Antonia Munoz Molina – Emevilerin Kordobası

Bir kitabın yazılışı, bir esaretin ürünü ve tanıklığıdır daima. Gerçekten yazdığımızda, bizim farkına varmamızdan çok önce bizi esir almaya başlamış, hem belirgin, hem anlaşılmaz bir meseleden kurnılmak için yazarız; ne var ki, -bize özgürlük değilse bile, en azından son noktayı koymanın vereceği rahatlatmayı bağışlamasını beklediğimiz- yazma eylemi, sebeplerini irdeleyerek esareti yoğunlaştırır, bizi zehirler, sürekli bir hipnoz ve uyanıklık haline sokar, sınırları acıya yaklaşan, giderek soyutlanan bir hazza gömer. Bir kitabı yazmaya, düşünmeden bir yolculuğa çıkarcasına, bir aşkın ilk saatlerini yaşa�casına başlarız. Bir sonraki sayfada neler olacağını, göreceğimiz kentlerin neye benzeyeceğini, gece vakti bir sokağın bilinmez köşelerine dalarcasına daldığımız ılık se�ginin ilk adımlarının bizi nereye götüreceğini bilemeyiz. Yazarın, yolcunun, aşığın tek bildiği veya tahmin ettiği, her zaman kullandığı kurallardan yararlanamayacağı bir aleme doğru yola çıktığıdır; bu alemde, hayal bile edemediğimiz şeyleri, yalnız gözüyle gördüğü manzara ve kentleri değil, kendi bilincinin mahrem dehlizlerini, hayal gücünün, bakışının, hatta teninin bakir adalarını keşfettiği ölçüde, gözüpekliğinin işe yarayacağını da bilir. Yola çıkmadan önce sürprizlere, beklenmeyene, yani hiç görmedikleri şeye karşı güç yığan yolcular olduğunu biliyorum. Bir turistin yolculuğunu planladığı gibi kitaplarını titizlikle hesaplayan yazarlar olduğu gibi, sadece rutinden hoşla11 nan, sıkmn içinde rahat eden aşıklar da vardır. Ama son yıllarda inançlarının çoğunu kaybetmiş olan kişi, neredeyse tek bir inancmı korur: Ancak hi<i yaşanmamış olan şey yaşanmaya, hiç söylenmemiş olan söz söylenmeye değerdir. Ne gariptir ki, tecrübenin bu özelliği, benzerlerimizle, bizden önce yaşadıkları veya henüz doğmadıkları için hiç göremeyeceğimiz, bizden habersiz suç ortağımız olacak kadar bize benzeyen kadm ve erkeklerle aramızdaki en güçlü, ortak bağa dönüşür sonunda. Bu kişilerin bazıları, bizimle aynı çagda yaşar, hatta belki aynı kentin havasmı teneffüs eder; buna rağmen, onlarla hiç karşılaşamayacağımız için, ölüler ve henüz doğmamışlar kadar uzağımızdadırlar. Bu gizli işbirliği, yazdığımız ve okuduğumuz kitapların gerekçesidir. Okuyan kişi, yazan kişi kadar esaret altındadır; ayrıca okurken zaten bildiğimiz şeyi keşfetmek bizde en büyük hayranlığı uyandırır. Öğrenmenin hanrlamak olduğu Platoncu kuramla .her gün karşılaşırız; her aşkın, her dostluğun ardında bir tanışıklık, uzun bir sürgünün sonrasında karşılıklı esaret eyleminde bir araya gelen, bölünmüş iki yarının tanışıklığı gizlenir. Bir kent hakkında yazabilmek için de, daha önce o kentin bizi esir almış olması gerekir. Sonradan hatıraya ve kelimelere dönüşen bir bakış ile bir kent arasındaki tutkulu karşılaşmadan, edebiyann en yüce olaylarından bazıları doğmuştur: hem zamanın akışında kentleri yakalayıp hem onları hayale dönüştürmek, hem kurtarıp hem yalanlamak, hem ölümsüz kılıp hem de yok oluşlarının acı haberini iletmek isteyen, hemen hemen her zaman yakaran ve hüzünlü kelime· ler. Bir yazarlar ve kentler listesi yapılacak olsa, hatırlanmayı hak etmiş sevdalı çiftler listesi kadar uzun olurdu. Baudelaire ve Paris, Dickens -veya De Quincey, Canan Ooyle ya da Ba12 roja … – ve Londra, Bassani ve Ferrara, Durrell ve İskenderiye, Galdos ve Madrid, Juan Marse ve Barselona, Onetti ve (artık var olmamakla birlikte) Santa Maria, Walter Benjamin ve hayatı boyunca gördüğü bütün kentler ile hepsinin özeti blan, Bağdat veya Berlin gibi sonsuz, o çok sevdiği kadın, Asja Lacis gibi, Oranda ve Kordoba misali, adlarından başka el değmemiş bir yanları kalmadığını bilerek gittiğimiz kentler gibi hem maddi, hem hayali olan soyut kent. Walter Benjamin’in kentler arası yolculuğu, hayatı boyunca arşınladığı bütün sokaklar birbirine karışarak sonu olmayan tek bir sokak halinde uzayıp giden Faulkner kahramanı Joe Christmas’ ın yolculuğuna benzer; Asja Lacis, Benjamin’in hayatında tek yönlü bir sokak açmıştır. Kentleri öylesine sevmiş ve bir sınır karakolunun kimseye ait olmayan toprağında ölmeyi seçmiş olan bu adamın bakışı, o kadar iamanımıza aittir ki, bizler, kitaplarını okumamış da olsak, onun gibi bakarız. Onun bakışı basit bir göilem değil, bir kehanettir. Baudelaire’in Paris’inin, gerçekte antak Baudelaire öldükten uzun yıllar sonra var olduğunu bizzat Benjamin söylemiştir. Belki de- Benjamin’in kentleri tam olarak ancak günümüzde var olmakta.dır, bizim bakışımız onunkinin mirasçısıdır ve yürürken yere düşen gölgemiz, kısmen Walter Benjamin’in gölgesidir. Kordoba’ dayken zaman zaman böyle bir hisse kapıldığım oldu. Kenti pek tanımıyordum ve geçmişten gelen bir bağım yoktu. Çok eskiden yapılmış bir iki yolculuğu, caminin loşluğunu, mozaiklerin yaldızlı parıltısını, otobüsün kalkış saatine kadar vakit geçirmek için mecburen Yahudi mahallesini aceleyle şöyle bir dolaştığımı belli belirsiz hatırlıyordum. Turizmin çılgınca mantığı, Kordoba’yı yol üstünde ge13 çilen bir yere dönüştürdü. Rehberler kalabalık grupları cami· nin avlusunda bilgilendirir, tek sıra halinde caminin içine sokup daima aceleyle, sertçe sahınlara iter, yanın saat sonra yine tek sıra halinde dışarı çıkarıp sadece hediyelik eşya ve kartpostal satan dükkanlarla önceden belirlenmiş, evleri be· yaza boyalı, saksılı dar sokaklara dağılmalarına izin verirler. · Bu yüzden de kent, yabancılar için büyük ölçüde görünmezdir; turistlerin daha sonra onu hatırlaması için bir sebep yoktur, hatta belki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basan işaret parmağının refleks niteliğindeki hareketi de, baknp disiplininin yerini almıştır. Kentlerde dolaşırken, turistlerin avlanma müptelalarına benzediklerini birçok kez gözlemlemişimdir. Harikalar diyarında bir hırsız gibi nefes nefese, bir şeyi kollayarak ilerler, tüfekle nişan alırcasına fotoğraf makinelerini gözlerine yaklaştırır ve deklanşöre bastıktan sonra da, fazla önemsemediği bir hayvanı vurmuş avcının kayıtsızlığı ve hafifliğiyİ�, maki- . nelerini tekrar omuzlarına asarlar. Bazılarımız gezmeye fotoğraf makinesiz, rehbersiz gitmeyi, güzergahımıiı belirleme işini tesadüfe ve içgüdülerimize, gördüğümüz şeyleri saklama işini ise hafızamıza bırakmayı tercih ederiz. Bir kente vardığımızda, otele yerleştikten sonra sokağa çıkıp her şeye tasasız bir doymazlıkla bakmaktan, bizi beklediğini bildiğimiz yerlerde dolaşmaktan, en ufak bir kışkırtmayla, uzaktan şöyle bir gördüğümüz bir kulenin veya palmiye ağacının ya da arzulanan bir kadının yakınlığı kadar etkileyici bir yasemin kokusunun peşine düşüp kaybolmaktan hoşlanırız. Kentlere mümkün olduğunca az eşyayla gider, birkaç kitabın ve odanın tehlikeli sessizliğini kıracak, titizlikle seçilmiş birkaç kasetin bize eşlik etmesini isteriz. 14 Ben Kordoba’ya bu kentle ilgili bir kitap yazmam gerektiği için gitmiştim. Sabah erkenden, saat sekize doğru, katedraldeki ilk ayini haber veren çanların hengamesiyle uyaı:nyordum. Pencereden, bir zamanlar minare olan çan kulesi, cami duvarının kiremit rengi tepelikleri ve avludaki yüksek palmiye ağaçlarının, göğün soluk maviliğine uzanan üst yapraklan görünüyordu; sabahın ilerleyen saatlerinde, hava ısındıkça gökyüzünün rengi giderek açılır, beyaza yaklaşır, kireç boyalı bir duvar misali kızgın öğle güneşinin ışığını yansınrdı. Sabahın ilk saatlerinde Kordoba’nın o dupduru renklerine baktıkça, Fas manzaralarının aydınlığını, vaha yeşiliyle killi toprak kırmızısını ve Şeşaven şehrinde, ayak sesleriyle bölünen sessizliğin ortasında, plastik bir kabloyla minarenin şerefesine bağlanmış eğreti bir hoparlörden müezzinin okuduğu ezanı işitmenin nasıl bir duygu olduğunu hatırlıyordum. Şeşaven’de, yanımda taşıdığım zamanın -tıpkı kimliğimiz ve yüzümüz gibi kendi zamanımızı da yanımızda taşırız- ansızın duruveren bir saat misali işe yaramaz hale geldiğini fark etmi�tim. Ama egzotik bir ülkenin çağdışılılığını da hissetmiyordum orada, çünkü şehirde dolaşırken nüfuz ettiğim zaman bana yabancı değildi; herkes Arapça konuşnığu halde sesler, akşamüzerleri odun ateşinden çıkan dumanın ve sıkıştırılmış nemli toprağın kokusu da yabancı gelmiyordu. O eski zamanlan, otomobil motorları tarafından örselenmemiş sesleri çocukluğumun öğle sonlarında yaşamış, tatmıştım; müezzinin sesini duyduğumda, o zamanlar gün batımı saatine dua saati dendiğini hatırladım. Evlerin içi, tıpkı Şeşaven ve Kordoba’nın avluları gibi donuk bir alacakaranlığa gömülür, kucaklarında dikişleriyle pencere kenarında anıran kadınlar -sokağa temkinli bir tavırla, sanki kapalı tül perdele15 rin değil, kafesin ardına gizlenmişçesine bakarlardı- elektrik ışığını açmayıp birkaç dakika sessizce durur veya alçak sesle konuşurlardı. Gecenin gelişini dikkatle beklemek, karanlığın çöküşünü adeta sonuna kadar gözlemek gerekirdi. · Çanların madeni sesi, müezzinin çağrısından daha oımturaklıdır. Kordoba’ da her sabah. çan sesleriyle uyandıktan sonra, gerçek kentte ağır ağır yürüyerek, var olmayan bir kenti hayal etmek gibi garip bir görevi yerine getiriyordum. Quevedo’nun seyyahının Roma’da Roma’yı araması gibi, benim de Kordoba’da Kuroıba’yı* aramam gerekiyordu . .Harabeleri geziyor, oralarda ve kitap sayfalarında, bin yıl önce yaşamış insanların varlığını ve günlük hayatını araştırıyordum; benim görmekte olduğum ışığı görmüş, elleriyle, adımlarıyla caminin mermer sütunlarını, yerlerini aşındırmış insanlardı bunlar. Bin yıl sonra, onların yaşadığı kentten·.geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı, ama sütunlar hala ay��ydı ve Guadalquivir, kum adacıklarının ve sık zakkumlarla sazlıkların arasından, kutsal ırmakların .efsanevi ağırlığıyla akmaya devam ediyordu. Emevilerin Kuroıba’sına, Batı’nın başkenti olan o akıl almaz yere ilişkin bir kitap yazmam gerekiyordu, ama bir odaya kapanıp tarih kitaplarının arasına gömülme vaktinin henüz gelmediğinin farkındaydım. Önce amaçlarımı unutup yakındaki çanlar günün doğuşunu haber verirken sokaklara çıkmam, kentte kaybolmam, onun esiri olmam ve mümkünse, arkeolojik kalıntıları değil, zamanın elle tutulamayan işaretlerini, şimdiki zamanla hafızanın en uzak enlemleri arasındaki geçitleri, Şeşaven’ de keşfettiğim karanlık geçitleri bulmam gerekiyordu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir