E. L. Doctorow – Ragtime

1902’de Baba, New York’ta, New Rochelle’deki Broadview Bulvarı’nın tepesinde bir ev yaptırdı. Üç katlı, kahverengi çatı kaplama tahtalı, çatı pencereli, cumbalı, sundurması kafesli bir evdi. Pencerelerini şeritli güneşlikler örtüyordu. Aile, bu sapasağlam malikâneye güneşli bir haziran günü taşınmıştı ve anlaşılan önlerindeki birkaç yıl, bütün günleri sıcak ve güzel geçecekti. Baba’nın gelirinin büyük bölümü, bayrak, flama ve öbür yurtseverlik gereçlerinin yapımından geliyordu, donanma fişeklerini de katalım. 1900 başlarında yurtseverlik, güvenilir bir duyguydu. Teddy Roosevelt başkandı. Halk ya açık havada geçit törenlerine, balık kızartma partilerine, siyasal pikniklere, toplu gezilere katılmaya ya da kapalı yerlerde toplantılara, vodvil tiyatrolarına, operalara, balolara koşuşturmaya düşkündü. Büyük kalabalıkların katılmadığı tek eğlenti yok gibiydi. Trenler, buharlı gemiler ve tramvaylar, insanları durmadan başka başka yerlere taşıyordu. Tarz buydu, insanlar böyle yaşardı. O dönemde kadınlar daha iriyarıydı. Beyaz güneş şemsiyeleriyle donanmayı ziyaret ederlerdi. Yazın herkes beyaz giyerdi. Tenis raketleri ağır, yüzleri ovaldi. Cinsel ayılıp bayılmalar boldu. Zenciler yoktu. Göçmenler yoktu. Pazar ikindileri, yemekten sonra Baba’yla Anne yukarı çıkar, yatak odasının kapısını kapatırlardı. Büyükbaba oturma odasındaki divanda uyuklardı. Gemici gömlekli Küçük Oğlan kafesli sundurmada oturur, eliyle sinekleri kovardı. Tepenin eteğinde, aşağılarda, Anne’nin Küçük Kardeş’i tramvaya biner, hattın sonuna kadar giderdi. Sarı bıyıklı, yalnız, içekapanık bir gençti, ailede, kendini bulmakta güçlük çektiğine inanılırdı. Tramvay hattının bitimi, uzun bataklık sazlarıyla dolu ıssız bir alandı. Hava, tuz keskinliğindeydi. Anne’nin Küçük Kardeş’i, beyaz keten giysisi ve hasır şapkasıyla, pantolonunun paçalarını kıvırıp tuzlu bataklıkta yalınayak dolaşırdı. Kuşlar ürküp havalanırdı. Bu, tarihimizde Winslow Homer’ın resimlerini yaptığı dönemdi. Doğu Yakası’ndan belli bir ışık o saatte sızabiliyordu daha. Homer ışığı resmederdi. Işık denize ağır, donuk bir kötücüllük veriyor, New England kıyısının kayalarına, kumsallarına soğuk bir renkle vuruyordu. Açıklanmayan gemi kazaları ve çekme halatıyla girişilen cesur kurtarmalar çoktu. Deniz fenerlerinde, azgın kumsalın kuytu morluklarına doluşmuş salaşlarda tuhaf şeyler dönüyordu. Bütün Amerika’da, cinsellikle ölüm arasında pek ayrım kalmamıştı. Yoldan çıkmış kadınlar haz nöbetlerinde ölüyordu. Hikâyeler örtbas ediliyor, gazeteciler zengin ailelerin paraları karşılığında susuyordu. İnsanlar gazetelerle dergilerin satır aralarım okuyordu. New York City’deki gazeteler, ünlü mimar Stanford White’ın, kokkömürü ve demiryolundan servet yapmış bir ailenin uçuk veliahtı Harry K. Thaw tarafından vuruluşu haberleriyle doluydu. Harry K. Thaw, bir zamanlar Stanford White’ın metresi olan dillere destan güzel Evelyn Nesbit’in kocasıydı. Kurşunlama olayı, 26. Sokak’taki Madison Square Garden’m -fırınlanmış sarı tuğladan yapılma, bir mahalle bloku uzunluğunda, bizzat White’ın kendi tasarımı, Sevilla tarzı dev yapının- çatı bahçesinde yaşanmıştı. Mamzelle Champagne adlı bir revünün açılış gecesiydi; koro tam şarkı söyleyip dans ederken, yaz gecesinde hasır şapkayla kalın siyah bir palto giymiş uçuk veliaht, çıkarttığı tabancayla ünlü mimarın başına üç kurşun sıkmıştı. Çatıda. Çığlıklar koptu. Evelyn bayıldı. Daha on beşindeyken ünlü bir ressam-modeliydi. İç çamaşırları beyazdı. Kocası onu kamçılama alışkanlığındaydı. Bir kerecik Emma Goldman’la -devrimci olan- karşılaşacak oldu. Goldman zehirli dilini gösterdi ona. Anlaşılan zenciler vardı. Göçmenler vardı. Gazeteler her ne kadar olaya “yüzyılın cinayeti” deseler de Goldman henüz 1906’da olduğumuzu, geriye daha doksan dört yıl kaldığını biliyordu. Anne’nin Küçük Kardeş’i, Evelyn Nesbit’e âşıktı. Onunla ilgili skandali yakından izlemiş ve kadının, sevgilisi Stanford White’ın ölümü, aynca kocası Harry K. Thaw’un tutuklanmasından sonra, orta sınıftan, beş parasız, zarif bir gence gereksinim duyacağı mantığını geliştirmeye başlamıştı. Her an onu düşünüyordu. Onu elde etmek için çıldırıyordu. Odasının duvarına Charles Dana Gibson’ın “Bitimsiz Soru” adlı gazete çizimini iliştirmişti. Çizim, Evelyn’i profilden gösteriyordu, gür saçlarının bir öbeği çözülmüş, soru işareti biçiminde bir büklümle sarkıyordu. Yere bakan gözleri, alnını gölgede bırakan bir lüleyle süslüydü. Burnu zarifçe kalkıktı. Dudakları hafif pırtlaktı. Uzun boynunun kıvrımı, kanatlanmaya hazır bir kuşu andırıyordu. Evelyn Nesbit bir erkeğin ölümüne, ötekinin yıkımına yol açmıştı: Genç adam bunlardan, kadının ince kollarının sarılışı dışında hayatta hiçbir şeyin elde edilmeye, istenmeye değmediği sonucuna varıyordu. İkindi, mavi bir pustu. Gelgit, ayak izlerine doluyordu. Eğildi, kusursuz bir deniz kabuğu buldu, Long Island Sound’un batısında pek rastlanmayan türden. Yüksük biçiminde, pembeli kehribarlı sarmal bir kabuktu ve genç adamın, puslu güneş altında ayak bileklerine gelen tuzlar kururken tek yaptığı, başını geri atıp kabuktaki birkaç yudum deniz suyunu içmek oldu. Tepede martılar dolanıyordu obua sesleri çıkararak; arkasında, bataklığın toprağa vardığı uçta, Kuzey Bulvarı tramvayının çınçını uzaktan uyarıyordu. Kasabanın öte yanında, denizci kılıklı Küçük Oğlan birdenbire sıkıldı, sundurmanın uzunluğunu ölçmeye başladı. Ayağının başparmağını sallanan bambu iskemlenin eğimine dayamıştı, adım adım sekiyordu. Çocuklardaki, çevrelerindeki büyüklerin hiç ummadığı ve böylelikle gözden kaçırdığı bilgi ve akıl yaşına gelmişti. Her gün gazete okuyor, profesyonel beysbolcularla eğik topun bir göz yanılması olduğunu ileri süren bir bilim adamı arasındaki tartışmayı kaçırmıyordu. Kendi yaşam koşullarının, bir şeyler görmek, bir yerlere gitmek özlemine ters düştüğünü seziyordu. Sözgelimi, kaçış ustası Harry Houdini’nin yaptıklarına ve mesleğine müthiş bir ilgi duymaya başlamıştı. Ama tek gösterisine götürülmemişti. Houdini, vodvil dünyasında hep baş isimdi. Seyircileri yoksul kişilerdi – hamallar, çerçiler, polisler, çocuklar. Saçma bir yaşam sürdürüyordu. Dünyanın dört bir yanını dolaşıp her türlü kıstırılma ve kaçma yöntemini uyguluyordu. Bir iskemleye bağladılar onu. Kaçtı. Bir merdivene zincirlediler. Kaçtı. Ellerine kelepçe, ayaklarına pranga vurdular, deli gömleğine sokup kilitli bir hücreye yerleştirdiler. Kaçtı. Banka kasalarından, çivili fıçılardan, ağzı dikilmiş posta torbalarından kaçtı; çinko kaplama bir Knabe piyano sandığından, dev bir futbol topundan, galvanize bir demir kazandan, kepenkli bir çalışma masasından, bir sucuk tulumundan kaçtı. Kaçışları gizemliydi, çünkü kaçtığı nesneye zarar vermiyor, kilidine dokunmuyordu görüldüğü kadarıyla. Paravan çekildi mi, içinde kıstırıldığı varsayılan geçit vermez nesnenin yanı başında, perişan ama kahramanca dikiliyordu. Kalabalığa el sallıyordu. Suyla doldurulmuş, ağzı mühürlü bir süt bidonundan kaçtı. Sibirya sürgünlerini taşıyan kamyondan kaçtı. Çin usulü bir işkence haçından. Hamburg’daki bir cezaevinden. Bir İngiliz tutuklu gemisinden. Bir Boston kodesinden. Otomobil lastiklerine, su değirmenlerine, toplara zincirlendi ve hep kaçtı. Bir köprüden, kelepçeli olarak Missisippi’ye, Seine’e, Merse/ye daldı, el sallayarak çıktı suyun yüzüne. Deli gömleğiyle vinçlerden, çift kanallı uçaklardan, yapıların tepelerinden başaşağı sallandırıldı. Hava tüpüne bağlı olmayan ağır bir dalgıç giysisiyle, elleri kelepçeli, okyanusa indirildi ve kaçtı. Canlı canlı bir mezara gömüldü ama kaçamadı, kurtarılması gerekti. Toprağı telaşla kazıp çıkardılar onu. Toprak amma ağırmış, dedi soluk soluğa. Tırnakları kanıyordu. Gözlerinden çamur akıyordu. Rengi atmıştı, ayakta duramıyordu. Yardımcısı koştu. Houdini bir hırıltı koyverdi, tükürükler saçtı. Kan tükürüyordu. Onu temizleyip oteline geri götürdüler. Bugün, ölümünden yaklaşık elli yıl sonra, kaçış gösterilerinin seyircileri sayıca daha da artmış durumda. Küçük Oğlan sundurmanın ucunda durdu; bölmeyi geçerken Kuzey Bulvarı’ndaki tepeden geldiği izlenimini veren bir peygamber sineğine takıldı gözü. Sinek uçtu gitti. Kuzey Bulvarı’ndaki tepeden bir araba geliyordu yukarı doğru. Araba yaklaşınca, 45 beygir gücünde siyah, üstü açık spor bir Pope-Toledo olduğu anlaşıldı. Oğlan koştu, sundurmadaki basamakların tepesinde durdu. Araba evin önünden geçti, büyük bir gürültüyle telefon direğine tosladı. Küçük Oğlan içeri koştu, üst kattaki anne babasını çağırdı. Büyükbaba sıçrayarak uyandı. Oğlan yine sundurmaya döndü. Sürücüyle yolcu sokakta durmuş, arabaya bakıyorlardı: Kocaman tekerleklerin lastikleri şişirilmeydi, tahta parmaklarına siyah mine geçirilmişti. Radyatörün önünde pirinç farlar, çamurluğun üstünde pirinç yan farlar vardı. Döşemesi püsküllüydü, çift kapılıydı. Zarar görmüşe benzemiyordu. Sürücü üniformalıydı. Kapağı kaldırınca, beyaz bir buhar fışkırdı fısss diye. Bazı insanlar olayı ön avlulardan gözlüyorlardı. Ama Baba, yeleğinin zincirini düzelterek, yapabileceği bir şey olup olmadığını görmek için kaldırıma yürüdü. Arabanın sahibi ünlü kaçma ustası Harry Houdini’ydi. O gün Westchester’ı arabayla gezmek istemişti, emlak almayı düşünüyordu. Radyatör soğuyana kadar eve buyur edildi. Evdekileri alçakgönüllü, hemen hemen donuk tavrıyla şaşırttı. Sıkkın görünüyordu. Başarısı vodvil alanına bir yığın rakip çekmişti. O yüzden hep daha, daha da tehlikeli kaçışlar tasarlamak zorundaydı. Kısa boylu, sağlam yapılı bir adamdı, atlet olduğu belliydi: güçlü ellerinden, iyi dikilmesine karşın o duruma uygun düşmeyen kırışık tüvit takımının kesimini zorlayan güçlü sırt ve kol kaslarından. Termometre otuzlardaydı. Houdini’nin ortadan ayrılmış saçları düzensiz ve dikti, duru mavi gözleri kıpır kıpırdı. Anne’yle Baba’ya çok saygılıydı, kendi mesleğinden söz ederken utangaçtı. Küçük Oğlan onu gözledi. Anne limonata yaptırmıştı. Odaya getirildiğinde, Houdini teşekkürler ederek içti. Pencerelerdeki güneşlikler odayı serin tutuyordu. Sıcaktan korunmak için pencereler kapatılmıştı. Houdini yakasını gevşetmek istedi. Ağır, dört köşe mobilyalar, perdeler ve koyu kilimler, Doğu işi ipek minderler, yeşil camdan abajurlarla kıstırılmış hissediyordu kendini. Zebra postuyla kaplı bir şezlong vardı. Houdini’nin o yana baktığını gören Baba, o zebrayı Afrika’da bir av gezisinde vurduğunu söyledi. Baba amatör bir kâşif olarak epey ünlüydü. New York Kâşifler Kulübü’nün eski başkanıydı ve kulübe her yıl bağış yapıyordu. Aslında birkaç gün sonra, kulübün flamasını taşımak üzere Kuzey Kutbu’na yapılacak üçüncü Peary Seferi’ne katılacaktı. Yani, dedi Houdini, Peary ile birlikte Kutup’a mı gideceksiniz? Tanrı’nın izniyle, dedi Baba. Koltuğuna yaslanıp bir puro yaktı. Houdini birden konuşkanlaştı. Odada gidip gelmeye başladı. Kendi yolculuklarından, Avrupa turnelerinden söz etti… Ama Kutup, dedi. O bambaşka bir şey. Bu iş için seçildiğinize göre oldukça ustasınız demek. Mavi gözlerini Anne’ye çevirdi. Evin ocağını tüttürtmek de az iş değildir tabii. Soğuk bir adam değildi. Gülümsedi ve iriyarı, sarışın bir kadın olan Anne gözlerini indirdi. Houdini el altındaki öteberiyle Küçük Oğlan’a ufak numaralar yaptı birkaç dakika. Ayrılırken bütün aile onu kapıya kadar geçirdi. Baba’yla Büyükbaba elini sıktılar. Houdini koca akçaağacın altındaki patikadan geçip sokağa açılan basamaklardan indi. Sürücü bekliyordu, araba düzgün park edilmişti. Houdini sürücünün yanındaki koltuğa geçip el salladı. İnsanlar avlulardan ona bakmayı sürdürdüler. Küçük Oğlan sihirbazı sokağa kadar izlemişti, şimdi Pope-Toledo’nun önünde durmuş, farın parlak pirinç yuvasında kendi çarpılmış, dev kafalı görüntüsüne bakıyordu. Houdini oğlanı yakışıklı, Annesi gibi akça pakça, sarışın, hoş buldu, ama çocuk biraz yumuşak görünüyordu. Houdini yan kapıdan eğildi. Hoşça kal evlat, dedi elini uzatarak. Dük’e dikkat edin, dedi küçük oğlan. Sonra koşarak gitti. 2 Galiba Houdini’nin ansızın gelişi Anne’yle Baba’nın cinsel birlikteliğini bölmüştü. Eskisi gibi süreceğine ilişkin hiçbir belirti gelmiyordu Anne’den. Bahçesine kaçtı Anne. Günler geçip de ayrılık saati yaklaşınca Baba, ondan yatağına girme izni için sessizce bir ipucu bekledi. Kendi harekete geçerse durumu tehlikeye atacağının bilincindeydi. İri yapılı, tutkuları güçlü bir adamdı, ama karısının kendi hayvanca gereksinimlerini isteksizce karşılama yolunu seçmemesini anlayışla karşılıyordu. Bu arada bütün ev halkı onun ayrılma hazırlığı telaşındaydı. Giysileriyle gereçleri bavullara yerleştirilecekti, işinden ayrı kalacağı için birtakım ayarlamalar yapmak şarttı, daha binlerce ayrıntı vardı ilgilenilmesi gereken. Anne, bileğinin tersiyle, alnına düşmüş bir tutam saçı itti. Ailede hiç kimse Baba’nın yüz yüze geleceği tehlikelere kayıtsız değildi. Yine de hiçbiri bunların Baba’yı yoldan döndürmesini istemiyordu. Evlilik, Baba’nın uzun süreli ayrılıklarıyla besleniyordu sanki. Onun gitmesinden bir önceki akşam, yemek sırasında giysisinin yeniyle masadaki bir kaşığı yere deviren Anne kızardı. Bütün ev uykuya daldığında Baba onun odasına geldi. Duruma yaraşır biçimde ciddi ve inceydi. Anne gözlerini yumdu ve kulaklarını örttü. Baba’nın çenesinden akan ter, onun göğüslerine damlıyordu. ikildi birden. Hemen şöyle düşündü: Yine de mutlu yıllar bunlar. Artık önümüzde yalnızca büyük dertler var. Ertesi sabah herkes, Baba’yı uğurlamak üzere arabalarla New Rochelle istasyonuna gitti. Ofis çalışanlarının bazıları oradaydı. Baba’nın baş yardımcısı kısa bir söylev verdi. Birkaç alkış duyuldu. New York treni geldi, tekerleri parmaklı, 4-4-0 bir Baldwin’in çektiği koyu yeşil, cilalı beş vagon. Küçük Oğlan, yağdanlığıyla pirinç piston başlarını kurcalayan makiniste dalıp gitmişti. Omzuna bir el dokundu, döndü. Babası gülümseyerek tuttu elini, sıkü. Büyükbaba’nın çantaları taşıması engellendi. Hamalın yardımıyla, Baba ile Anne’nin Küçük Kardeş’i eşyaları trene yerleştirdiler. Baba genç adamın elini sıktı. Aylığına zam yapmış, onu daha büyük sorumluluk gerektiren bir göreve yükseltmişti firmada. İşler sana emanet, dedi. Genç adam başını salladı. Anne gülücükler saçıyordu. Yanağından öpen kocasını usulca kucakladı. Son vagonun arka sahanlığındaki Baba, tren dönemeci alırken file şapkasını çıkarıp salladı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir