DOKTOR, Julian’ın annesine dokuz kilo vermesini öğütlemişti, tansiyonu yüksekti; bundan böyle her çarşamba gecesi Julian annesini otobüsle kente, zayıflama kursuna götürmek zorundaydı. Kurs yaşları elliyi aşkın, kiloları 75 ile 90 arasında değişen çalışan kadınlar için açılmıştı. Annesi incelerinden sayılırdı ama dediğine bakılırsa hanımlar ne yaşlarını açıklıyorlardı ne de kilolarını. Artık zenciler de alındığından Julian’ın annesi otobüslere tek başına binemiyordu, ama şu zayıflama kursu hayattaki birkaç keyfinden biriydi, üstelik sağlığı açısından gerekliydi ve de bedavaydı, dolayısıyla oğlundan, onun uğruna katlandıklarını düşünerek en azından annesini oraya götürüvermesini istemişti. Julian annesinin nelere katlandığını düşünmekten hoşlanmıyordu ama yine de her çarşamba gecesi hiç ses çıkarmadan onu kursa götürüyordu. Annesi hazırdı, sofadaki aynanın karşısında şapkasını giyiyordu; kapıya çakılmış gibi görünen Julian ise ellerini arkasında kavuşturmuş, Aziz Sebastian gibi okların bedenini delmesini bekliyordu. Şapka yeniydi, annesine yedi buçuk dolara patlamıştı. “Bu kadar para vermemeliydim,” diyordu durmadan, “vermemeliydim evet. Çıkarayım da yarın geri götüreyim. Hiç almamalıydım ya.” Julian gözlerini havaya dikti. “Hayır,” dedi, “almakla iyi etmişsin. Lütfen giy de gidelim artık.” İğrenç bir şapkaydı aslına bakılırsa. Kenarından geçen mor kadife şerit öbür uçtan sarkıyordu; gerisi yeşildi, içi boşaltılmış bir minderi andırıyordu. Evet evet, gülünçten çok rüküş, acınılası bir şeydi. Annesinin hoşuna giden şeyler hep böyle ufak tefekti ve Julian’ın içine sıkıntı verirdi. Annesi bir kere daha havaya kaldırdı şapkayı, sonra tepesine kondurdu usulca. Kırmızı yüzünün iki yanından iki tutam ak saç taşmıştı; öyleyken, gökmavisi gözleri on yaşındaykenki kadar saf, hiçbir deneyimden etkilenmemiş görünüyordu. Julian annesinin, oğlunu yedirip giydirmek, okutmak adına bunca savaşmış dul bir kadın olduğunu, dahası onu hâlâ paraca desteklediğini ve “ayakları üstünde durmayı başarana kadar” destekleyeceğini bilmese, kente götürmek zorunda kaldığı küçük bir kız gözüyle bakardı ona. ’Tamam,” dedi Julian. “Hadi gidelim artık.” Kapıyı açtı, onu bir an önce harekete geçirmek için tek başına yürüdü bayırdan aşağı. Gök soluk menekşe rengindeydi, evler göğe karşı kapkara duruyordu, bu şişkin, pas rengindeki ucubeler tekdüze bir çirkinlikteydi, içlerinden rasgele ikisi bile birbirine benzemediği halde. Kırk yıl önce seçkin bir semt sayıldığından, annesi burada bir ev edinmekle akıllıca davrandıklarını ileri sürerdi hep. Evlerin çevrelerindeki çamur birikintilerinde genellikle kir pas içinde çocuklar otururdu. Julian elleri cebinde yürüyordu, başını eğmiş, ileri doğru uzatmıştı; gözleri, kendisini anasının keyfine adadığı bu süre içinde tam bir kayıtsızlık sergileyeceğine ilişkin kararının kesinliğiyle pırıl pırıl yanıyordu. Kapı kapandı, arkasına baktı, iğrenç şapkasıyla tıknaz gövdenin kendisine doğru yürüdüğünü gördü. “Eee,” dedi annesi, “insan dünyaya bir kere gelir, biraz fazla para harcadım ama hiç değilse harcıâlem bir şey değil bu.” “Bir gün ben de para kazanacağım,” dedi Julian sıkıntıyla -asla kazanamayacağını biliyordu- “o zaman canın çekti mi bu zırıltılardan bol bol alırsın.” Yalnız önce bu mahalleden taşınacaklardı. İki yanlarındaki en yakın komşuların en az dört-beş kilometre ötede olduğu bir mahalle getirdi gözlerinin önüne. “Bence hiç başarısız sayılmazsın,” dedi annesi eldivenlerini giyerken. “Okulunu bitireli daha bir yıl oldu. Dünya bile yedi günde kuruldu.” Zayıflama kursunun derse şapka ve eldivenle gelen, üniversiteye gitmiş bir oğlu olan biriki öğrencisinden biriydi Julian’ın annesi. “Her şey zamanla,” dedi, “dünya da öylesine karıştı ki. Bu şapkaöbürlerinden daha iyi durdu başımda, halbuki kız ilk gösterdiğinde, ‘Hemen kaldırın, taş çatlasa giymem,’ demiştim, ama kızcağız, ‘Önce bir deneyin de öyle,’ dedi. Şapkayı başıma geçirdiğinde, ‘Vay vay.. .’ dedim; o da, ‘Bakın,’ dedi, ‘bana sorarsanız bu şapka size yakıştı, siz de şapkaya yakıştınız,’ dedi, ‘hem öyle harcıâlem bir şey değil.'” Keşke bencil olsaydı, diye düşündü Julian, bencil bir anneyle kendi yazgısına boyun eğmesi kolaylaşabilirdi; keşke içki içen, bağırıp çağıran bir cadı olsaydı. Uç noktasını bulmuş bir iç sıkıntısıyla yürüdü, şehitliğe giden yolda ilerlerken inancını yitiriver-miş biri gibi. Onun asık, umutsuz, sinirli yüzüne bakınca acılı bir ifadeyle kalakaldı annesi. “Birdakika bekle,” dedi, “eve dönüp şunu çıkarayım, yann geri götürürüm. Aklımı oynatmışım düpedüz. O yedi buçuk dolarla elektrik faturasını ödeyebilirim.” Julian annesinin kolunu hırsla kavradı. “Geri götürmeyeceksin,” diye tısladı dişlerinin arasından, “benim hoşuma gitti.” “Ama bence…” “Sus da keyfini çıkar,” diye mırıldandı Julian, sıkıntısı büsbütün artmıştı. “Dünyanın şu karışık durumunu düşündükçe,” dedi annesi, “bir şeyin keyfini nasıl çıkarabildiğimize şaşmamak elden gelmiyor. Diyorum ya sana, ayaklar baş oldu.” Julian içini çekti. “Tabii insan kim olduğunu bilirse her yere gönlünce girip çıkabilir.” Zayıflama kursuna her gidişlerinde bu cümleyi söylerdi. “Oradakilerin çoğu bizim düzeyimizde insanlar değil ama ben herkese nazik davranabilirim. Kim olduğumu biliyorum çünkü.” “Onların senin nezaketine aldırdıkları yok,” dedi Julian hırsla. “Kim olduğunu bilmek tek bir kuşak için geçerli yalnızca. Şu anda nerede bulunduğun, kim olduğun konusunda bir şey bildiğin yok senin.” Annesi durdu, gözlerindeki öfkeparıltısını gizlemedi. “Ben kim olduğumu kesinlikle biliyorum,” dedi, “eğer sen kim olduğunu bilmiyorsan, yazıklar olsun.” “Öffi,” dedi Julian. “Büyük deden bu eyaletin eski valilerindendi,” dedi annesi. “Deden de varlıklı bir toprak sahibiydi. Ninen Godhighların kızıydı.” “Lütfen çevrene bir göz atar mısın?” dedi Julian gergin bir sesle. “Şu anda neredesin?” Çöken karanlıkta pisliği hiç değilse biraz örtülen mahalleye doğru salladı titreyen elini. “İnsan aslını korur, öyle kalır,” dedi annesi. “Büyük dedenin bir pamuk çiftliği, iki yüz de kölesi vardı.” “Artık dünyada köle kalmadı,” dedi Julian hırsla. “Köleyken durumları çok daha iyiydi,” dedi annesi. Julian onun yine bu konuyu açtığını görünce bezginlikle homurdandı. Boş bir raya doludizgin giren bir tren gibi iki günde bir dalardı bu konuya. Konuşmasındaki her durağı, her kavşağı, her çukuru biliyordu Julian, sonucun olanca görkemiyle istasyona hangi anda süzüleceğini de: “Saçma canım, gülünç. Gerçeğe uygun değil bir kere. Evet onlar da yükselsinler, ama çitin öbür yanında, kendi taraflarında.” “Bu konuyu kapatalım,” dedi Julian. “Ben asıl melezlere üzülüyorum. Onların durumu içler acısı.” “Lütfen kapatır mısın konuyu?” “Bizim yan-beyaz olduğumuzu düşün bir. Mutlaka duygularımız da karmaşık olurdu.” “Şu anda benim duygularım yeterince karmaşık,” diye homurdandı Julian. “Hadi gel, güzel şeylerden söz edelim,” dedi annesi. “Küçücük bir kızken dedemlere gidişimi hatırlıyorum. O zaman evde çifte merdiven vardı ikinci kata çıkan – yemekler zemin katta pişirilirdi. Ben duvarlann kokusunu duyayım diye hep mutfakta kalmak isterdim. Burnumu sıvalara dayar, derin soluklar alırdım. Evin asıl sahipleri Godhighlardı, deden, Chestny deden ipotek borcunu ödeyerek evlerini hacizden kurtarmış. Mali durumlan bozuktu, ama bozuk mozuk, onlar kim olduklannı asla unutmadılar.” “Döküntü malikâneleri unutturmamıştır garanti,” diye mınl-dandı Julian. O evi hep küçümseyen sözlerle anar, her anışında da içi sıla özlemiyle dolardı. Küçükken evi satılmadan önce bir kere görmüştü. Çifte merdiven çürümüş, yıkılmıştı. Zenciler bannıyordu odalarda. Yine de tıpatıp annesinin dediği gibi kalmıştı belleğinde. Belli aralarla düşlerine giriyordu. Geniş sundurmada duruyor, meşe yapraklannın hışırtısını dinliyor, sonra yüksek tavanlı sofadan oturma odasına geçip eski halılara, solmuş perdelere bakıyordu. O evin kıymetini annesinin değil, asıl kendisinin bilebileceğine inanıyordu. Bu yıpranmış zarafeti hiçbir şeyle değişmezdi, şimdiye dek oturduklan bütün mahallelerin ona cehennem azabı gibi gelmesi de bu yüzdendi ya – oysa annesi aradaki büyük farkı pek sezememişti bile. Duygusuzluğunu “uyum gösterme yeteneği” ile açıklardı. “Dadım ihtiyar zenciyi hatırlıyorum da, Caroline’ı,” dedi annesi. “Dünyada ondan iyi insan yoktu. Zenci dostlanma hep büyük saygı göstermişimdir, canımı isteselervermeye hazırdım, onlar da…” “Kapatır mısın şu konuyu allah aşkına?” dedi Julian. Tek başına otobüse her binişinde ne yapar eder bir zencinin yanına otururdu, annesinin günahlannı ödercesine. “Bu akşam çok alıngansın,” dedi annesi. “İyisin ya?” “İyiyim,” dedi Julian, “yalnız kapatalım şu konuyu artık.” Annesi dudaklannı büzdü. “Anlaşılan huysuzluğun üstünde. Ben de hiç ağzımı açmam.” Durağa gelmişlerdi. Otobüs yoktu görünürlerde. Julian ellerini ceplerine soktu, başı ileride, boş caddeyi sıkıntıyla taradı. Otobüse binecek olmanın yanı sıra bir de beklemenin yarattığı sıkıntı kızgın bir el gibi tırmanıyordu ensesine.Annesinin iç çektiğini duydu, kadının varlığı olanca yüküyle abandı üstüne. Soğuk bakışlarla süzdü annesini. Gülünç şapkasının altında dimdik duruyor, şapkayı düşsel bir soyluluğun bayrağı gibi taşıyordu. Onun çalımını bozmak için şeytanca bir dürtü uyandı içinde. Hemen boyunbağı-nı gevşetip çıkardı, cebine attı. Annesi gerginleşmişti. “Neden beni kente götürürken hep bu halde olursun?” diye sordu. “Neden ille de güç duruma düşürmek istersin beni?” “Sen kendi konumunu öğrenmemekte kararlıysan,” dedi Julian, “hiç değilse benim konumumu öğren.” “Sen… düpedüz eşkıyaya benziyorsun.” “Öyleyse eşkıyayım,” dedi Julian. “Ben eve dönüyorum,” dedi annesi. “Sana yük olmayacağım. Benim hatırım için böyle ufak bir zahmete katlanamıyorsan… ” Julian gözlerini göğe çevirdikten sonra boyunbağını boynuna geçirdi yine. “Sınıfıma döndürüldüm,” diye mırıldandı. Sonra yüzünü annesine iyice yaklaştırıp, “Gerçek kültür kafadadır, kafada,” dedi ve başına hafifçe vurup, “kafadadır,” diye tekrarladı. “Hayır, yürektedir,” dedi annesi, “insanın nasıl davrandığında-dır ve nasıl davrandığı da kim olduğuna bağlıdır.” “O allahın belası otobüste senin kim olduğun hiç kimsenin umurunda değil.” “Benim umurumda ya,” dedi annesi buz gibi bir sesle. Işıklarını yakmış olan otobüs ötedeki tepenin üstünde belirdi; araç yaklaşırken onlar da yolun kıyısına yürüdüler. Julian annesini dirseğinden kavrayarak gıcırdayan basamağa çıkmasına yardım etti. Annesi tatlı bir gülümsemeyle girdi içeri, herkesin kendisini beklediği bir salona girercesine. Julian jetonları atarken o da sahanlığa bakan üç kişilik ön koltuklardan birine oturdu. Koltuğun bir ucunda dişlek, uzun san saçlı, zayıf bir kadın oturuyordu. Annesi onun yanına ilişti, yanında Julian’a da yer ayırdı. Oturdu Juli-an, hemen karşısındaki kırmızı-beyaz bez pabuçlar giymiş cılız ayaklara dikti gözlerini. Annesi konuşmak isteyen herkesin ilgisini çekecek türden genel bir konuya girdi. “Bundan daha sıcak bir hava olabilir mi acaba?” dedi, sonra çantasından açılır kapanır yelpazesini çıkardı, siyah üstüne Japon desenleriyle süslü yelpazeyi sallamaya başladı. “Olmaz diye bir şey yok,” dedi dişlek kadın. “Ama bana desen ki senin evinden daha sıcak bir yer olabilir mi, olmaz derim.” “İkindi güneşini alıyor herhalde,” dedi annesi. Öne kaydı azıcık, otobüsü gözden geçirdi. Yerlerin yarısı doluydu. Herkes beyazdı. “Biz bizeyiz demek,” dedi. Julian irkildi yine. “Binde bir oluyor,” dedi karşı koltuktaki kadın, kırmızı-beyaz bez pabuçlu. “Geçende bir bindim ki sorma, mübarekler pire gibi doluşmuşlar – ta ön koltuklara kadar.” “Dünyanın hali berbat, her yer karıştı,” dedi annesi. “Bu duruma gelmesine nasıl izin verdik, aklım ermiyor.” “Benim asıl gıcık kaptığım,” dedi dişlek kadın, “şu iyi aile çocuklarının araba lastiği çalma huyu. Oğluma söyledim ama. Bana bak, zengin olmayabilirsin ama dedim, iyi yetiştirildin, seni o biçim işlere bulaşmış görürsem dosdoğru ıslahevini boylarsın. Toplumdaki yerini unutma.” “Eğitim başka şey,” dedi annesi. “Oğlunuz liseye mi gidiyor?” “Dokuzuncu sınıfta,” dedi kadın. “Benim oğlum da geçen yıl üniversiteyi bitirdi. Yazar olmak istiyor ya, mesleğe atılana kadar yazı makinesi satıcılığı yapacak.” Kadın eğilip Julian’a bir göz attı, gelgelelim öylesine hain bir bakışla karşılaştı ki hemen pusup koltuğuna sinmek zorunda kaldı. Sahanlığın öte yanında unutulmuş bir gazete duruyordu. Julian kalktı, gazeteyi aldı, yüz hizasında tutup boydan boya açtı. Annesi söyleşiyi daha alçak sesle, kibarca yürütmekten yanaydı ama karşıdaki kadın yüksek sesle araya girdi. “Çok iyi. Yazı makinesi satmak da yazmak gibi bir şey zaten. Birinden öbürüne geçerken hiç güçlük çekmez.” “Ben de aynı şeyi söylüyorum zaten,” dedi annesi. “Dünya bile yedi günde yaratıldı.” Julian gazetesinin arkasında, zamanının çoğunluğunu geçirdiği içsel bölmesine çekilmişti. Çevresindeki olayların bir parçası olmayı kaldıramadığı anlarda sığındığı zihinsel bir balondu bu. Oradan dışarıyı gözleyebiliyor, yargılayabiliyordu, ama orada olduğu sürece dıştan gelecek her türlü müdahaleye karşı güvendeydi. Türdeşlerinin genel budalalığından kaçınabildiği tek yer bura-sıydı. Annesi hiç girmemişti bu alana, ama Julian buradan büyük bir açıklıkla görebiliyordu onu. İhtiyar kadın yeteri kadar akıllıydı; doğru varsayımlardan yola çıksaydı -diye düşündü Julian- daha fazla şey beklenebilirdi ondan. Oysa kendi kurduğu dünyanın yasalarına göre yaşıyordu, onun bir adım dışına çıktığını hiç görmemişti. Yasa da kendini oğlu için feda etmekten ibaretti, tabii önce işleri içinden çıkılmaz hale getirip bunu zorunlu kıldıktan sonra. Julian bu özverileri geri çevir-memişse, bunun nedeni annesinin basiretsizliğinin bunları zorunlu kılmış olmasıydı. Chestny servetinden tümüyle yoksunken, yaşamını bir Chestny gibi davranma ve oğluna bir Chestny’de bulunmasını gerekli gördüğü her şeyi verme mücadelesi içinde geçirmişti; ama mücadele etmek keyifliyse, diyordu, neden sızlanayım ki? Üstelik insan mücadeleyi kazandığında -ki o kazanmıştı- eski zorlu günlere bakmak ne büyük keyifti! Julian bu mücadeleden keyif aldığı, dahası onu kazandığını sandığı için annesini asla bağışlamıyordu. Annesi mücadeleyi kazandığını ileri sürerken, oğlunu yetiştirmeyi başardığını, üniversiteye yolladığını, onun parlak bir oğlan olduğunu kastediyordu – yakışıklıydı (oğlunun dişlerini düzeltti-rebilmek için kendisi yıllarca dolgu yaptırmamıştı), zekiydi (Juli-an hayatta başarı kazanamayacak kadar zeki olduğunun bilincindeydi), önünde bir gelecek uzanıyordu sonra (Julian’ın önündege-lecek melecek yoktu). Oğlunun kaygılarını daha olgunlaşmamış oluşuna, aşın görüşlerini de deneyim yoksunluğuna yoruyordu. “Hayat” konusunda tek bir şey bildiği yoktu, daha gerçek hayata atılmamıştı bile – oysa Julian elli yaşında bir adam kadar bezmişti hayattan. İşin asıl acı ve gülünç yanı, oğlunun ona karşın gerçekten iyi yetişmiş olmasıydı. Üçüncü sınıf bir üniversiteyi, kendi yeteneklerini kullanarak birinci sınıf bir eğitimle bitirmişti; dar bir kafanın baskısıyla büyütülmesine karşın kafasının sınırlarını genişletmeyi başarmıştı; annesinin saçma saplantılarına karşın her çeşit önyargıdan uzaktı ve gerçeklerle yüzleşmekten korkmuyordu. En inanılmazı da annesinin kendisine körü körüne beslediği aşkı karşılıksız bırakmasıydı; tersine, annesiyle bütün duygusal bağlantıyı kesmiş, onu tam bir nesnellikle değerlendirebilmişti. Annesinin baskısına boyun eğmemişti. Ansızın duran otobüsün sarsıntısı onu dalgınlığından sıyırdı. Bir kadın arkalardan küçük, dengesiz adımlarla öne doğru sürüklendi; doğrulmaya çalışırken az kalsın Julian’ın gazetesinin üstüne kapaklanacaktı. O indi, iri bir zenci bindi otobüse. Julian gazetesini indirdi azıcık, çevresini gözlemeye başladı. Adaletsizliği günlük hayattaki işleyişiyle görmekten garip bir hoşnutluk duyuyordu. Böylelikle, beş yüz kilometre yarıçapındaki bir alan içinde tanımaya değer hiç kimse bulunmadığı konusundaki inancı da pekişiyordu. Zenci iyi giyinmişti, elinde bir evrak çantası vardı. Çevresine bir baktıktan sonra kırmızıbeyaz bez pabuçlu kadının oturduğu koltuğun öbür ucuna oturdu. Hemen gazetesini açarak arkasına gizlendi. Julian annesinin dirseğini böğründe duydu. “Bu otobüslere neden tek başıma binmediğimi görüyorsun işte,” diye fısıldadı. Kırmızı-beyaz bez pabuçlu kadın, zenci yanına oturur oturmaz yerinden kalkmış, otobüsün arkasına yürüyerek demin inen kadından boşalan yere oturmuştu. Annesi eğildi, kadına aferinli bir bakış fırlattı.

Flannery O’Connor – Her Cikisin Bir Inisi Vardir
PDF Kitap İndir |