Erlend Loe – Doppler

Babam öldü. Dün bir geyik avladım. Ne diyebilirim? Ya o ya ben, birimiz canından olacaktı. Açlıktan geberecektim. Bir deri bir kemik kaldım desem yeridir. Bir gece önce Maridalen’e inip bir çiftlikten ot çaldım. Ot balyasını bıçağımla açıp sırt çantama doldurdum. Sonra biraz uyudum, alacakaranlıkta kampın doğusundaki geçitten aşağıya indim, tuzak kurmak için uygun olduğunu epeydir düşündüğüm yere yem olarak biraz ot bıraktım. Sonra da yamaca uzanıp saatlerce bekledim. Buralarda geyik olduğunu biliyorum. Onları görmüştüm. Hatta çadırın yakınına kadar gelmişlikleri var. Az buçuk mantıklı düşüncelere kendilerini kaptırmış, buradaki tepede gezinip duruyorlar. Hep dolanıp duruyor bu geyikler. Başka yerlerde hayatın daha iyi olduğuna inanıyorlar sanırım. Belki de haklıdırlar. En sonunda bir tanesi çıka geldi. Ama yavrusu da peşine takılmış. Onun gelmemesini tercih ederdim. Ama gelmiş işle. Rüzgârın yönü de mükemmel. Bıçağı ağzıma aldım, küçük olanı değil, büyüğü ve beklemeye koyuldum. Geyikler yavaş yavaş bana doğru geldiler. Çayırda biraz otladılar, geçidin aşağısındaki taze huş ağaçlarının kabuklarını yediler. Ve nihayet o, orada durdu. Tam altımda. Acayip büyük. Geyikler büyük oluyor. Onların ne kadar kocaman olduğunu unutuyor insan. Sırtına atlayıverdim. Tabii ki yapacaklarımı yüzlerce kez aklımdan geçirmiş, bundan hoşlanmayıp kaçacağını düşünmüştüm. Haklı da çıktım. Ama hızını alamadan bıçağı kafasına sokuverdim. Bıçak tek bir darbede geyiğin kafatasını delip beynine saplandı ve tuhaf bir şapka gibi orada dikine durdu. Ben aşağıya atlayıp büyük bir kayanın üstüne tırmanırken geyiğin yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu: Karnının tok olduğu o güzel günler, güneşli ve sakin yazlar, sonbaharda erkek geyikle yaşadığı kısa süreli aşk ve sonrasında yalnızlık. Doğumun ve genlerini geleceğe aktarmanın mutluluğu, ayrıca geçmiş yılların zorlu kış ayları ve tedirginlik,böyle bir huzursuzluk; bunlardan kurlulmak onu rahatlatacak gibi görünüyordu. Geyik yere düşmeden önceki birkaç saniye içerisinde bütün bunlar oluverdi. Ona ve yavrusuna bakakaldım. Yavru kaçıp gitmek yerine ölmüş annesinin yanı başında duruyordu, neler olup bittiğini pek anlayamamıştı. Bir parça keyifsiz, pek de tanıdık olmayan bir duyguya kapıldım. Burada bir süredir yaşıyor olmama rağmen ilk kezbir canlıyı öldürüyordum, çok büyük bir hayvanı öldürmüştüm, Norveç’in en büyük hayvanını belki de, tüm iyi niyetime rağmen doğadan vahşice faydalandım, en yakın zamanda geri verebileceğimden fazlasını aldım büyük ihtimalle, bu da canımı sıktı. Bu işlerde bir tür denge olmalı. Ama açlık işte, sonra bir şeyler veririm, en azından, diye düşündüm, kayadan aşağıya zıpladım, bıçağı kafatasından çıkarıp ölü geyiğin karnını deşmeden önce yavruyukovaladım. Bağırsakların çoğu dışarı fırlayıverdi, karnından bir parça kesip çiğ çiğ yedim. Hemencecik orada. Kızılderililer gibi. Sonra da kesebildiğim kadarını makul parçalara ayırıp çadıra taşıdım, oradan baltamı aldım ve hayvanın geri kalanını parçalamak için geri döndüm. Geceden önce tamamını kampa taşıdım. Ateşin üstünde kocaman et parçaları pişirdim, haftalar sonra ilk kez karnımı bir güzel doyurdum. Etin geri kalanını, tütsülenmesi için, birsüre önce yaptığım ilkel füme fırınına astım. Sonra da uyudum. Bugün uyandığımda yavru geyiğin çadırın etrafında dolandığını duydum. Hâlâ da duyuyorum. Kalkmaya cesaret edemiyorum. Gözlerinin içine bakamam. Fakat burada yatıp kalamam da. Bana süt lazım. Yağsız süt. Süt olmazsa arıza çıkarıyorum. Tatsız, asabi biri oluyorum. Süt bulabilmek için insanların arasına karışmam gerekliğini biliyorum. Buyüzden bir hayli gönülsüzüm ama süt bulmalıyım. Bazen normalbir insan gibi Ullevaal Sladyumu’na gidiyorum. Önceden, her günolmasa da daha sık giderdim, ama ben, evet, ne diyecektim, ormana taşındıktan sonra aynen böyle oldu, aynen böyle yaptım, artık burada yaşıyorum işle, bu yüzden oraya daha seyrek uğrar oldum. Bunun nedenlerinden biri paramın olmaması. Bir diğer nedense insanlarla karşılaşmak istemeyişim. Beni sinir ediyorlar. Giderek daha çok. Ama süt bulmam lazım. Babam da süt içerdi. Ama o öldü. Yavru geyik hâlâ dışarıda. Gürültülü ve etkin bir biçimde sitem ediyor. Sinirlerimi bozmaya çalışıyor. Uyku tulumumun içine iyice gömülüp ağzını bağlıyorum, böylelikle dünyanın geri kalanıyla aramda sanki bir kovuk oluşuyor. Ne ben dışarıya çıkabilirim ne de dünya içeriye girebilir; orada öylece bir çocuk gibi çıt çıkarmadan yatıp hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorum. Ama küçük geyik pes etmiyor. Orada duruyor ve duruyor işle. Simdi de çişim geldi. Öf ya, alt tarafı bir yavru, diyorum kendi kendime. Neden ben, koskoca adam, bir geyik öldürdüm diye vicdan azabı çekeyim ki? Doğanın düzeni bu. Yavrunun bunu öğrenmesi gerek; bunu öğretenin, onu da bir hamlede öldürecek daha vicdansız bir herif değil de ben, yani Doppler olduğuna da şükretsin. Dışarı çıkıp işiyorum. Her zamanki yere. Çadırın biraz aşağısındaki düz taşın üstüne. Buradan çoğu zaman bütün şehri ve fiyordu görebiliyorum ama şimdi değil, çünkü hava puslu. Yavruyu ise görmemezlikten geliyorum. Açıkçası, o yokmuş gibi davranıyorum. Gergin bir şekilde durmuş, ben işerken seyrediyor. Sırtım ona dönük şekilde durmaya gayret ediyorum ama az da olsa bir şey görmüş olmalı, daha fazlasını görmek istiyor. Yer değiştirip başka bir açıdan bakıyor. Yine arkamı dönüyorum ama o da benimle birlikte dönüyor. Sanki gördüğünün doğru olup olmadığını kontrol etmek isliyor. Diğerleri gibi. Story of my life. “Tamam tamam, Allah kahretsin” deyip pantolonum dizlerime kadar düşmüş, ellerim havada, ona dönüyorum. “Bak bakalım” diyorum, “Oldu mu şimdi? Yeterince gördün mü? Memnun musun?” Ancak ufaklık memnun değil. Gözünü dikmiş, bakıyor. Bu geyiklerden çektiğim yeter. Bir ağaca yaslı duran baltayı kapıp bütün gücümle yavruya doğru sallıyorum. Kenara çekilip ağaçların arasında kayboluyor. Hayat bana, doğruyu gizlersem başıma kötü şeyler geleceğini öğretti, o yüzden lafı evirip çevirmeden söylüyorum işle: Çok büyük bir cinsel organım var. Ne diyebilirim ki? Benim acayip büyük, nerdeyse haddinden fazla büyük bir cinsel organım var. Koca bir sik, kısaca. Her zaman öyleydi. Kocaman. Buna uygun daha iyi bir sözcük yok. Kendisi uzun ve ağır. Ve kalın. Çok büyük. Okulda bana Sikli Doppler derlerdi. Neyse ki üzerinden çok zaman geçli. Arlık kafamı buna pek laktiğim yok. Ama kırıcı bir şeydi tabii. İnsanların gözüne çarpacak başka özelliklerim de vardı. Sikli Doppler. Bunun hatırlatılması sinirimi bozuyor. Uzun zamandır düşünmemiştim. Kahrolası geyik. Geri dönecek olursa kafasını patlatacağım. Dün yine sütsüz kaldım. Bütün günümü kahrolası geyiği kovalamakla geçirdim. Onu ormana sürdüm ama hemen geri geliverdi tabii. Beni sinir etmek için saatlerce çadırın dışında durdu. Toplama kamplarına bir yenisini eklemek düşüncesiyle inşa edilmiş gibi duran aşağıdaki Sogn Lisesi nin öğrencilerine benziyor. Bu okulun önünden yıllarca bisikletle geçtim, şimdilerde de üşenmeyip dürbünle baktığımda görebiliyorum: Oraya buraya dağılmış öğrenciler, zilden önce ne kadar çok sigara içebilirlerse içip içler acısı bir şekilde takılıyorlar. Yavru geyik de sigara bulabilseydi, hiç tereddüt etmeden içerdi. Hayatta yapayalnız kaldığı, dünyanın acımasız bir yer olduğu kafasına dank etmeye başladı; bir gelecek görmüyor, hiçbir şeyin anlamı yok. Hayal kırıklığının acısını benden çıkarması çok çocukça tabii ama ondan başka ne beklenir ki? Nerden baksanız, çocuk işte. Fakat bir süre sonra artık sabrım taştı, çocuk mocuk, bana ne. Avlanmak için sessizce giyindim; baltam kelle götürmek için havada, çadırdan fırlayıverdim ama yumurcak yine kaçtı. Birkaç saat boyunca tepede onu kovalayıp durdum. Sognsvann’ın aşağısında kalan Vettakollen’deydik, neredeyse Ullcvâlseter’e kadar gelmiştik. Gps’e göre, saatte 12 kilometrelik bir hızla ilerleyip 5 mili geride bırakmıştık. Ormanda, engebeli arazide. Çadıra yorgun argın geri döndüğümde çoktan karanlık bastırmıştı. Geyik yeniden ortaya çıktığında artık hiçbir şey yapacak halde değildim. Teslim oldum. Gece çadırda onunla birlikle uyuduk. Şaşırtıcı bir şekilde ısınmama çok faydası oldu.Gecenin büyük bir kısmında onu yastık niyetine kullandım, sabah uyandığımda da öylece yatmaya devam ettik; insanlarla pek yaşamadığım türden bir samimiyet ve yakınlıkla birbirimizin gözlerinin içine baktık. Böyle bir şeyi karımla bile yaşadığımı pek sanmıyorum. İlişkimizin başlarında bile. Muhteşemdi diyebilirim. Annesini öldürdüğüm için ondan özür diledim; artık korkmasına gerek kalmadığını, bugünden sonra buraya istediği gibi gidip gelebileceğini söyledim. Geyik bir şey demedi tabii. Kocaman, güvenen gözlerle bana baktı. Konuşamayan biriyle olmak harika. Dün bütün gün ufaklıkla çadırda uzanıp havadan sudan konuştuk. Ona su verdim, taze dallar koparıp gelirdim; ben de ateşin korları arasında büyük et parçaları pişirip yedim. Kürkünü tarağımla tımarlarken, insanların binlerce yıldır eğlence olsun diye değil, hayati bir ihtiyaçtan dolayı geyik avladığını anlattım ona, pedagojik bir biçimde. Hayvan topluluklarının sınırsızca büyümesi felaketlere yol açar, dedim; ne dediğimi ben de pek bilmiyordum, buna benzer bir şeyi ya bir yerlerden duymuştum ya da bir yerde okumuştum, o yüzden böyle söyleyiverdim. Geyikler çoğaldığında, hem fiziksel hem de zihinsel hastalıklar yayılır, dedim, sonunda ormanda keyifsiz bir ortam oluşur. Gözünde bir canlandır bakalım. dedim yavruya. Artık bir adı olmalı, ona bir isim bulmalıyımama bir gözünde canlandır bakalım, dedim: Salgın hastalıktan mustarip, ruh sağlıkları bozuk bir sürü geyik yiyecek için dövüşüyor, böğürerek sağa sola saldırıyor, ormanın tüm yasalarını ve geyiklerin elik kurallarını ayaklar altına alıyor. Böyle olmasını kimse islemez. Bu yüzden benim atalarım geyik avladılar, bu yüzden bizler bugün geyik avlıyoruz, dedim. Bugün yaşamak için geyik etine ve derisine ihtiyacımız yok ama -burada sesimi alçalttım- yine de avlanıyoruz. Ormana dalıp geyik avlamanın hoş bir şey olduğunu düşünüyoruz. Avcıların arasında sıkı bir yoldaşlık var. anladığım kadarıyla, dedim, bir tür alışkanlık olmuş. Eski alışkanlıklardan dolayı bunu yapıyoruz. Ayrıca, daha önce de belirttiğim gibi, hayvan sürüsünün çok büyümesini engelliyoruz. İşte böyle. Ancak ben anneni eski bir alışkanlıktan dolayı öldürmüş değilim. İhtiyaçtan öldürdüm. Günlerdir hiçbir şey yememiştim. Yabanmersini mevsimi bittiğinden bu yana karnımı doğru dürüst doyuramamıştım. O işi bıçakla yaptığım için de özür dilerim, dedim. Bu kadar haşinlik lüzumsuzdu ama tüfeğim yok, zaten kullanmasını da bilmiyorum. Beni suçlayacak olursan, benimle ilişkinde, birtakım noktalarda duygusal bakımdan zorlanırsan, bunu anlarım. Olabilir. Bu duygulara kendin kulak vereceksin ve nerede gerekli görüyorsan oraya bir sınır koyacaksın. Ama şunu bilmeni istiyorum ki. bu zor zamanlarda sana destek olmaya hazırım, dedim, hem -kısa bir moladan sonra devam ettim- annen bir süre sonra aranızdaki bağı merhametsizce kesecekti. Seni kendinden uzaklaştıracak ve çekip gitmeni isteyecekti. Çünkü geyikler böyledir. Çok iyiymiş gibi görünür, sonra da çocuklarınıza bok gibi davranırsınız. Çok hayvansınız. Çocuğu doğurup, emzirip biraz da yol gösterdiniz mi, tamam; onlar tam kendilerini güvende ve tehlikeden uzak hissettiklerinde de başınızdan atıverin. Annen kısa bir süre sonra, hatla belki de gelecek hafta sen kendi yoluna, ben kendi yoluma, diye başlayacaktı; o gün senin için acı bir gün olacaktı, pek çok geyiğin asla üstesinden gelemediği bir gün, ama ben anneni öldürdüğüm için şimdi bunları yaşamaktan kurtuldun; bunun yerine onu, çatallı diliyle değil, herzaman arkanda olan ve manasızca, birdenbire senden koparılıp alınan biri olarak hatırlayacaksın, dedim tüylerini tararken. Ayrıca, kısa bir süre önce ben de birini kaybettim, diye söze devam ettim. Babamı kaybettim. Onu pek tanımıyordum. Onun kim olduğunu hiç anlayamadım. Simdi de gitti. Yani bir bakıma seninle aynı gemide sayılırız. Sen anneni, bense babamı kaybettim. Sinirini benden çıkaracağına Planet Sokak’ta oturan Bay Düsseldorf’tan çıkar. Epeydir onun kilerinden yiyecek temin ediyordum, diye açıkladım. Bay Düsseldorf’un rahmetli karısı insana bir ömür yetecek kadar böğürtlen konservesi yapardı, buzlukları da domuz salamı ve çeşit çeşit etlerle tıka basa doludur. Mahalleyi haftalarca inceledikten sonra, en kolay girilecek evin Düsseldorfların ki olduğunu anladım; Düsseldorf’un miskinliği, dikkatsizliği, bir de üstüne ayyaşlığı epey işime yaradı. O, geceleri evinde olurmuş, 1:20 ölçekli ya da her neyse işte, abartılı bir titizlikle çalışılıp gerçek renklerine sadık kalınmış savaş döneminden kalma manasız model şehirlerini kurarken, ben bahçe kapısından içeri girip kilere iniyordum, hiç utanmadan malları alıp torbama dolduruyor ve geldiğim gibi bahçeden çıkıp ormana geri dönüyordum. Bu düzenden ikimiz de memnunduk. O zaten dünyada ihtiyacı olan her şeye sahipti. Kocaman bir evi, yiyecekle dolu bir kileri, kiler kapısının yanındaki çalışma masasında duran banka ekstrelerine bakılırsa bir çuval parası ve ayrıca hayatını zenginleştiren bir de hobisi vardı; Düsseldorf’un hayattan isteyebileceği başka bir şey olduğunu sanmıyorum, dedim yavruya. Kapısını çalıp ara sıra evinize girip kilerdeki fazlalıklardan bazılarını alabilir miyim, diye doğrudan sorsam, bana tebessüm edip, “Evet” diyeceğine neredeyse inanmaya başlamıştım. Ama onun aklından başka bir şeyler geçmiş olmalı, çünkü bir gün bahçe kapısını kilitli buldum; ayrıca evin dört biryanı alarmlar, güvenlik şirketleri, suç ve cezayla ilgili levhalar ve çıkartmalarla donatılmıştı. Artık böyle. İnsanlar çevrelerine duvar örüp birbirlerinden korkar hale geldiler. Bu yüzden yine ortalıkta dımdızlak kalakaldım ve günler sonra, doğal olarak acıktım. Giderek daha çok acıkınca da anneni tuzağa düşürmekten başka çarem kalmadığını anladım ve kocaman bıçağı kafatasına sokuverdim. Mesele bundan ibaret. Açlık böylebir şey işte. Gerisi önemsiz. İnsanın yiyecek bulması lazım, dedim geyiğe. Belki bunu sen de biliyorsun, belki de bilmiyorsun. Umarım bilmiyorsundur. Acilen süt bulmalıyım, çantama on beş yirmi kilo kadar et doldurup Ullevaal Stadyumuna doğru yola koyuldum. Geyik, sallana sallana beni takip ediyor ama sert bir sesle gelemeyeceğini söylüyorum. “Burada beklemelisin” diyorum. Anlaması kıt bir çocukla konuşur gibi, üstüne basarak tekrar ediyorum: “Bekle”. Zaten saçım başım birbirine karışmış, hırpani ve döküntü bir haldeyim, birde peşime geyik takmasam iyi olur. “Sakin ol, çok geç kalmayacağım.” Ama sakinleşmiyor. Gitmemi islemiyor. “Zavallı küçük geyik” diyorum,“Seni terk edip gideceğimi sanıyorsun ama yanılıyorsun. Dükkâna kadar gidip süt alacağım ve ihtiyacımız olan birkaç parça şey daha getireceğim.” Hiç işe yaramadı. Ayrılık korkusu gözlerinden okunuyor, böylesi bir bağlılığın beni endişelendirdiğini hissediyorum. Geyikleri daha özgür sanırdım. Bana öylesine bağlanmak üzere ki, buna hazır mıyım, pek bilemiyorum. Tam da av sezonunun ortasında yavrusuyla birlikte gezmeye çıktığı için, eleştirilerimi ölen annesine yöneltiyorum. Ne geçiyordu aklından acaba? Durup sırt çantamı yere koyuyorum ve geyikle oynaşıyorum. Onu kaldırmaya çalışıyorum ama çok ağır, o yüzden elimin tersiyle kafasını dostça ve muzipçe okşuyorum. Kokos [1] veriyorum ona, bizim ailede böyle denir. Sonra da işi aceleye getirmeden doğru düzgün açıklıyorum. Bazı şeyleri açıklamak benim âdetimdir. Çocuklarıma da hep aynısını yaptım. Yalan söylendiğinde ya da birtakım gerçekler onlardan saklandığında işin içinde bir sakatlık olduğunu hissediyorlar. O yüzden, şimdi aşağıya, insanlara gideceğimi ve bunun küçük bir geyik için çok tehlikeli olduğunu bir yandan anlatıp bir yandan hareketlerle gösteriyorum. “Aşağıda arabalar, otobüsler, gürültü patırtı ve kafa karıştıran sinyaller var. İnsanların en önemli özelliği bu aslında” diyorum, “Kafa karıştıran sinyaller konusunda insanların üstüne yoktur, kimse onları alt edemez; istersen bin yıl aran dur, insanların yolladığı sinyallerden daha kafa karıştırıcı birşey bulamazsın.” “Geyikler yollarını şaşırıp insanların arasına karışırlarsa vurulurlar” diyorum, yolunu kaybedip acılar içinde kıvranarak ölen bir geyiği taklit ederken. “İşte bu yüzden en iyisi burada kalıp beklemen. Birkaç saat içinde geri dönerim, o zaman yine birlikte olur, eğlenceli bir şeyler yaparız belki.” Beni anlayıp onayladığına dair bir işaret bekliyorum ama nafile. Bütün açıklamalarıma ve iyi niyetime rağmen hâlâ peşimden geliyor. Sonunda onu bir ağaca bağlıyorum. Yeter yahu. lCA’nın [2] mağaza şefi tereddüt ediyor. Onu açık bir kitap gibi okuyabiliyorum. Paçalarından tereddüt akıyor. “Zavallı bir avcı toplayıcıya yardım edin” diyorum ama o, bu işte bir tuhaflık olduğunu düşünüyor. Depodayız. Stoik biri izlenimi yaratmaya çalışıyor ancak bütün sırıtma kurslarına ve “müşteri her zaman haklıdır” teorilerine rağmen paçalarından inançsızlık akıyor. İstediğim şey, elbette bütün kurallara ve işlemlere aykırı. Geyik etine karşılık, süt de dahil, zengin mal çeşitlerinden bir miktarını benimle takas etmesini öneriyorum ona ama hiç oralı olmuyor. “Birçok insan, bu ekonomik modelin modasının geçliğini düşünüyor, biliyorum; ancak işle buradayım ve et de nefis, ayrıca bu ekonomik model iyi bir şey” diyorum. “İnsanlar takas yapar. İnsanların birbirine hayrı dokunur. Bu tür şeylerin geri geleceğinden eminim, diyorum. Şimdi bu teklifi kabul edersen, sonradan kendinle övünebilirsin, bu işi ilk yapanlardan biri olduğun için. Tarz belirleyen kişilerden biri ol, çünkü takasın geri geleceği kesin. On yıl içerisinde sadece takas var, bu çok belli. Çünkü böyle devam edilemez. Mümkün değil, istediğin gazeteyi ya da dergiyi aç bak; yirmi otuz yılın ötesinde bu devran dönecekse, tüketim tarzımızı değiştirmemiz gerektiğinden şüphe eden çok az aklı başında insan olduğunu göreceksin. Meseleyi kafanda tarttığının farkındayım” diyorum. “Düşünüyorsun. Hayır, demediğinin de farkındayım.” Otuzlarının ortasında görünüyor. Kendinden oldukça memnun. Koşullara göre iyi bir eğitim almış olmalı. Ullevaal Stadyumundaki İCA’nın büyümesine katkıda bulunmanın heyecan verici olduğunu düşünüyor. Mağaza yeni, her şeyi tamam. Ülkenin en modern süpermarketlerinden. Göz alabildiğine uzanan, binlerce kron tutan parma salamları ve ev büyüklüğünde peynirlerle kaplı bir taze ürün reyonları var; insanların birbirini kolladığı, işine özen gösterdiği harika çalışma koşullarına sahip olduklarından da eminim. Kafasında ölçüp biçiyor. Kaybedeceği çok şey var ama birinin bunu keşfetmesi küçük bir ihtimal, ayrıca geyik seviyor. Geyikle tartışmak faydasızdır. Altında çalışanların şimdi söyleyeceğini duyup kayda geçmeyecek kadar uzakla olduklarından emin olmak için etrafına bakınıyor. “Neyin peşindesin sen?” diyor. “Pek çok şeyin peşindeyim ama en önemlisi bir süt anlaşmasına varmak.” “Süt anlaşması mı?” diyor. Başımı sallıyorum. “Benim, yani iç organlarımla hücrelerimin, kısacası bedenimin her gün yaklaşık bir litre süte ihtiyacı var” diyorum, “Bu yüzden her Pazartesi ve Perşembe sabahı, mağazanın açılış saati olan yedide, üç dört kutu yağsız sütü deponun dışında, mesela çöp konteynırıyla duvarın arasında bulmak istiyorum.” “Neden özellikle yağsız süt?” diye soruyor. “Sevgili dostum, yağsız süt, insanoğlunun ulaşabildiği en yüksek noktayı temsil ediyor” diyorum. “En salağımız bile, sıradan inek sütünü her zaman için temin edebilir; ancak yağsız süte doğru atılan bir adım, sadece ve sadece modern zamanlarda gerçekleştirilebilen hassas bir ayırma tekniğiyle birlikte en kralından bir fikir gerektirir. Aslında korkarım, insanlar bundan daha fazla ilerleyemez. Yağsız süt, her şeyin ötesinde bir iş olarak kalacak. Ama bize hedef oluşturacak bir şeyler sunuyor. Yağsız süt, insanı soylu kılar.” “Bu kaç hafta sürecek?” diye sordu. “Gerekliği sürece” dedim. “Ne gerekliği sürece?” diye sordu. “Zamanla göreceğiz” dedim, “Ayrıca pile ve ufak tefek bir şeylere daha ihtiyacım var.” “Ne kadar etten söz ediyoruz?” diye sordu. “Bugün torbamda olanı alırsın, anlaşma Noel’den sonra da devam ederse daha fazlasını alırsın.” “Anlaştık” dedi ve elimi sıktı. Bu iyi. Avcı toplayıcı kültürü için büyük bir başarı. Bıçakla öldürülmüş bir geyik, süt ve diğer tüketim mallarıyla takas edildi. Bu bir atılım. Dünya belki de kurtarılabilir. Mağazanın içinde, başka insan kalmamış gibi, karımla karşılaşıyorum. Bu saatlerde işte olurdu ama bugün belli ki çalışmıyor. Kendince sebepleri vardır elbet. “Selam” diyorum. “Berbat görünüyorsun” diyor. Karımın, bu aralar ormanda yaşıyor olmamı tuhaf bulduğunu söylemeliyim. Bu işten pek bir şey anlamıyor gibi. Onu suçladığım yok. Ben de bu işten anlayıp anlamadığımı bilemiyorum. Babam ölmüş, cenazesi yeni kalkmıştı; annem ve kız kardeşimle ıvır zıvır bütün pratik işleri halletmiştik. Bisikletle dolaşmaya çıkmıştım. Bahar vaktiydi. Uzun bir kıştan sonra ormanda yeniden bisikletle dolaşmak huzur vericiydi. Yıl boyunca da bisiklete biniyorum elbette. Evden işe, işlen eve. Ben bisikletçiyim. Ben, belki de her şeyden önce bisikletçiyim. Hiçbir yol koşulu beni engelleyemez. Kışın kış lastiği kullanırım. Kaskım var. Bisiklet eldivenlerim. Özel pantolonlar ve ceketler. Bisiklet bilgisayarı. Lambalar. Her yıl 400 mil yol katediyorum. Adam gibi davranmayan arabaların sileceklerine hiç acımam. Kaportaya bir tane indiririm. Yan camlara vururum. Avazım çıktığı kadar bağırırım. Şoförler durup beni tepelemeye kalktıklarında da hiç korkmam, onlarla çatır çatır kavgaya tutuşur, bisikletçi olarak haklarıma sahip çıkarım. Ayrıca her yere çabucak ulaşırım. Arabalardan bile hızlı. En keyiflisi sabah trafiği. Mesela Sognsveien’den iniyorsun, Adamstuen üzerinden Thereses Gate’eve Pilestredet’e varıyorsun. Yollarda bir sürü araba ve onlardan dafazla tramvay var. Tramvaylar, Thereses Cîate’in tam ortasında durur; hep karşı yönden gelen bir trafik olduğundan arabalar da durmak zorunda ama ben kaldırıma zıplayıp tramvaya bineceklerin sağından geçiveriyorum, tramvayı dört beş metre geçtikten sonra, daha o kalkmadan yine yola fırlıyorum. Kaldırım orada her zamankinden biraz daha yüksek ve azıcık da dikine eğimli, o yüzden tam tramvay raylarının ortasına, hem de iki tekerin üstüne iniveriyorum. Çok şık bir hareket bu ama bokunu çıkarmıyorum. Gören olursa da olsun. Belki bazıları bisiklet almaya özenir. Düşüncesi bile yeter. Bütün gün bunun tadını çıkarıyorum; Bislet’teki göbek gibi, bir sonraki engele doğru bisikletimi sürerken. Orada da mükemmel kıvraklıkta bir teknik kullanıyorum; profesyonel şoförler bundan hiç hoşlanmıyor, belki biraz da yasayı çiğniyorum. Ama bisikletçilerde bir kabına sığamama hali var. İnsan, toplumdan dışlanmış bir biçimde yaşamaya zorlanıyor, sağlıklı kişiler için bile giderek daha motorize bir hale gelen yerleşik trafik sisteminin bir köşesine itiliyor. Bisikletçiler eziliyor; bizler sessiz azınlığız, avlanma alanlarımız giderek azalıyor, bize dar gelen bir kalıba sokulmaya çalışılıyoruz; kendi dilimizi konuşmamıza izin verilmiyor, yeraltında yaşamaya itiliyoruz. Ama kendinizi hazırlayın, çünkü mantıksızlık ortada; bisikletçilerin arlan öfkesi ve saldırganlığı kimseyi şaşırtmasın. Bir gün, bisikletçi olmayanlar şişkoluktan arabalarına zar zor inip binerken, bizler onları bütün gücümüzle geri püskürteceğiz. Ben bir bisikletçiyim. Koca, baba, oğul ve işçiyim. Ev sahibiyim. Ve bir sürü başka şeyim. İnsan çok fazla bir şey. Bisiklete biniyordum. Ve düştüm. Kötü düştüm. Bilindiği gibi ormanda böyle şeyler oluyor. Alan genellikle dar. Bir patikada ilerliyordum, yamaçtan inerken çalıların arasına dalıverdim, ön tekerlek aniden iki taşın arasına sıkıştı. Seleden uçtum, kalçamı bir ağaç köküne vurdum; bu yetmezmiş gibi, bisiklet alnıma düştü.Yattığım yerde kalakaldım. Başlarda canım çok yandı. Kıpırdayamıyordum. Sessizce yatmaya devam ettim, zayıf bir rüzgârın titrettiği dalları seyrettim. Hayatımda, uzunca bir süredir ilk kez ortalık bu kadar sessizdi. Ağrılarım biraz dinince şahane bir huzur hissettim. Sadece orman vardı. Binbir türlü duygudan, düşünceden, görev ve plandan oluşan her zamanki karışım yok olmuştu. Aniden, her şey ormandan ibaretti. İnsanı hasta eden çocuk şarkıları kafamda çınlamıyordu artık. Yoksa bunları duymaya alışkınım. Oğlumla arkadaşlarının izlediği video ya da DVD filmlerine eşlik eden şarkılar. İnsanın içine işliyorlar, çok fenalar. Merkezi sinirsistemimin tam orta yerine çöküveriyorlar. Düştüğümde, bu şarkılar aylardır kafamın içinde dönüp duruyordu. Kış boyunca da yakamı bırakmadılar. İşteyken, boş zamanlarımda, babam öldüğünde. Bu yüzden yardım almayı bile düşündüm. Mesela Pingu. Oğlumun bayıldığı Alman yapımı penguen filmi. Baa, baaa, bababa, bacı, baa, bababa, baba, bab, bab, baba, baba, baba, baaa, ba, ba, baa, BAAAA! Bu şarkı günlerce beynimi kemirebiliyordu. Sabah gözümü açmamla başlıyor, gece yatana kadar devam ediyordu. Duş yaparken, kahvaltı ederken, bisikletle işe giderken, toplantılarda, bisikletle eve dönerken, akşam için alışverişteyken, çocukları yuvadan alırken vs. vs. Sabahtan akşama kadar Pingu. Diğer günler ise inşaat ustası Bob. Aman Allahım! İnşaat ustası Booob, hallolur mu? Tabii hallolur! Bam, bam, bambambamBAAAM! Ya daTeletabiler. Korku ve endişe. Affedersiniz ama bu berbat ve sözde sevimli yaratıklar, İngiliz psikologlar tarafından, çocukların akılalmaz dürtülerini ve merakını tatmin etmek için hazırlanmışmış. İki yaşındaysanız belki olur ama geri kalanların işine yaramaz.Tinky Winhy! Dipsy! La la! Po! Teletabiler. Teletabiler. MERHABA deyin! İnsanın hepsini gübre makinesinde öğütesi geliyor. Bir de Tren Thomas. Evet. Belki o kadar da fena değil. İlk ellinci altmışıncı seferinde en azından.Ta-ta-ta-ta-tatataaaaaa, ta-ta-ta-taaala, ta-ta-ta-taaaa-ta vs. Bu müziğe, bir parça İngiltere’yi andıran model trenyolu manzaraları eşlik ediyor. Küçük lokomotif Thomas’ın, vagonları Annie ve Carabel, lokomotif meslektaşları Percy, Toby, James ve adları her neyse işte diğerleriyle, ayrıca helikopter Harold, otobüs Bertie, buldozer Terrence ve -iyi bir şey yaptıklarında, ki bu sıkça olmakta, hiç yılmadan trenlerine övgüler düzen- kontrol şefi ya da bizim evdeki adıyla Bay Şapka’yla birlikte, keyifle bir o yana bir bu yana dolandığı yerin aslında Sodor Adası olduğunu bütün çocuklar biliyor. Bay Şapka, sen çok faydalı bir küçük lokomotifsin Thomas, diyebiliyor örneğin ya da kibir yapıp vagonlarını çekmeyi reddettiklerinde olduğu gibi, onlara sert çıkabiliyor. Bu tür şeyleri duymak bile islemez. Fakat çalılıkların arasında yalarken Bay Şapka aklımdan çıkıverdi. Şarkılar sustu. Banyoyla ilgili bütün fikirler de mucizevi bir şekilde yok oluverdi. Son günlerde, banyoyu düşünmeden geçen bir ânım bile olmamıştı. Ama işte o da aklımdan çıkıp gidiverdi. Fayanslar İtalyan mı İspanyol mu, mat mı yoksa parlak mı olsun yada karımın çok heveslendiği cam mozaiklere mi kalkışsak acaba, diye hiç mi hiç düşünmedim. Renkleri ise konuşmaya bile değmez. Hiç düşünmedim; ne maviyi, ne yeşili ne de beyazı. Tavanın ya dafayansların rengini artık umursamadığımdan değil, fikir tamamen yok oluverdi. Bu sonu gelmeyen halayı çekmekten kurtulmuştum. Muslukları da düşünmedim; yedi yüz çeşidi bulunmasına ve fırçalanmış çelikten olanları, altı haftada ya da normal ürünle yetinirseniz daha kısa sürede teslim edilmesine rağmen banyo bataryalarını düşünmedim. Ama neden normal ürünle yetinelim ki, diye tartışıyorduk ABD ve İngiltere, Irak’a karşı harekât başlattığı gün. Bu savaşla ilgili bir tavır belirlememiz gerekliğini anladığımda sinirlendiğimi hatırlıyorum. Çok sıkıcı bir şeydi. Banyo malzemelerini seçmek zorunda kalmam yetmezmiş gibi, şimdi bir de Irak’la ilgili taraf olmak çıkmıştı ortaya. Dünyada olan bilenin, ufak tefek işlere kafa patlatmamı gerektirmesine bozuluyordum. Düşüncelerimi toparlayamıyordum, toparlamak da istemiyordum. Biz banyonun tamirini bitirene kadar bombardımanı ertelemelerine haftalarca sinir oldum. Allah cezalarını versin, diye düşündüm. Çok beğendiğimiz İsveç küvetini mi, yoksa daha ucuz olan Polonya malı küveti mi seçmeliydik? İkisinin de hem iyi hem de kötü yanları vardı; İsveç malı, her yönden en iyisi sayılmazdı. Sesini kıstığımız televizyonda bombalar Fırat’ın ya da Dicle’nin ya da her ikisinin birden üzerine yağarken, küveti banyoda nereye yerleştireceğimizi çizdik, iki küvetin eksileriyle artılarını listeler halinde yazdık. Bu işler o kadar yorucu, o kadar yoğundur ki, önemli olmadığını düşündüğünüz anda bütün proje çöker, hatla belki evliliğiniz bile. Orada yalarken tuvaleti de düşünmedim. Yok duvarın içine mi monte edilecek – son günlerde en güzeli huydu, yok daha klasik, yani yerde duran türden mi olacak. Tesisatçıyla yaptığımız görüşmeler de ormandaki o öğle vakti çok uzaklarda kalmıştı. İlk tesisatçı bokun betonun altında yolunu bulup gitmesini imkânsızlaştıran işler yaptığından, diğerinin, bütün zemini bir kez daha kırıp yeni tesisat döşenmesi gerekliğini söylediği o çileden çıkarıcı konuşma başta olmak üzere, her şey silinip gitmişti. Artık kafama takmadığım çok şey vardı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir