Jamal Mahjoub – Raşit’in Dürbünü

Bekliyor bir efsane olan Cezayir. İmgelemin içinde garip, direşken kökleri birbirine dolanmış. Deneyimli bir sevgilinin ellerinde kat kat soyulmayı bekleyen gizemli, el değmedik bir gövde sanki. Çıplak gözle bakıldığında Kabiliye dağlarının yumrulu, eğri büğrü sırtına yerleştirilmiş eski bir binici eyeri gibi duruyor. Liman, yeryüzünün akla gelir her köşesinden gelmiş teknelerle tıklım tıklım dolu, insanlığın binbir dildeki soluk soluğa, aralıksız gevezeliği ve denizin gelgitleriyle çınlıyor. Tuzlu su ve kanla yaşayan, soluk alan bir kent burası, kesin bir yok oluşla gözü kara bir kaçış arasına tehlikeli bir şekilde tünemiş. İnsanlık en ham, en acınası haliyle görünüyor; öyle ki ondan aynı anda hem büyülenmeyen hem tiksinmeyen pek az kişi olabilir. Dünyanın en kötü ünlü limanı üstelik, ve umursamadan bir serüvene atılınacak bir yer de değil. Burada Barbaros’un ve Uluç Ali’nin efsaneleri pusuya yatmış. Burada insan kral olur, bir servet kazanabilirdi ya da kaderinin yazdığına göre, sahip olduğu her şeyi, yaşamını bile, güneşin bir doğuşu bir batışı arasında yitirebilir. İnsanın isteyebileceği her şey, ama her şey kazbahın iç içe geçmiş iç organları arasında bulunabilirdi ama pek çok kişi de yolunu yitirmişti orada. Sahip oldukları küçücük bir yeryüzü parçası için boğuşan vurguncu ile çapulcunun, bezirgan ile köle tacirinin denizden gelip sığındıkları bir kentti. Artık büyük imparatorlukların ve krallıkların çağı kapanmıştı, gün küçük zorbaların, açgözlü kabzımalların, kendini beğenmiş mühür kazıyıcıların günüydü. Dayı İstanbul’a 9 sözde destek veriyordu, daha fazlasını değil, çünkü mavi kubbeler ve Divan ufkun çok ötesindeydi. Kazbah nasıl Cezayir’ de yöneticilerle tebaa arasındaki sınırı belirliyorsa, haşmetli Akdeniz de Sultan’la imparatorluğunun canlı Kuzey Afrika kıyılarındaki uzak karakolları arasında sınırı oluşturuyordu. Raşid el-Kenzi adıyla tanınan kişi hakkında kayda geçmiş birtakım bilgiler bulunduysa bile bunlar küçük bir patika gibi yüzyılların geçeneklerine dağılıp gitmişlerdi; izlemek, imkansız sayılmasa da zordu. Ardında, bir araya getirilecek ipuçları adına birbiriyle çelişen bölük pörçük parçalar bırakan ince ve kırılgan bir yol; ya en tuttuğunu bırakmayan bir araştırmacının ya da aklı kıt birinin üstleneceği bir görev. Gene de, Tanrı’nm yaratıklarının şöyle ya da böyle kutsanmış olduğu söylenir. Yalnız bazen insan ödülü bulabilmek için daha çok çabalamak zorunda kalır. Ayrıca, bir insanın kaderi, çözülmesi yıllar alabilecek binlerce ince müslin örtüyle sıkıca sarılmıştır. Sokaklardan haykırışlar yükseliyor. Hicret’in 1016’ncı yılıdır, Hıristiyan takvimine göre de 1609, Muharrem ayının hiçbir önem taşımayan bir gününün ikindi üstü. Yıllarca İspanya’ daki Kafirlerin gazabından kaçan Endülüslülerin yerleştiği Müdeccen mahallesindeki küçük bir meydandayız. Hurma ağaçlarının tepeleri sarsılırken, aşağıda da meydanda koşuşturan insanlar başlarını eğiyor, yüzlerini kum taneciklerinin keskin ısırıklarından korumaya çalışıyorlar. Yeniçeri kokular bir yanlışlık sonucu onu almaya gelmişlerdi; pek ender rastlanan bir durum değildi bu, ama o, kanunun kendi özel gerekçeleriyle feda ettiği pek çok kurbandan daha şanslıydı bu olayda: Kaderin garip bir müdahalesiyle boynunun vurulmasından kurtulacaktı. Ama, elbette, Raşid el-Kenzi sonucun böyle olacağını bilmediği için, o durumda olan herkesin yapacağını yaptı – koştu. Kimsenin ömründe koşmadığı kadar hızlı koşuyordu. Kuşkusuz herhangi birinden çok daha uzağa da koşardı, ne var ki o kafa karışıklığı içinde nereye gittiği konusunda bir fikri yoktu – tıpkı bunun gibi, ne gibi bir suç işlediğini düşündükleri konusunda 10 da bir şey bilmiyordu. Öylesine korkuya kapılmıştı ki, hatırı sayılır bir zekası ve biraz da eğitimi olmasına karşın, keçi gibi koşuyordu, yokuş yukarı, tabii bu bir hataydı. Aslında kaçmaya kalkışması hataydı, çünkü Yeniçeriler çoktu, acımasızdı ve her zaman sonunda avlarını köşeye sıkıştırırlardı; kaçan kişi kendisini bir hüthüte dönüştürüp güneydeki dağlara doğru uçup gitmezse tabii. Sonunda onu yakaladılar ve sıkı bir dayak attılar. Topuğundan tutup meydanlarda ve daracık sokaklarda sürüdüler, ayaktakımının toza, kire bulanmış bedenine tükürükler yağdırdığı yuhalayan kalabalıklar arasında dolaşhrdılar. Korumak için kollarıyla yüzünü örterken, insanların nefretinin şiddetine dayanmaya çalıştı. Bir kez köle olan hep köle kalır, diye düşünüyordu. Hurma dallarıyla kırbaçladılar onu, çakıl ve taş yağmuruna tuttular. Kadınlar çaresizlikle feryat ettiler, yüzlerini yırttılar, anlaşılmaz bir öfkeyle saçlarını başlarını yoldular. Gençler de katıldı bu spora, yanı sıra seke seke koştular ve yalnızca ona bir iki tekme atmak için durdular. Kolcular hızla ilerliyorlardı, çünkü onlar da nasiplenebilirdi bu ipini koparmış saldırganlıktan. Raşid el-Kenzi’yi taş kemerlerden aşırdılar, kıvrılıp bükülen merdivenlerden geçirdiler, başı bir kırba gibi yere güm güm vururken kışlanın meydanına fırlattılar. Onu orda bir taşa bağladılar, zincirlerini çözüp içeriye sürüyene kadar güçten düşürmek için güneşin alnında iki gün beklettiler. 11 İkinci Bölüm Sonraları, her şeyi Merkür’ün başlattığını öğrenecekti Hasan – o gökcisminin, ya da aslında gezegenin yerel bir sanatçının taştan yarattığı sanatsal temsilinin. Gölün yanında yükselen tepelerin yamacında serili duran granit blokları keşfeden de o sanatçıydı. Herkes bildi bileli o taşlar orada durmaktaydı ama başlangıçta oraya nasıl geldiklerini soruşturmak kimsenin aklına gelmemişti. Arazi müfettişleri, jeologlar, çiftçiler, telefon mühendisleri, askeri danışmanlar, hiç ama hiç kimse onların oraya neden ve nasıl getirilmiş olduğunu sormamıştı. Bu taş türü bölgenin doğal yapısına uygun değildi, dahası bütün ülkeye bile uygun değildi; biri dışardan getirtmişti onları. Kunt taş blokları kazıp çıkartırlarken rastladılar o gövdenin kalıntılarına. Tuhaf bir başlangıç diye düşündü Hasan. Her yerden millerce uzak bir yolda, otomobilinin içinde oturuyordu. Yolunu yitirmişti. Otomobili yolun kıyısına çekmiş, sonra bir zamanlar kendisine ait olan bir haritayı aramak için arkaya geçmişti. Sonunda haritayı aramaktan vazgeçti ama, arabaya girip kendini içeri attığında iliklerine dek ıslanmıştı, yüzünden sular damlıyordu. Bu karışık iş için garip bir başlangıç. “Neden ben?” diye sormuştu, Jensen konudan söz açtığında. 12 “Ben tatile gidiyorum,” diye neşeyle yanıtlamıştı Jensen, “hem ayrıca, senden daha uygun biri var mı?” Hasan, amiri ve kendinden daha uzun meslektaşına ayak uydurabilmek için koridorda uzun adımlar atıyordu. “Buradan ayrılmam için pek uygun bir zaman değil bu.” Jensen yerinde yavaşça dönerek onunla yüz yüze geldi. Sıska bir köpek kadar çevikti. Neon çubuklarının ışıkları uzun, gümüş rengi saç tutamlarının arasından sızıyordu. “O kadar kötümser olma” demekle yetindi ve sonra dönüp uzun adımlarla sıçrarcasına uzaklaştı. Hasan evine, bomboş dairesine gitti, karanlıkta oturdu ve böylesine büyük bir yeri satın almasına neyin yol açtığını düşündü. Üç gün sonra yoldaydı. Kopenhag’dan öğleyin ayrılmış, öğleden sonra dört sularında yolun kıyısına park etmişti, nerede olduğunu bilmiyordu. Eliyle direksiyona hafifçe vurarak “Daha nelerle karşılaşacağım acaba?” diye sordu kendi kendine, giysisinden hala sular damlıyordu. Otomobili geldiği yöne doğru sürdü ve ardından aynı yoldan bir gidip bir dönerek, eskiden geçtiği yerlerden tekrar geçerek bir saat daha oyalandı. Sonra tekrar durdu. Bu kez, oturduğu koltuğun altına sıkışmış olan haritayı buldu. Sanki küçük bir çocuk tıkıştırmıştı onu oraya. Hasan 56 derece 17 dakika enleme hemen hemen paralel bir yolda gittiğini fark etti. Yoldaki küçük bir viraj, küçük bir kavşaktı bütün mesele. Betonunun çatlaklarından tutam tutam otların fışkırdığı terk edilmiş bir garaja park etti arabayı. Bulutlar son kez bir avuç şiddetli yağmur savurduktan sonra hızla batıya yöneldiler. Bu havayı tanımlayacak tek sözcük “dengesiz” di. Ağaçları kah kabartan kah ortalarından ikiye ayıran rüzgar, öfkeli yağmur sağnaklarıyla yer değiştiriyordu. Kalın bulut tabakası sıyrılmış, iliklere işleyen güneş ışınlarına yeniden yol vermişti bile. Otomobilden çıktı, kanın yeniden bacaklarına yürümeye başladığını hissetti. Yakınlarda bir yerlerde bir kuş sinirli sinirli ötüyor, büyük bir çınar ağacının kıpır kıpır yapraklarından sular damlıyordu. Bir zamanlar atölye olduğu anlaşılan bir yapının tam kapanmamış sürgülü kapısı ve metal tabancası yıllar önce yerinden çıkmış eski bir yakıt pompası görünüyordu. 13 Gerindi ve sonra, hiç düşünmeden, dirseklerini arabanın tavanına dayadı, suyun gömleğin içinden sızışını hissetti. Aradığının belki de bu olduğunu düşündü. Bir süre dünyadan uzaklaşmak, kendinden uzaklaşmak. Avlunun bir ucunda bir bayrak dalgalanmaktaydı. Bir süre baktıktan sonra yapının bir tür dükkana dönüştürülmüş olduğunu fark etti. Gitti ve kapıyı açıp itti. Bir çan sesi duyuldu. Rafların arasında, etrafına pek bakınmadan dolaştı. Bir gazete, biraz kahve, bir paket bisküvi aldı. Otomobilinin arkasında bir kutu dolusu meyve sebze vardı. Hiçbir şeye ihtiyao yoktu aslında. “Merhaba.”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir