Gootfried Keller bir yazısında Eduard Mörike’nin kişiliğini: “Horatius’un (1) ve Şıvablı (2) kibar bir hanımın oğlu” sözleriyle çizmiştir. Gerçekten bu şairin özelliği bundan daha iyi belirtilemezdi. O, dünyada klasikle doğal-gizemli arasında yurdunu bulmuştu; titreşim ve duygularda fırsat buldukça sayrılıya dek giden bir ince duyuş, işte onun şiirinin ve öykülerinin olgunlaştığı besi toprağı buydu. Bu nedenle, yarattığı yapıtlarda, onu doğanın bir parçası gibi gösteren şaşmaz bir hava vardır. Herhalde böyle ince dokunmuş bir sanat yaradılışının dış dünyada güçlüklerle karşılaşmış olmasına hiç de şaşmamalı. Çok doğal olarak, Mörike’nin bir kentli olarak geçirdiği yaşam bir başarı olmaktan çok uzaktır. Eduard Mörike 8 Eylül 1804’te Stuttgart yakınında Ludwigsburg’da bir hekimin oğlu olarak dünyaya geldi. 1822-1826 arasında Tübingen Vakfı’nda dinbilim okudu. Şiirlerinin Peregrinası ve sanatçı romanı “Maler Nolten”in “Elisabeth”i olan Maria Mayer’le karşılaşması bu öğrenciliği zamanına raslar. Mörike, bu karşılaşmadan derin bir biçimde etkilenmişti. Sonra hemen hemen sekiz yılını Şıvab köylerinde papaz yardımcılığı yaparak geçirdi, sonunda 1834’te Cleversulzbach’da papaz oldu. Ancak hiç sevmediği bu görevden bıkarak daha 1843 yılında emekliye ayrıldı. Mergentheim’da birkaç yıl boş oturduktan sonra 1851’de Stuttgart’ta Katharin Vakfı’nda, ancak pek az zamanını dolduran, bir yazın öğretmenliği görevi aldı, arkasından evlendi. 1866’da bu işini de bıraktı. Evliliği de pek mutlu olmamıştı, sonunda evlilerin ayrılmasıyla bitti. Mörike ömrünün son yıllarını Lorch ve Nürtingen’de darlık içinde geçirdi ve en sonunda yeniden Stuttgart’a döndü. Ölüm döşeğinde karısıyla barıştığı halde, yaşama gözlerini kapadığı 4 Haziran 1875’te yanında kimse yoktu. Mörike’nin değeri ancak ölümünden sonra anlaşıldı; özellikle Schumann, Robert Franz, Brahms ve Hugo Wolf’ün seslendirdiği şiirleri onu halka mal etti. Yaşamda olduğu sırada değerini bilenler yalnızca onun genişçe dost çevresi olmuştu. Bu çevrede yurdunun en iyi insanlarına yer vardı. Başlıcaları: David Friedrich Straus, Friedrich Theodor Vischer, Wilhelm Waiblinger, ama aynı zamanda Theodor Storm, Moritz von Schwind ve Paul Heyse. Bunlarla dostluğu ve mektuplaşmaları Mörike’nin yaşadığı yaşama pek az ışık tutar – öyle bir yaşam ki, görünüşe bakılırsa, pek dar bir çevre içinde geçmemiştir. Mörike, birkaç kısa yolculuktan başka Şıvab ülkesinden hiç ayrılmamıştır; fakat onun zaten büyük bir dış çevreye gereksinmesi yoktu, çünkü kendi içinde zengin bir dünya taşıyordu, bu dünya, en çok onun şiirlerinde temiz ve açık bir biçimlenmeye ulaşmıştır. Goethe’den sonra en büyük lirik şair olduğu yolundaki ününü de bu içten ve derin ruh zenginliği sayesinde kazanmıştır. Şiirlerinin sevimliliği, sessiz karamsarlığı ve şakacı rahatlığı onun düzyazısında da yer alır. “Mozart Prag Yolunda” Alman uzun öykülerinin en güzellerinden biri ve belki de en güzelidir. Onda kendini gösteren ve neşeyle yakın ölüm arasında dolaşan duygu durumu, Mozart’ın kişiliğini birçok büyük yaşamöyküsünden daha iyi yansıtır. “Stuttgart Cücesi” ise Alman yazınının en gelişmiş sanat masallarından biridir. Masal havası burada Şıvab halk biçemiyle aynı düzeyde ve katıksız bir özelliktedir, öyle ki belli bir görüşe bağlanmış olmayan bir okur burada çok eski bir halk söylentisinden doğma bir masal karşısında bulunduğunu sanır. Ölümünden sonra, Mörike’nin yaşam yapıtı bütün halk çevrelerinde çok çabuk sürekli bir iz yarattı; bu izde onu seven dostlarının büyük çabaların katkısı da vardır. Friedrich Theodor Vischer, Mörike’nin mezarı başında, bu şairin kişiliği üzerine derin bir anlayışı göstermesi bakımından aşılamayacak sözler söylemesini bilmiştir: “Evet, hepsinin nedeni sevgiydi: Her yabancı duruma yürekten girebilmesi, insanların nedenliği, yaşamı ve acıları, ne varsa hepsine ve her birine, hatta dilsiz hayvanların zavallı karanlık ruhuna da düşünce olarak girebilmesi de hep sevgidendi. O, her duyguyu anlıyor, düşünceleri daha dudaklara varmadan keşfediyordu. Bu anlatış gücü, bu ayrıntılara kadar gidiş, bölümlere ayırma, verme ve aktarma yeteneği ve ayrıca onun, incitecek kadar bir keskinliğe gitmeksizin, insanlığın zayıf yönleri üzerine öyle yumuşak ve candan gülerek, özgür ve neşeli bir betimlemeyle budalalığın anlamsızlığını açığa vuran ince zekası ve taşkın gülmecesi; işte bütün bunlar hep birlikte bir toplam yarattılar. Bu toplam, çevresindeki bütün ruhları, karşılıklı ilişkilerin alışveriş seli içine daldırır ve oradan hiç kimse erince kavuşmuş, yüreği ferahlamış olmadan ve kendini gençleşmiş duyumsamadan dışarı çıkmazdı.” Gerhard Herrmann STUTTGART CÜCESİ Ben, ülkenin her yanında, Kentte ve taşrada, İyi tanınan bir cinim. Kunduracılıktır uğraşım benim; Yedi yüz yıl önce geçti bu serüvenim. Kuru yemiş çöreğini ben buldum. Nice garip oyunun sahibi oldum. Herhalde beş yüz yıl ve belki daha da önce, yürekli bir savaş kahramanı ve ünlü bir bey olan Kont Eberhard von Wirtemberg, Alman devlet büyükleriyle, Habsburglardan Rudolflerle ve onun ardıllarıyla, bundan başka daha çok kentle uzun süren korkunç savaşlar yaptı ve ondan sonra Schwaben (3) ülkesini yeniden erince ve barışa kavuşturdu. İşte o sıralarda Stuttgart’ta yaşayan Seppe adında bir kunduracı kalfası, hoşlanmadığı ustasına işinden ayrılacağını bildirmişti. Artık ne anası, ne babası kalmıştı, ne de kardeşleri yaşıyordu; o zamana kadar, doğduğu kentten pek uzaklaşmamış olduğu için de şimdi diyar diyar dolaşmak istiyordu. Yola çıkacağının son akşamı kalfaların odasında tek başına oturuyordu. O sırada öbür kalfalar hâlâ ya içki alemindeydiler ya da bir yere konuk gitmişlerdi. Ağzı iple bağlanmış olan torbası önünde duruyordu; yolcu sopasını da yana koymuştu. Ancak bu güzel oğlan, nedenini pek de bilmeden, başını önüne eğmiş derin derin düşünüyordu. Masanın üzerindeki lambada, yana yana büyücek bir kurum parçası birikmişti. Başını kaldırıp baktığı ve fitili düzeltmek için elini mandala uzattığı sırada, boş sandığının üstünde, yabancı bir küçük adamın oturmakta olduğunu gördü. Kısa ve basık yapılı bu yaratık onun beline bile erişemeyecek kadar küçük bir şeydi. Beline kirli bir deri önlük sarmış, ayaklarına terlik giymişti. Saçları kömür gibi karaydı; ama buna karşılık, açık mavi renkte, sevimli gözleri vardı. “Merhaba Seppe! Beni tanımıyor musun? Ben Karagün Dostu, yer cücesi, Hızırım. Senin iyi bir insan oğlu olduğunu, hep başkalarına ayakkabı diktiğini, ama kendine hiç de iyisini ayırmadığını biliyorum. Yarın yola çıkmak istediğin için sana, yol parası yerine, kendim emek vererek yaptığım iki çift uğur pabucu getirdim. İşte bak! Bir çiftini yarın sabah hemen ayağına giyersin; öbür çifti de yanına alır ve yolda giderken bir yere bırakırsın. Ama sözüme dikkat et! Hiç belli etmeden ve kimse görmeden! Belki bir zaman sonra kısmetin bir gün önüne çıkıverir. Hem bundan başka burada, çimlenmek için de bir şey var. Yuvarlak bir meyveli çörek. (4) Bundan ne kadar kesip alırsan al; geriye bir parmak kadar küçük bir kabuk bile kalsa, onu torbanın ya da kutunun içine at, sakla; kestiğin yer kadarı hep kendiliğinden yeniden büyüyüp bütünlenir. Onu hiçbir zaman sonuna kadar tüketme, yoksa biter. Tanrıya emanet ol, ne söyledimse hepsini eksiksiz yerine getir. Bir şey daha: Eğer yolun Oberland’a (5) düşerse Ulm’a ve Blaubeuren’e (6) doğru da git, oralarda bir külçecik kurşun bulursan, onu benim için al ve buraya getir!” – Seppe bütün bunları yapacağına söz verdi ve hepsi için, gerektiği gibi teşekkür etti; ama cüce adam bu sırada birdenbire gidince kalfa içindeki sevinci bağıra bağıra açığa vurmak istedi; hemen çörekten bir parça tattı; pabuçları iyice gözden geçirdi. Bunlar sanki kendisinin elinden çıkmış gibiydi. Yalnız şu ayrımla: Bunların çok ince, nefis dikişleri vardı ve yumuşak kırmızı deriyle astarlanmışlardı. Bir çiftini ayağına geçirdi ve besbelli öyle pek yakınlarda talihin herhangi bir cilvesine uğrayabileceğini düşünmediği için olacak, şimdilik oda içinde şöyle beş on kez gidip geldi. Sonra yatağına yattı; ertesi sabah tan yeri kızarıncaya kadar uyudu, o anda ona, bir yere iki üç kez belirli bir biçimde vuruluyor gibi gelmişti ve birden uyandı. Bunu öteki kalfalar da duymuş, ama aldırmayarak hemen yine uykuya dalmışlardı. Bunu kesin benim dört yemenim yapmıştır, diye düşündü ve çevreye kulak verdi; ama artık hiçbir şey ne kımıldadı, ne de ses etti. Kalfa giyinip hazırlandıktan sonra keyifli keyifli ayaklarına bakarak: “Şimdi artık”, dedi, şeytanın bir bacağı yok oluncaya kadar yürüyebiliriz! Bundan sonra kendimi hiçbir kontla değişmem!” Her şey tam ve eksiksizdi; yalnızca küçük bir yanlışlık yapmıştı, bir çiftin tekini öbür çiftin tekiyle değişmişti. Adam sen de, bunu ona şimdi kim anımsatabilirdi! Bu durumda, ustasını ve ailesini uyandırmamak için sessizce merdivenlerden indi; onlarla bir gün önce esenleşmişti. Sabah çorbası yerine de, yolda giderken, çöreğinden adamakıllı bir parça koparıp yedi. Şimdiye kadar hiç böyle bir şey ağzına koymamıştı. Gerçi ninesinden çok işitmişti; kadıncağıza bir gün çocukluğunda bir komşu kadının evinde bu ekmekten bir parça vermişler; çok da güzel bir şeymiş. Kentin yukarı kapısından çıktı. İki ya da üç ok atımı ilerleyince bir köprüye geldi; orada kısa bir süre oturup doğduğu kentin kulelerini, Kont’un şatosunu, evleri ve kale duvarlarını sabah güneşinin altında son bir kez daha seyretmek istedi. Yeniden yola çıkmadan önce de aklına pabuçlarının öteki çifti geldi. Bunları burada bırakabilirdi. Bu iş de bittikten sonra asıl yolculuk başladı.
Eduard Mörike – Stuttgart Cücesi
PDF Kitap İndir |