak dal arayacaktı. Uzak gerçeğe yürümektense, hayallere koşmak genç yaşımızın en kolay hedefi olmuştu. Onların aktör ve aktris, bizler de hayatın birer dublörü olarak durmuyoruz bir türlü. Aslında beyaz perdeyi anımsatan bu hayatta bakarsınız, “Piknik”te William Holden olmuş, geçkin yaşımızda Kim Novak’ı ellerinden tutup götürüyoruz. Sevdiğimiz her filmde her daim “iyi adam”, “iyi kız” oluyoruz. Kötülere karşı bir yerde film çeviriyoruz. Ama hayat film değil ki. İyi olarak telakki ettiğimiz çok şey günü geldiğinde elimizden uçup gidiyor. Bırakın bir iki darbeyi, zaman zaman “400 darbe” ile karşılaşabiliyoruz. Sadece bir hayal filmi yönetmekle kalmamış, ömür figüranlığını seçmişiz. Oscar ödülü değildir beklediğimiz. Ya da gişe rekorları kıran bir filmin yapımcısı olmak yerine, sadece kendi başımıza oynamayı ve yapayalnız seyirci olmayı da tercih edebiliriz. Tek kişilik oyunlarla kulisler dolaşmış ve her gün hayata perdeyi çekmiş ve çok sesli aktörler olmadığımızı da kimse söyleyemez. Tek kişi kalmak ya da kalabalıkta tek kişi olmak hüner değil. Yine de bir başına olmaya şarkılarda filmlerde ve sevdalarda 15 Ergun Hiçyılmaz devam ediyoruz. Tek olmayı “tek atmak”la devam ettiren teselliyi bir başına meyde aradığımız günler de karışıyor hayatımıza. Kendi hayatımızın senaryosu yazılmış ama biz yine de yeni senaryolar yazmaya çalışıyor veya genelde yazılmış olanları kendi hayatımıza uyarlamaya bakıyoruz. Ne güzel geliyor bize, herkesin kendi hayatında “Rıhtımlar Üstünde” gezmesi ya da Fellini olması. Tekrar yaşanması için bir ömrü bile vermeye hazır olduğumuz güzelim hayatı, bugün ve yann ama daima bir çiçek demeti ile karşılamışızdır. Elem çiçeklerini koparıp kopanp hayatımızdan attığımız, bunun yerine umutlar yeşerttiğimiz bu dünyayı acaba kaç kere fethettik? Sessiz geceleri, isyan içkisi ile dağıttık? Hasret duyduğumuz onca sevgimize istersek düŞünerek ulaşabiliyor ve bir gün karşı karşıya geldiğimizde de apışıp kalıveriyoruz. Bizi bir ömür taşıyan ve güzellikler emziren anne ve babalanmızdan, yer sofralarında yoksulluğu paylaştığımız akrabalarımızdan, komşularımızdan, parklarda diz dize oturduğumuz sevdalanmız ile kara tahtaya “hayta”lığımızı yazdığımız okul arkadaşlanmızdan ne kadar da uzaktayız? Anadolu’nun uzak bir yerinde uzayıp giden, bir yöresinde insanları birbirine kavuşturan bir trenciyiz. Rayları birleştiren bir makasçı olarak küçücük bir lojmana koca bir hasreti hapsetmişizdir. İnsanlar birbirine kavuşsun diye farkında olmadan hasret nöbetleri tutuyoruz. Bilmeden veya bilerek insanlara umutlar, sevgiler ve hüzünler yükleriz. Mesela Milli Piyango bileti satarız. Yokluğun listesinde hep amorti aramış bir satıcı, insanı milyarder ettiğinde neler hissetmiştir acaba? Bir öğretmen olabiliriz uzak yörelerde. Hayatın güzelliklerini, yurt sevgisini kara tahtaya yazdığımız bir sırada kopup gidebiliriz hayattan … 16 Meyhaneler Bir kurşun … Bir kurşun … Bir kurşun daha … Bir duble, bir duble daha. Kim bilir belki de ulaşılmaz bir dağın zirvesinde soğuk ve sıcakla yoğrulmaktadır tezkere günlerimiz … Şarkılar susmuş, renkler kayb�lmuş, istimlake uğrayan sadece mekanlar değil, koskoca bir geçmiştir. Hayatımıza vuran her “kazma”nın bir binaya değil, de bedenimize isabet ettiğini hissederiz. Bütün bu ağlamalar ve kadehlere gözyaşı boşalttığımız ve meyus hale gelen gençliğimiz, her şeye rağmen ilk delikanlılık çağında seyrettiğiniz ya da yaşadığınız diyelim alt tarafı 1.5 saatlik bir filmi, afişi ve ismi unutamıyorsunuz. “Bunlar ne yaptı da gençliğimizin coşkusuna ok gibi saplandı.” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Çünkü bu afişlerle yaşadık, bu filmleri seyrettik, bu meyhanelere gittik. Bu yüzden yaşadığımız hayat “afiş”e oldu. “Tepedeki Oda” filmi derseniz neyse, hatta daha yakın döneme gelip Piknik’ten söz ederseniz anlayabilirim. Simone Signoret’in Tepedeki Oda’ da aşkın tepelerine çıkıp, sevgisini aşığına bir kazak ördüğü sahneyi hatırlıyorum. “Bunu sana ördüm, üşüme” diye o giyilmiş kazağı nasıl öpüp kokladığını ve delikanlıya sahip olduğunu kafadan silemiyorsunuz. Bu sıcaklık nerede var? Ardından Çiçek Pasajı’nda Cavit’e uğrayıp koca bir Arjantin ile eleştiriye başlıyorsunuz. Film köpüklü Arjantin ile öyle bir cilalanmış ki, neredeyse yarım asır bile hafızayı karartamıyor. Devrin eleştirmenleri Tuncan Okan ya da Çetin Özkınm orada olsalar, aşkı doğallığı ile savunan bu duygusal eleştirimizden dolayı bize madalya verebilirler. Mesela Metin Erksan bu duygusal tarafımı çok tutar ve beni seyircinin kalbi olarak telakki ederdi. Bilge Olgaç’a göre tam bir zamane veledi idim ve sinemayı yaşamıyor, yaşatıyordum. Oynananı seyrediyor ama ışıklar yanınca hayatı oynuyordum. N’aparsımz parasız olandan bu kadar ya17 Ergun Hiçyılmaz pımcı oluyor insan. Hayat ve okul arkadaşlarımdan Fikret Gökyıldız filmler konusunda hayli sertti. “Yahu olur mu, seven bir kadına bu yapılır mı?” diye nice senarist ve yönetmeni kalaylayıp durmuştu. O da başka bir sinemaseverdi. Beyoğlu’nda 11 matinesinde Yeni Melek’ten çıkmışız, 14.30’da Beyazıt’ta Marmara Sineması ile randevumuz var. Yüreklerimiz henüz şeytana kucak açmamış. Saf İstanbul çocuklarıyız ya, beyaz perdedeki aşk münasebetlerine maydanoz olmaya bayılıyoruz. Bir biletle filmleri en iyi tahlil eden eleştirmen biziz. Ardından hem filmden hem de Arjantin’den bitap düşmüş vaziyette, Cavit’in merdivenlerini ikişer ikişer iniyoruz.” Ticaret Lisesi’nde ellerinde Defteri Kebir değil de, sinema afişi tutan zamane kafası işte. Sanki sinema, TV okulunda okuyor ve beyaz perdeyi yaşıyoruz. Yıllar geçti, okulun bahçe duvarı bile kalmadı. Değerli hocalanrnız Aliye Çekim ve Melahat Gündüz hocaları kaybettik. Acaba kaybolan sadece onlr- ·-ıı? Beraberinde götürdüklerinin sayısını bilemeyiz. Bunu hocaların hocası Cevat Yücesoy ya da “Yeminli Muhasip”lerin tümü, bunun muhasebesini yapamaz ve hesaplayamaz. Aktifi pasiften her zaman fazla olan bir büyük miras işte … Hayat istimlaki öylesine acımasızdı ki okulumuz, o kıymetli hocaların yanında değer taşıyan sınıfın nice değerlisini götürdü. Kalan, Arjantin fıçılarına sığmayan ve durdukça tat kazanan, ‘Elbette insanın okul arkadaşları başkadır. Ama Fikret için (Okul numarası 344) sadece okul diyemem. Gençlik yolunda da uzun yıllar beraber yürüdük, özellikle sinemada “Pek yakında, ya da Gelecek Program”ı kaçırmadık … Sultanahmet Ticaret Lisesi’nin bahçesine ellerinde sinema afişleriyle, bu ikilinin büstü olması gerektiğine hep inandık. 18 Meyhaneler cazibesi köpüğün altında olan bir hayat. Ama Fikret ile benim o bira karıştırılmış hayatta, sinema ve müzik hayranlığım hep devam etti. Üstelik hiç kopmadan, istediğimde kaldığı yerden devam eden “Oscar”lık bir film gibi 32 kısımlık tam bir “Serial” işte.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir