Max Frisch – Stiller

Ben Stiller değilim! – Daha sonra etraflıca tanıtacağım bu hapishaneye getirildiğim günden beri, durup dinlenmeden, bu cümleyi söylüyor, Stiller olmadığıma yemin ediyor ve viski istiyorum, yoksa başka hiçbir açıklamada bulunmam diyorum. Çünkü anladım ki, viski olmadan kendim olamıyorum, her çeşit etki altında kalmaya, benimle hiç ilgisi olmayan, ama onların işine gelecek bir rol oynamaya yöneliyorum; şu içinde bulunduğum anlamsız durumda (beni küçük kentlerinde oturan ve kayıp ilan edilmiş olan biri sanıyorlar!) benim için en önemli şey, onların sözlerine kanmamam, bir başkasının kimliğine bürünmem için başlatbkları dostane girişimlere karşı tetikte olmam ve kabalık derecesine varsa da kulaklarımı tekliflerine tıkamamdır; demem şu ki: Şu anda benim için en önde gelen şey, ne yazık ki gerçekte olduğum kişiden başka biri olmamamdır, bu yüzden ne zaman hücremin yanına biri yaklaşsa, viski diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğim. Hem zaten, viskinin en iyi marka olmasının gerekmediğini, içilebilir olmasının yeteceğini günler öncesinden söylemiştim; yoksa demiştim, ayık katırım, siz de beni nasıl sorgularsanız sorgulayın, ağzımdan tek kelime alamazsınız, en azından doğru dürüst bir şey alamazsınız. Boşuna! Bugün bana sayfaları boş olan bu defteri getirdiler: Hayatımı yazmalıymışım buraya! Herhalde bir hayatım olduğunu, kayıp Bay Stiller’inkinden başka bir hayatım olduğunu kanıtlamamı istiyorlar. “Yalnızca gerçeği yazın,” diyor mahkemenin sağladığı avukat, “yalnızca katıksız, yalın gerçeği. Mürekkebiniz biterse, her zaman doldurtabilirsiniz!” 9 Tutuklanmama yol açan tokadı atmamın üstünden tam bir hafta geçti. Oldukça içkili olduğum için (tutanakta böyle yazıyoı), olayı, yani olayın dış görünüşünü anlatmakta güçlük çekiyorum. “Benimle gelin!” dedi gümrük memuru. “Lütfen,” dedim ben de, “bana zorluk çıkarmayın, trenim hareket etmek üzere-” “Ama siz içinde olmayacaksınız”, dedi gümrük memuru. Memurun beni trenin basamağından çekip alış tarzı yüzünden onun sorulaqnı yanıtlamak gelmiyordu içimden. Pasaportumu elinde tutuyordu. Yolcuların pasaportlarını damgalayan arkadaşıysa henüz trenden inmemişti. “Pasaportumda eksik olan ne var?” diye sordum. Yanıt yok. “Ben yalnızca görevimi yapıyorum”, dedi birkaç kez, “siz de pekalii biliyorsunuz bunu.” Pasaportumda ne gibi bir eksik olduğu yolundaki soruma herhangi bir yanıt vermeksizin – halbuki benim pasaportum Amerikan pasaportuydu ve ben onunla dünyanın yarısını dolaşmıştım! – İsviçre aksanıyla yeniden, “Benimle gelin!” dedi. “Lütfen,” dedim, “Eğer tokat yemek istemiyorsanız bayım, kolumdan tutmayın; hiç hoşlanmam bundan.” “Yürüyün bakalım!” Kendisini kibarca, ama kesin bir biçimde uyarmış olmama karşın, genç gümrükçü, yüzünde sırtını yasalara dayayan bir kibir ifadesiyle, benim gerçekte kim olduğumun bana söyleneceğini ileri sürdüğünde tokadı yedi. Lacivert kasketi perona yuvarlandı, hatta düşündüğümden de uzağa gitti, kasketsiz başıyla eskisine oranla daha insancıl görünen genç gümrükçü bir an için öyle bir afalladı, öfkelenmeyi düşünemeden öyle bir donakaldı ki, istesem trene atlayabilirdim. Tren henüz hareket etmekteydi, pencerelerden sarkan insanlar el sallıyorlardı, hatta vagonlardan birinin kapısı açıktı. Neden trene atlamadığımı bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki pasaportumu da gümrükçünün elinden kapabilirdim, çünkü, daha önce de söylediğim gibi, genç adam, bütün canı yerde yuvarlanıp giden o kasketin içindeymiş gibi afallayıp kalmıştı; kasketin yuvarlanması sona erdiği anda, onun da öfkesi dışa vurdu. İnsanların arasından yere eğildim, üzerinde İsviçre’nin haç biçimindeki arması olan lacivert kasketi alıp gümrükçüye uzatmadan önce hiç değilse biraz olsun tozunu silkelemek istedim. Genç adamın kulakları pancar gibi kıpkırmızı kesilmişti. Şaşılacak bir şey oldu: Sanki öyle 10 yakışık alırmış gibi peşinden gittim. Tek kelime etmeden, elini bana sürmeden – zaten buna gerek de yoktu- beni karakola götürdü, orada tam elli dakika bekletildim. “Buyrun,” dedi komiser, “Oturun!” Pasaportum masanın üzerinde duruyordu. Bana karşı olan tutumlarındaki değişiklik beni şaşırttı, komiser nazik olmaya çalışıyor, ama pek beceremiyordu; bunu görünce, pasaportumu bir saate yakın inceledikten sonra Amerikan vatandaşı olduğuma kuşkuları kalmadığı sonucuna vardım. Genç gümrükçünün kabalığını unutturmak istercesine bana bir koltuk bile getirdi komiser. “Duyduğuma göre,” dedi, “Almanca biliyormuşsunuz.” “Neden olmasın?” diye sordum. “Buyrun,” diyerek gülümsedi, “oturun lütfen.” Oturmadım. “Alman asıllıyım,” diye açıkladım. “Alman asıllı Amerikalıyun-” Eliyle boş koltuğu gösterdi bana. “Buyrun,”, dedi, bir süre kendisi de oturmaya karar veremedi… Trendeyken Almanca konuşmaya yanaşmamış olsaydım, butün bunlar herhalde başıma gelmezdi! Yolculardan biri, bir İsviçreli, bana bir şey söylemişti. Paris’ten beri sinirime dokunan bu yolcu, sonradan tokat atmam konusunda tanıklık etmeye de hazır olmuştu. Onun kim olduğunu bilmiyorum. Kendisini daha önce hiç görmemiştim. Paris’te kompartımanıma gelmiş, ayaklaruna takılarak beni uyandırmış, bagajını yerleştirmiş, Fransızca özürler dileyerek, ite kaka açık pencerenin önüne ulaşmış, İsviçre ağzıyla konuşarak bir bayanla vedalaşmıştı; tren hareket eder etmez onun beni incelediği duygusuna kapılmış ve rahatsız olmuştum. Yol arkadaşımın merakının zamanla azalacağını umarak, fıkralarını çoktan ezberlediğim ve okuna okuna örselenmiş ‘New Yorker’ dergimi kendime siper etmiştim. Yol arkadaşım da gazete okuyordu, Zürih’de yayunlanan bir gazeteydi bu. Pencereyi kapatmak konusunda Fransızca olarak anlaşmaya vardıktan sonra, pencereden dışarıya, manzaraya bir kez olsun göz atmaktan kaçındun; belki de çok hoş bir insan olan, utangaç görünümlü bu beyin bir konuşma fırsatı aradığı o kadar belliydi ki, bana kalkıp vagon restorana gitmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı; orada tam beş saat oturdum, bir şeyler içtim. Kompartımana ancak Mulhouse-Basel arasında, sınıra yaklaşınca geri döndüm. İsviçreli yine baktı bana, sanki beni 11 tanıyor gibiydi. Benimle konuşmak için nereden cesaret buldu bilmiyorum; belki de yalnızca onun ülkesinin topraklarına girmiş olmamızdan. Özür dilerim! dedi biraz çekinerek, Siz Bay Stiller değil misiniz? Söylediğim gibi birkaç kadeh viski içmiştim, adamın sorusunu anlamadım; pasaportumu elime aldım, İsviçreliyse bir yandan memleketinin şivesiyle konuşuyor, bir yandan da bir derginin sayfalarını çeviriyordu. Arkamıza iki memur gelmişti bile, biri gümrükçüydü, öteki de elinde bir mühür tutuyordu. Pasaportumu ona verdim. Çok içmiş olduğumun farkına varmıştım, yanımdakiler bana kuşkulu gözlerle bakıyorlardı. Ufak bagajımda bir sorun yoktu. Bu pasaport sizin mi, dedi öteki. Önce güldüm elbette. Neden, dedim adeta gücenerek, neden bu pasaportta kusur buluyorsunuz? İlk kez pasaportumdan kuşku duyuluyordu, bunun nedeni de o beyin beni dergisindeki bir resimle karıştırmış olmasıydı. .. “Sayın Doktor,” dedi komiser bu beye, “sizi daha fazla tutmayayım, verdiğiniz bilgi için teşekkür ederim.” Müteşekkir komiser kapının tokmağını tutarken, bu bey, sanki tanışıyormuşuz gibi bana başıyla selam verdi. Çevremizde binlercesini gördüğümüz doktoralı beylerden biriydi o. İçimden hiç de ona selam vermek gelmedi. Adam çıkınca komiser yerine döndü, bir kez daha koltuğu işaret etti bana: “Lütfen”, dedi, “Görünüşe bakılırsa oldukça sarhoş bir durumdasınız Bay Stiller-” “Stiller mi?” dedim, “Benim adım Stiller değil!” Söylediğimi duymamış gibi konuşmasını sürdürdü. “Ama umarım ki size söyleyeceklerimi yine de anlayabilirsiniz Bay Stiller.” Başımı iki yana salladım; komiser bana puro ikram etti, şu uçsuz puro denen şeylerden. Elbette ki kabul etmedim, çünkü onun puroyu bana değil, Stiller diye birine ikram ettiği belliydi. Komiser benimle uzun uzadıya konuşmak istercesine koltuğuna yerleşirken, ben ayakta kaldım. “Bu pasaportun sizin gerçek pasaportunuz mu olduğu sorulduğunda, neden öyle telaşlandınız?” diye sordu komiser. Amerikan pasaportumun sayfalarını çevirdi. “Komiser Bey”, dedim, “Kolumdan tutulmasına tahammül edemem. Genç gümrükçünüzü defalarca uyardım. Tokat atma durumunda kaldığım için üzgünüm Sayın Komiser, ülkenizde uygulanan cezayı derhal ödemeye de elbette hazırım. Buna emin olabilirsiniz. Ceza miktarı nedir? ” 12 Lütfeder gibi gülümsedi. İş bu kadar kolay değil, dedi. Sonra da özenle bir puro yaktı; kahverengi puroyu, sanki zamanın hiç önemi yokmuş gibi istifini hiç bozmadan, uzun uzadıya dudaklarının arasında yuvarladı. “Çok tanınmış birine benziyorsunuz-” “Ben mi?” diye sordum. “Neden?” “Ben bu işlerden pek anlamam,” dedi, : ‘Ama sizi tanıyan şu Doktor, sizi çok takdir ediyor.” Yapacak bir şey yoktu: Ortada bir yanlışlık vardı ve ne söylersem söyleyeyim, komiser benim nazlandığımı ya da gerçekten alçakgönüllü davrandığımı düşünüyordu. “Neden adınızın White olduğunu söylüyorsunuz?” diye sordu. Anlatbm da anlatbm. “Bu pasaportu nereden buldunuz?” diye sordu. Komiser adeta hiç acele etmiyor gibiydi, başparmaklarını pantolon askılarına takmış, kötü kokulu purosunu tüttürüyordu; bunaltıcı bir öğleden sonraydı, özellikle de artık beni yabancı uyruklu biri saymadığı için, komiser, sıcak havaya pek de uygun düşmeyen ceketinin düğmelerini açmıştı, söylediklerimin tek kelimesini bile dinlemeden beni süzüyordu. “Sayın Komiser,” dedim, “Ben sarhoşum, haklısınız, çok haklısınız, ama birdenbire ortaya çıkıveren bir doktorun-” “O doktor sizi tanıdığını söyledi.” “Nereden?” diye sordum. “Dergiden,” dedikten sonra benim aşağılayıcı suskunluğumdan yararlanarak ekledi: “- Paris’te yaşayan bir karınız var, öyle değil mi?” “Benim mi? Karım mı?” “Adı da Julika.” “Ben Paris’ten gelmiyorum,” diye açıklama yaptım, “Meksika’dan geliyorum, Sayın Komiser.” Ona geldiğim geminin adını, yolculuk süresini, Le Havre’a varış saatimi, Vera Cruz’dan hareket saatimi söyledim. “Bunlar doğru olabilir,” dedi, “Ama karınız Paris’te yaşıyor. Doğru anladıysam dansçıymış. Bebek gibi güzel bir kadınmış.” Sustum. “Julika onun sahne adıymış,” diye açıkladı komiser. “Daha önce ciğerlerinden hasta olduğu ve Davos’ta oturduğu söyleniyor. Ama şimdi Paris’te bir tür bale okulu işletiyormuş. Doğru mu? Altı yıldan beri.” 13 Yalnızca baktım ona. “Sizin ortadan kaybolmanızdan bu yana.” Bir derginin okurlarının, bana benzediği -€n azından bir doktorun gözünde- besbelli olan bir insan hakkında neler de bildiklerini duyabilmek için farkına varmaksızın koltuğa oturmuştum; bir sigara çıkardım, söz konusu doktorun uyandırmış olduğu saygının etkisinde kalan komiser de çakmağını uzattı. “Siz de bir heykeltraşsınız.” Güldüm. “Doğru mu?” diye sordu, ama yanıt vermemi beklemeden hemen bir sonraki soruya geçti. “Neden sahte bir ad altında yolculuk ediyorsunuz?” Yemin etmem de onu inandırmadı. “Üzgünüm,” dedi, bir yandan da bir çekmecenin içini karıştırıp mavi bir form çıkardı: – “l)zgünüm Bay Stiller, ama bana gerçek pasaportunuzu göstermemekte direnirseniz, sizi cinayet şubesine havale etmek zorunda kalacağım. Bunu anlamaruz gerek.” Purosunun külünü silkeledi. Komiser ayrıntılı formu özenle doldurmaya başlarken ben, “Ben Stiller değilim!” diye yineledim, ama artık beni hiç duymuyor gibiydi; sözlerimi çeşitli ses tonlarıyla söylemeyi denedim; kah resmi ve serinkanlı bir sesle konuştum: “Sayın Komiser, benim başka pasaportum yok!” Kah gülerek:” Saçmalık bu!” dedim. Ancak, sarhoş olmama karşın, sözlerimi ne kadar çok yinelersem onun beni o kadar az dinlediğini apaçık seziyordum; sonunda, “Lanet olsun, benim adım Stiller değil!” diye haykırdım. Bunu haykırarak söylerken yumruğumu da masaya indirdim. “Neden böyle heyecanlanıyorsunuz?” Ayağa kalktım. “Sayın Komiser,” d�im, “Pasaportumu verin bana!” Başını kaldırıp bana bakmadı bile. “Tutuklusunuz,” dedi; sol eliyle pasaportumun sayfalarını çevirerek numarasını, veriliş tarihini, Meksika’daki Amerikan Konsolosunun adını, yani o mavi formun bu gibi durumlarda sorabileceği her şeyi not ederken bana da, dostça sayılacak bir sesle, “- Oturun!” dedi.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir