Elflerin, yıldızlar altında dans edip, insan halkının ayak izlerinin sürekli genişleyen halkalarını hiç durmadan izlediği bir dünya vardır. Bu topraklarda, yaşanmak için maceralar, arayanları ve hayalperestleri binlerce gizemle cezbedecek kadar sihir bulunur. Burada bir ejderhanın tüm ömrünü ve belki de daha fazlasını dolduracak kadar çok mucize saklıdır ve bu dünyada yaşayanların çoğu, hayatın getirdiği zorluklardan hoşnuttur. Ancak birkaçı çocuk yaşta duyduklarında dehşete kapılıp zevkle dinledikleri gece masallarını hatırlar ve gizli gizli anlatılan bu hikayeleri ve korkunç uyarılan araştırıp onları asılsız çıkarmaya çalışır. Yiğit ya da aptal, bu istekli kişiler doğdukları toprakların derinlerinde yatan, yasaklanmış yerlere yolculuk ederler. Hayatta kalmayı başaranlar çok daha mucizevi topraklardan, rüyalar ve kabuslarla örülmüş karanlık ve yabancı bir dünyadan söz ederler. Burası Karanlıkaltı dır. Kıymetli taşlarla süslenmiş mağaralar ve kıvrılarak uzayan tüneller, çalkantılı su yolları ve devasa oyuklar, Karanlıkaltı’nda yaşayan yaratıkların evidir. Bu gizli diyarlar güzel oldukları kadar güvenilmezdir de ve bunların arasında başı çeken ise drowların efsanevi şehri Menzoberranzan’dır. Kara elflerin şehrinde hayat, her zaman drow kaos tanrıçası Lolth’a ibadetle güç ve mevki için yapılan sürekli çıkar çatışmaları üzerinde yoğunlaşır. Yine de tapınakların ve yönetimdeki belli başlı evlerin gölgelerinde, dövüşmeyi ve bağnazlığı öğreten Akademi’den uzakta, kendi işleriyle uğraşan farklı kişiler bulunur. Asil ve sıradan tüm drowlar burada yaşar, çalışır, entrikalar düzenler, oynar ve ender de olsa severler. Ortak elf miraslarının yankıları evlerinde ve bahçelerinde müsrifçe kullandıkları sanatsallıkta, zırh ve ziynet eşyalarının yapımında, büyüye ve sanata olan düşkünlüklerinde ve dövüşteki ustalıklarından duydukları ateşli gururda görülebilir. Yine de yüzeyde yaşayan hiçbir elf, korku duymadan ve ani bir ölümle karşılaşmadan kara kuzenlerinin arasında dolaşamaz. Drowlar ne kadar ince ve görkemli olsalar da, yüzyıllardır süregelen tecrit ve nefret yüzünden, elf atalarının çarpık ve korkunç birer taklidine dönüşmüşlerdir. Şaşkınlık verici bir başarı ve tüyler ürperten bir gaddarlık: İşte burası Menzoberranzan. Tanrıların diyarlarda yürümelerinden yaklaşık otuz yıl önce, kara elflerin karışıklık ve keşmekeş içindeki şehri kısa bir süreliğine sakinleşen bir dengeye kavuşmuştu. Zengin drowlar bu göreceli sükunet zamanından faydalanıp lükse ve zevke olan düşkünlüklerini pekiştirdiler. Boş vakitlerinin çoğunu, hepsi de taş ve büyü kullanılarak hünerle yapılmış pahalı dükkanları, hoş evleri ve geniş caddeleriyle ünlü, şehrin zarif bölgelerinden biri olan Narbondellyn’de geçiriyorlardı. Etrafı,çoğunun kaynağı renkli peri ateşleri olan solgun ışıklar kaplıyordu. Bütün drowlar bu büyülü ışığı sihirle yaratabiliyorlardı ve Narbondellyn’de bu ışığın kullanımı neredeyse israf derecesindeydi. Peri ateşi, malikanelerdeki kabartmaları vurguluyor, dükkanların tabelalarını aydınlatıyor, satılan malları baştan çıkartan bir ışıkla parlatıyor ve etrafta dolaşan zenginlerin pelerinlerinde nakış gibi parıldıyordu. Menzoberranzan ’ ın çok yukarısında kalan yüzey topraklarında kış, etkisini azaltmaya başlıyor ve gün ortasında çıkan güneş sert toprakları ısıtmaya çalışıyordu. Karanlıkaltı mevsimleri bilmezdi ve ışıkla karanlık arasında bir döngü yoktu, ancak drowlar ışık altında yaşayan atalarının kadim ve unutulmuş ritimleri doğrultusunda kendi işlerini sürdürürlerdi. Şehrin saati olarak görev yapan taş sütun Narbondel’in içindeki büyülü sıcaklık orta noktaya doğru tırmanırken, görünmeyen güneş de zirveye varmış olurdu. Drowlar karanlıkta bile büyülü zaman-taşını okuyabilirlerdi, çünkü keskin gözleri en küçük ısı farkını, avcı bir şahinin bile kıskanacağı kesinlik ve ayrıntıyla sezebilirdi. Günün bu saatinde sokaklarda büyük bir hareketlilik olurdu. Drowlar Narbondellyn’de sayıca fazla olan halktı. Zengin görünümlü kara elfler geniş caddelerde dolanıyor, dükkanlara bakınıyor ya da şık kafe ve hanlarda duraklayıp köpük köpük baharatlı yeşil şaraplardan tadıyorlardı. Şehrin muhafızları, koşumlara vurulmuş devasa sürüngenler üzerinde sık turlarım atıyorlardı. Drow tüccarlar pazaryerine mallarını taşıyan ve çoğunluğu sürüngen ya da dev böcekler olan yük hayvanlarım kamçılıyorlardı. Ara sıra bu telaşlı kalabalık genellikle dişi olan bir drow asilzadesinin kölelerce taşman tahtırevanının ya da havada asılı duran büyülü diskinin geçmesi için açılıyordu. Diğer ırklardan da birkaçı Narbondellyn’e gelmeyi başarmıştı: Bunlar, kara elflerin ihtiyaçlarını karşılayan esirlerdi. Goblin köleler ellerinde az önce alınan eşyalarla drow hanımlarının peşlerinden koşuşturuyorlardı. Dükkanların birinde silahlı üç drowun tartakladığı, zincire bağlanmış bir cüce, demirci sahipleri için isteksizce silah ve ziynet eşyası onarıyordu. Bir çift minator etkileyici bir malikanenin önünde birer muhaliz gibi karşılıklı durmuş girişi kapatıyor ve uzun, kavisli boynuzlan korkunç bir kemer oluşturuyordu. Dokuz ayak uzunluğundaki yaratıkları çevreleyen büyülü ateş onları canlı birer heykel gibi gösteriyordu. Goblinlerin sıçan kuyruklu, ufak tefek akrabaları olan koboldlardan bir düzine kadarı dar taş oyuklarda gizleniyorlar ve patlak gözleriyle sokakları sürekli ve tedirgin bir şekilde süzüyorlardı. Yaratıklardan biri kısa aralıklarla dışarıya fırlayıp yere düşen bir parça pisliği topluyor ya da sürüngen bineklerin arkasından temizlik yapıyordu. Narbondellyn’in sokaklarının temiz tutulması koboldların göreviydi ve bu vazifelerine olan bağlılıkları, kırbaç ve hançerlerle silahlanmış angaryacı bir ogre tarafından sağlanıyordu. Sırtı az önce ogrenin kırbacından aldığı yarayla kızarmış bir kobold sokağın köşesindeki bir bankı parlatmakla meşguldü. Daha fazla ceza almamak için endişelenen köle, süzülen disklerden birinin sessiz ilerleyişini duymamıştı. Büyülü aracın üzerinde seyreden dişi drowun elbisesiyle takılan muhteşemdi ve arkasından ürkütücü bir sessizlikle yürüyen, parıldayan zincir zırhlar içindeki altmış drow askerinin hepsi de şehrin yönetici evlerinden birinin nişanını taşıyordu. Kemerindeki yılan başlı kırbaç, rütbe olarak dişinin asil bir Lolth rahibesi olduğunu gösteriyor, çenesinin kibirli kalkıklığı hemen o anda tanınma ve saygı talep ediyordu. Narbondellyn halkının çoğu ikisini de hemen yerine getirmişti. Emri altındakilere yol verilirken, dişiye yakın duranlar mevkilerine göre başlarıyla ya nazikçe selam veriyor, ya da diz kırıyorlardı. Kendisine gösterilmesi gereken hürmet ve imrenişlerden hoşnut olarak sokakta ilerleyen asil rahibenin gözü, işiyle meşgul olan kobolda takılmıştı. Dişinin heybetli kibri bir anda ölümcül bir öfkeye dönüştü. Sıska köle tam olarak rahibenin yolunu kapatmıyordu, ancak kayıtsızlığı bir saygısızlık göstergesiydi. Böyle bir şey kesinlikle hoş görülemezdi. Rahibe yaklaştı. Süzülen diskin ısı gölgesi cebelleşen koboldun üzerine düştüğünde, sıska yaratık sıkıntıyla homurdanarak kafasını kaldırdı. Ölümün yaklaştığını gördü ve atmacanın pençesiyle yüzleşen bir fare gibi donakaldı. Sonu yaklaşan koboldun üzerinde dikilen drow rahibe kemerinden ince siyah bir değnek çıkardı ve hafifçe mırıldanmaya başladı. Değnekten fırlayan küçük örümcekler hızla avlarına yaklaşırken, insan eli büyüklüğüne ulaşmışlardı bile. Koboldun üzerine yığılan örümcekler çevresine kalın bir ağ örmeye başladı. Bunu bitirdikten sonra da beslenmeye koyuldular. Ağlar koboldun ağzını kapatıyor ve ölüm çığlıklarını boğuklaştırıyordu. Kölenin can çekişmesi kısa sürdü; dev örümcekler kurbanlarının özsuyunu kısa sürede emdi. Kobold belki de anlatılandan daha kısa sürede deri, kemik ve paçavradan oluşan bir yığına dönüşmüştü. Drow askerler rahibenin bir işaretiyle kurumuş koboldu sessiz elf çizmelerinin altında daha da ezerek sokaktaki yürüyüşlerine devam ettiler. Askerlerden biri son damlayı emmek için paçavraların arasında dolanan bir örümceği görmeyerek yanlışlıkla ezdi. Beslenmekten şişmiş böcek, tiksindirici bir patlamayla yarıldı ve askerin üzerine irin ve kobold kanı fışkırdı. Drowun talihsizliğinden olacak ki, Lolth için kutsal olan bu örümceğin, sırasıyla yemeğini ve hayatını kaybettiği tam o anda, rahibe o yöne bakmaktaydı. Dişi drovvun yüzü öfkeden büzüştü. “Hürmetsizlik!” diye bağıran rahibenin sesi kudret ve büyüyle çınladı. Bu suçu işleyen askeri gösterdi ve, “Loltlh’un kanununu uygulayın, hemen!” diye emretti. Hüküm giyen askerin her iki yanındaki drow bir an bile gecikmeden uzun, ustura ağızlı hançerlerini çektiler. Askerler yeterli bir verimle darbelerini indirdiler. Bıçağın biri sağ tarafından gelip bahtsız drowun kamını deşti; sol taraftan gelen darbe ise boğazını yarmıştı. Kısa süre içinde vahşi görev tamamlanmıştı. Yoldaşlarının cesedini hızla büyüyen kan gölünün içinde bırakan askerler yürüyüşlerine devam ettiler. Drow askerlerin geçişini sadece kısa bir sessizlik izledi. Gösterinin bittiğinden emin olur olmaz Narbondellyn halkı da kendi işlerine koyuldu. İzleyenlerin hiçbiri idamlara karşı gelmemişti. Pisliği temizlemek için ellerinde bez ve kovalarla koşuşturan koboldlar dışında çoğu kişi en ufak bir tepki bile göstermedi. Menzoberranzan, Lolth ibadetinin mabediydi ve burada mutlak hakim olan onun rahibeleriydi. Yine de kibirli dişinin alayı, caddenin sonundaki siyah malikaneden saygılı bir uzaklıkta duruyordu. Yeryüzü sakinlerine yabancı gelebilecek bu yapı, mağara tavanından sarkan doğal bir toprak oluşumu olan bir sarkıtın tam göbeğine oyulmuş bir evdi. Kimse bu taşa dokunmaya cesaret edemezdi, çünkü taşın üzerine devamlı hareket edip şekil değiştiren, karmaşık semboller çizilmişti. Bu taslağın üzerindeki herhangi bir parça, dikkatsiz birisi üzerinde gücünü açığa çıkarabilecek büyülü bir rün olabilirdi. Bu sarkıt konak, şehrin -bir taç giymiyor olsa da- tartışmasız kraliçesinin en büyük oğlu ve Menzoberranzan’ın başbüyücüsü olan Gromph Baenre’nin kişisel sığınağıydı. Gromph’un, kuşkusuz Baenre Evi’nin görkemli malikanesinde de bir odası vardı, ancak büyücünün dişi akrabalarının gözlerinden uzakta tutmak istediği hâzineleri ve tutkular! bulunuyordu. Bu yüzden zaman zaman Narbondellyn’e çekilip büyülü eşya koleksiyonunun tadını çıkarır, büyü kitaplarından oluşan geniş kütüphanesinde çalışır, ya da en son metresiyle meşgul olurdu. Belki de bu aşikar serveti ve büyü gücünün ününden çok, Gromph’un eş seçmedeki başarısı onu bulunduğu konuma getirmişti. Bu anaerkil şehirde erkeklerin boyun eğen, itaatkar bir rolü vardı ve bu erkeklerin çoğu dişilerin kaprislerine alet olurdu. Gromph Baenre gibi birisi bile oyun arkadaşlarını seçerken sağduyulu davranmak zorundaydı. Şimdiki metresi önemsiz bir evin en genç kızıydı. Az rastlanır bir güzelliği vardı, ancak rahibe büyülerine yatkınlığı tartışılırdı. Bütün bunlar kadının şehirde düşük, Gromph’un gözünde ise yüksek bir konuma sahip olmasını sağlıyordu. Menzoberranzan’ın başbüyücüsü, Tanrıça Örümcek Kraliçe ve onun rahibelerinden pek hoşlanmazdı. Oysa burada, Narbondellyn’de bu tür konulan unutacak zamanı bulabiliyordu. Malikanesinin güvenliği dışarıdaki koruyucu rünler tarafından sağlanıyordu ve çalışma odasının tenhalığım büyülü bir kalkana borçluydu. Bu çalışına odası siyah taşa oyulmuş, yüksek kubbeli bir bölmeden oluşuyordu ve masasındaki tek mumla aydınlanıyordu. Bir drowun hassas gözleri için, bu mum kasvetli odayı yeryüzündeki öğle vakti kadar parlaklaştırıyordu. Büyücü burada oturmuş, ileride muhtemel rakibi olabilecek birisinin soğumaya başlayan cesedinden aldığı ilgi çekici bir büyü kitabına dikkatle göz gezdiriyordu. Gromph yaşlıydı, hem de elf türünün ölçütlerine göre bile. Sadece büyüye olan yeteneğini kurnazlığı ve ince zekasıyla birleştirebildiği için tehlikelerle dolu Menzoberranzan’da yedi yüz yıl hayatta kalabilmişti. Hayatta kalmıştı, ancak yedi yüz yıl onu katılaştırmış, donuklaştırmıştı. Kötülüğü ve zalimliği onu drowlar arasında bile bir efsaneye dönüştürmüştü. Bunların hiçbiri büyücünün görüntüsüne yansımıyordu, çünkü güçlü büyüleri onu genç ve hayat dolu gösteriyordu. Abanoz rengi derisi pürüzsüz ve parlak, uzun parmaklı elleri narin ve yumuşaktı. Uzun beyaz saçları mum ışığında parıldıyordu ve alışılmışın dışında bir kehribar tonuna sahip çekik ve çarpıcı gözleri bir büyü kitabına dikkatle odaklanmıştı. Büyücü çalışmalarına dalmışken birisinin büyü kalkanından geçtiğini haber veren hafif çıtırtıyı duymaktan çok hissetti. Gözlerini kitaptan kaldırdı ve öldürücü bakışlarını huzurunu bozan şeyin geldiği yöne çevirdi. Şaşırarak orada hiç kimsenin olmadığım fark etti. Sihirli kalkan bir uyarıdan çok daha fazlasını sunuyordu ve ancak güçlü bir büyücü görünmezlik büyüsü üzerindeyken sağ salim geçebilirdi. Gromph beyaz kaşlarını hiddetle çattı ve elini yavaş yavaş kemerindeki öldürücü değneklerden birine götürerek kapışmaya hazırlandı. “Aşağıya bak,” diye akıl veren canlı ve ahenkli ses, çocukça bir keyif ve haylazlıkla çınladı. Gromph kuşkulu bir şekilde bakışlarını aşağıya çevirdi. Tam orada gülümseyen ve şimdiye kadar gördüğü en güzel çocuk olan, beş yaşlarında minicik bir dişi duruyordu. Gromph’un biraz önce yandaki odalardan bilinde uyurken bıraktığı annesinin küçük bir kopyasıydı. Çocuğun suratı kemikli, elf hatları zarif ve keskindi. İpeksi beyaz saçları dağınık bir şekilde omuzlatma düşüyor, siyah saten parlaklığındaki bebeksi teniyle zıtlık oluşturuyordu. Ancak kızın en çarpıcı yanı kendisininkine çok benzeyen ve ona korkusuzca bakan kehribar rengi koca gözleriydi. İşte Gromph’un kızgınlığını alıp, merakını uyandıran bu gözler olmuştu. Öyleyse, bu Gromph’un kızı olmalıydı. Bu düşünce yalnız ve yaşlı drowun kalbinde bir kıpırdanmaya neden oldu. Şüphesiz başka çocuklara da babalık etmişti, ancak bu Gromph için pek bir anlam ifade etmiyordu. Menzoberranzan’da aileler yalnızca anne tarafından tanınırdı. Yine de bu çocuk onun ilgisini çekiyordu. Büyülü bariyerden geçivermişti. Başbüyücü büyü kitabını bu kenara bıraktı. İskemlesine yaslandı ve çocuğun hiç utanma duymayan, meraklı bakışlarına karşılık verdi. Çocuklarla uğraşmaya pek alışık değildi. Yine de konuşmaya başladığı zaman kelimeleri kendisini de şaşırttı. “Pekala, drowcuk. Okuyabilir misin, bilmiyorum?” Bu tuhaf bir soruydu, çünkü çocuk bir bebek denebilecek kadar küçüktü. Yine de küçük kız kaşlarını çatıp bu konu üzerinde düşünmeye başladı. “Emin değilim,” dedi düşünceli düşünceli. “Anlayacağınız, daha önce hiç denemedim.” Küçük kız açık büyü kitabına doğru ok gibi fırladı ve sayfaya bir göz attı. Gromph lanetler okuyarak kızın altın gözlerini hızla kapattı, ancak geç kalmıştı. En basil büyüler bile öldürücü olabilirdi, çünkü büyü rünleri eğitimsiz gözleri kör edici bir ışıkla delerdi. Öğrenilmemiş bir büyüyü okumaya çalışmak tarifsiz bir acı. körlük, hatta delilik yaratabilirdi. Ancak küçük drow zarar görmemiş gibi duruyordu. Büyücünün elinden kıvrılarak kurtuldu ve seke seke masanın diğer ucuna gitti. Eğilerek çöp sepetindeki kullanılmış müsvettelerden birini çıkardı. Sonra ayağa kalktı ve Gromph’un çok değerli, hepkara mürekkebini sakladığı şişeden tüy kalemini kaptı. Küçük yumruğunda acemice tuttuğu kalemle çizmeye başladı. Gromph kızı ilgiyle seyrediyordu. Parşömen kağıdına özenerek kıvrımlı, titrek çizgiler karalayan çocuğun suratı işine yoğunlaşmış olduğunu gösteriyordu. Kısa süre sonra büyücüye döndüğünde, küçük kızın yüzünde kendisiyle övünen bir gülümseme vardı. Büyücü yakından bakmak için eğildi ve gözlerine inanamayarak bakışlarını parşömen kağıdından büyü kitabına ve oradan tekrar parşömen kağıdına kaydırdı. Çocuk, kabataslak da olsa büyü sembollerinden birini çizmişti! Beceriksizce çizildiği doğruydu, fakat bunu bir bakışta tınlamakla kalmamış, üstelik hatırlamıştı da. Bu, hangi yaşta olursa olsun bir elf için olağanüstü bir başarıydı. Merakı uyanan Gromph, çocuğu sınamaya karar verdi. Avucunu açtı ve mavi büyülü ateşle parlayan, küçük bir top oluşturdu. Küçük drow güldü ve ellerini çırptı. Büyücü oyuncağı masanın üzerinden kıza doğru yuvarladı ve kız da becerikli bir şekilde yakaladı. “Geri fırlat,” dedi başbüyücü. Yeni bir oyun arkadaşı bulduğu için sevinçli olan çocuk tekrar güldü. Derken küçük kız şimşek gibi değişen ruh haliyle topu fırlatmak için kolunu geriye attı ve dişlerini sıkarak bütün gücünü vermeye hazırlandı. Gromph tam o anda büyünün dağılması için sessizce emretti. Mavi ışık kaybolmuştu. Bir an sonra top neredeyse yakalayamayacağı bir hızla kendisine geliyordu. Ancak şimdi ışığın rengi altın sarısıydı. “Gözlerinim rengi,” dedi küçük kız, ileriki yıllarda drow erkeklerine ıstırap vereceğini vaat eden bir gülümsemeyle. Başbüyücü bunu fark etti ve önemini hafızasına kazıdı. Sonra dikkatini elinde tuttuğu altın rengi topa yöneltti. Öyleyse çocuk şimdiden peri ateşi oluşturabiliyordu. Bu sihirli drowların yaradılıştan gelen yeteneklerindendi, ancak bu kadar erken yaşta kendini açığa çıkardığı çok nadir olurdu. Daha başka neler yapabilir acaba, diye düşündü büyücü. Gromph topu bu sefer kubbeli tavana doğru yükselterek tekrar fırlattı. Ellerini hevesle açan bu eşi benzeri olmayan çocuk, parıldayan oyuncağa doğru başbüyücünün nefesini kesen bir rahatlıkla yükselmeye başladı. Küçük kız topu havada kaplı ve çalışma odasında büyücünün yanına inerken attığı kendinden emin kahkaha yankılandı. O anda Gromph uzun ömrü boyunca dürtülerine kapılarak verdiği az sayıdaki kararlardan birini verdi. “İsmin ne, çocuk?” “Liriel Vandree,” diye çabucak cevap verdi küçük kız. Gromph olumsuzca başını salladı. “Artık değil. Vandree Evi’ni unutmalısın, çünkü onlardan biri değilsin.” Bir elinin parmaklarını kullanarak, havaya hünerle büyülü bir şekil çizdi. Buna karşılık olarak karşı duvarın sağlam yapısında bir dalgalanma oldu. Taş, bir duman bulutu gibi odanın içine aktı. Kara bulut kıvrıla kıvrıla döndükten sonra duvardan ayrıldı. Kısa süre içinde sıkışıp yoğunlaşarak elf büyüklüğünde bir goleme dönüştü. Canlı heykel, drow efendisinin önünde bir dizinin üzerine çöktü ve emirlerini bekledi. “Çocuğun annesi bu evden ayrılacak. Bunu sağla ve pazaryerine giderken çok talihsiz bir kazayla karşılaştığını ailesine bildir.” Taş hizmetkar ayağa kalktı, başını eğerek selam verdi ve bir hayaletin sislerin içerisine kolayca dalıvermesi gibi duvarın içinde kayboldu. Bir süre sonra yakınlardaki bir odadan bir elf kadınının çığlığı duyuldu; bu dehşet içinde başlayıp, su fokurtusuna benzer bir sesle biten bir çığlıktı. Gromph eğilerek mumu söndürdü, çünkü drowların doğasını en iyi karanlık ortaya çıkarırdı. Odadaki bütün ışık kayboldu ve büyücünün bakışları ısı tayfını görmeye başladığında, gözleri de kehribar sarısından parlak kırmızıya dönüştü. Çocuğu haşin bakışlarıyla süzdü. “Sen Menzoberranzan’ın ilk evinin asillerinden biri olan Liriel Baenre’sin ve benim kızmısın,” diye açıkladı. Başbüyücü çocuğun tepkisini inceledi. Kızın suratından sıcaklığın kızıl parlaklığı çekilmişti ve solgun, boğumlu minik elleri destek almak için masanın bir ucunu kavramıştı. Küçük drowun biraz önce yaşananları anladığı kesindi. Yine de yüzündeki kararlı ifade değişmedi ve yeni ismini tekrar ederken sesi metanetliydi. Gromph başıyla onayladı. Liriel durumunun gerçekliğini kabul etmişti; tersini yapıp aynı zamanda hayatta kalması güçtü, ancak kızın gözlerinde uysallaşmamış bir ruhun ölke ve hayal kırıklığı parıldıyordu. Bu gerçekten de onun kızıydı. KARIŞILIKLIK ZAMANI Nisstyre kalın perdeleri araladı ve kuledeki odanın diğer ucundan gelen boğuk acı çığlıklarına aldırmayarak pazaryerine bakmaya başladı. Kara elfin odanın zayıf ışığında pek görünmeyen siyah gözleri aşağıdaki manzarayı ölçülü ve düşünceli bir tavırla izliyordu. Menzoberranzan’ın en hareketli yerlerinden biriydi pazaryeri ve herhangi bir matronun kalesi kadar iyi konmuyordu. Bugün her zamankinden daha fazla asker vardı ve düzeni merhametsizliğe varan bir yetkinlikle sağlıyorlardı. Ejderhanın Hâzinesi adlı tüccar takımının lideri olarak Nisstyre, pazaryerinin devriyesince gösterilen çabayı takdir ediyordu; yerel ticareti koruyorlar ve kendisininki gibi bir işi olanaklı kılıyorlardı. Ancak bugün Nisstyre’nin keskin gözleri başka bir fırsatı fark etmişti. Bir seyyar satıcının cesedinin bir çift muhafız tarafından sürüklendiğini izlerken dıow tüccarın dudakları büküldü. Bu tüccarın suçu çok önemsizdi: Pazarlığında biraz fazla ateşli davranmış ve drow müşterisi de zehirli bir hançerle sorunu çözmüştü. Genellikle Menzoberranzan’ın satıcıları bu tür pazarlıkları zevk olsun diye yapardı Fakat hemen parlayıveren drowlar bugün ufak bir kıvılcım bekleyen kuru kav gibiydiler. Sıradan bir gözlemci için pazaryerindeki hareketlilik alışılmış görünebilirdi. Bazı mallar oldukça iyi satış yapıyordu; aslında temel yiyecekler, silahlar ve büyü malzemelerine olan talep akıl almaz derecedeydi. Nisstyre daha önce de pazaryerlerinde buna benzer günler görmüştü; genellikle yeryüzünde, halk zor geçecek kışa veya beklenen bir kuşatmaya hazırlanırken. Menzoberranzan’ın drowları kesinlikle bir şeye hazırlanıyordu. Nisstyre bu şeyin ne olabileceğini bilip bilmedikleri konusunda şüpheliydi, fakat tüccar, drowların bu huzursuzluklarını tanımıştı ve bundan yararlanmaya kararlıydı. Yeryüzündeki bağlantıları onu Tilki diye çağırıyorlardı ve Nisstyre bu isimden çok hoşnuttu. Keskin hatlı siyah yüzü, zarif uçlu kulakları ve alışılmışın dışında bakır rengi, yeleye benzer saçlarıyla gerçekten de bu vahşi hayvanı andırıyordu. İsmini aldığı tilkinin kurnazlığına bütünüyle sahipti. Çoğu drowdan farklı olarak Nisstyre hiçbir silah taşımıyordu ve aslında onları kullanmakta da hünerli sayılmazdı. Onun silahları büyüsü ve bir drow savaşçının kılıcı kadar çevik ve tehlikeli olan zekasıydı. Bir zamanlar, bundan yıllar önce, Nisstyre Menzoberranzan’a çok benzer bir şehir olan Ched Nassad’da yaşamıştı. Gelecek vadeden bir büyücü olmasına rağmen, anaerkil toplum ve Lollh’un zulmü Nisstyre’nin hırslarına sınırlar çekmişti; kabul etmeye yanaşmayacağı sınırlar. Şehri terk etti ve ticarete olan yeteneğini keşfetti; kısa zamanda kendi tüccar takımının başına geçmeyi başarmıştı. Çok uzaklara kadar uzanan ticari bağlantıları ona bir servet kazandırmıştı, ancak şiddetle arzu ettiği gücü değil. Bu güç de tanrısal bir armağan olarak geldi. Bahsi geçen bu tanrı Vhaeraun’du, drowların hırsızlık ve entrika tanrısı. Nisstyre, tanrısının yeryüzü dünyasında bir drow gücü ve varlığının yaratılmasına yönelik emirlerini tüm kalbiyle özümsemişti. Bu krallık kurulduktan sonra Nisstyre, Vhaeraun’a bir kral olarak hizmet etmeyi tasarlıyordu. Fakat önce hoşnutsuz drowların arasından kendisinin ve Vhaeraun’un kulları seçilmeliydi. Bugünlerde hoşnutsuzluk kol geziyordu. Nisstyre’nin habercileri ve kendi keskin gözleri bunu ona söylüyordu. Menzoberranzan’ın drowları Sıkıntılar Zamanı’nda büyü gücünün bozulmasından ve Mithril Salonu’nun cücelerine yenilmelerinden beri sendeliyorlardı. Matron Baenre’ye ve onun Lolth’dan aldığı fetih ve şanla dolu esinlenmelerine sonuna kadar güvenerek savaşa kalkışmışlardı. Feci şekilde hezimete uğramışlar, hepsi de zavallı yaratıklar olan cüceler, gnomlar ve insanların oluşturduğu ayaktakımının yanı sıra, şalağın acımasız ışıklan tarafından yerin dibine geri sürülmüşlerdi. Sersemleyen drowlar yenilginin tesiri olarak ihanete uğradıklarını, terk edildiklerini hissederek korkuya kapılmışlardı. Onları bu kadar acımasızca yöneten güçler aynı zamanda şehri vahşi Karanlıkaltı’nın tehlikelerinden de korumuşlardı. Peki, bu yönetici güçlerden geriye ne kalmıştı? Şehri yüzyıllar boyunca yöneten kadim Matron Baenre, yeryüzüne yapılan savaştaki ısrarı yüzünden yanılgıya düşmüş ve bunu hayatıyla ödemişti. En güçlü evlerden çoğu bir karışıklık içerisindeydi. Doğal koşullar altında şehirdeki çoğu drow, Yönetici Meclis’te hangi sekiz evin oturduğuyla uğraşmazdı. Ancak şimdi, güç için çıkacak olan ilerideki kapışma hepsini endişelendiriyordu. Çoğu drow zayıf düşen, şaşkınlık içerisindeki şehrin belki de civardaki illithid topluluğu ya da başka bir drow şehri tarafından saldırıya uğramasından korkuyordu. Nisstyre’ye göre de bu korkular yersiz değildi. Menzoberranzan’ın yirmi bin drowunun yarısından çoğu Mithril Salonuna yürümüştü, ve ne kadarının geri dönebildiğini kimse tam olarak bilmiyordu. Evlerden çok azı özel birliklerinin sayısını tam olarak veriyordu ve bu karışık zamanda hiç kimse güçlerinin zayıflığını kabul etmeye yanaşmıyordu. Evlerin özel ordularının generalleri olan, şehrin en kuvvetli silah ustalarından birkaçının öldüğü ya da kayıp olduğu herkes tarafından biliniyordu. Kayıplar sadece şehrin tecrübeli askerleriyle de sınırlı değildi. Sıradan halkın yüzlercesi piyade eri olarak görev yapmış ve bunların yalnızca birkaç düzinesi şehre geri dönüp işlerinin başına geçebilmişti. Bu sorunu daha da büyüten öğe ise Menzoberranzan’ın drowlarına köle olarak hizmet eden diğer ırkların muazzam can kaybıydı. Koboldlar, minatorlar ve goblin türleri bu savaşta harcanacak yemler olarak orduya katılmıştı ve binlercesi Mithril Salonu cücelerinin baltalan ya da onların müttefiklerinin kılıç ve okları ucunda can vermişti. Bir zamanlar bu kölelerin yerine getirdiği işler şimdi yapılamıyordu. Başka kültürler emeklerini ve yeteneklerini bir araya getirip bu boşluğu doldurabilirlerdi, fakat böyle bir şey mağrur drowların duyarlığının ötesindeydi. Mevki her şey demekti ve hiç kimse zor kazanılmış yerini ortak yarar için bir kenara bırakmak istemiyordu. Menzoberranzan’ın drowları savaşı kazanmak için bile bir araya gelememişti ve sonrasında da birleşmeyeceklerdi. İşte Nisstyre’nin sorunu da burada yatıyordu. Bu kara elfler ancak kişisel kazanç adına hareket edebilirlerdi. Mevki, güç; kibirli drowları ışığa çıkmaya ikna etmek için kullanılması gereken cezbedici şeyler bunlardı. Karanlıkaltında yaşamanın zor olmasına ve Menzoberranzan’ın yeni ve korkutucu bir karmaşa tehlikesiyle yüzyüze gelmesine rağmen, çoğu drow başka bir seçenek göremiyordu. Yeryüzü dünyasının tüm sunduğu ise, hezimet, utanç ve can yakıcı dehşetin diğer adı olan güneşti. Tüccar derin bir iç geçirdikten sonra perdeyi bıraktı ve çok farklı tabiatı olan başka bir manzarayı incelemek için arkasını döndü. Hatırda kalacak yüz hatları olmayan orta yaşlı bir drow erkeği, taştan yapılma ağır bir iskemleye zincirlenmişti. Etrafında hafif yeşilimsi bir küre kıpırdanıyordu ve hemen yanında dikilen siyahlara bürünmüş gözleri kapalı bir erkek drow ellerini önüne açmış mırıldanıyordu. Kara eltin her parmağından akan ruhbani büyü zincirlenmiş drowun içine siyah bir şimşek gibi işliyordu. Esir ıstıraplar içerisinde kıvranırken bir Vhaeraun rahibi olan işkencecisi de adamın hafızasını yağmalayarak sırlarını çalıyordu. Nihayet rahip başıyla onayladı; tatmin olmuş görünüyordu. Işık küresi belli belirsiz bir sesle dağıldı ve esir acıyla rahatlama karışımı bir inlemeyle zincirlerin üzerine yığıldı. Güvendiği bir muhbir için garip bir muamele olabilirdi belki, fakat Nisstyre’nin çok az seçeneği vardı. Yanlış yere duyulan güvenin bedeli ağırdı. Menzoberranzan’da Lolth dışında herhangi bir tanrıya ibadet ettiğinden şüphelenilen biri derhal öldürülürdü. Diğer tanrılara inananlar ya da hiçbirine inanmayanlar kendi düşüncelerini kendilerine saklayacak kadar akıllıydılar. Ancak yine de şehirlerindeki karışıklık ve en temel dayanaklarına duydukları şüphe yüzünden Vhaeraun’un adını fısıldamaya ve Menzoberranzan’ın sınırlamalarının olmadığı bir dünyayı düşlemeye cüret eden birkaç drow vardı. İşte Nisstyre usul usul bu drowları arıyordu. Bu işkence gören elf gibi bazılarının anaerkil düzene olan nefretleri o kadar güçlüydü ki, bunu sonlandırabilmek için seve seve her şeye katlanmaya razıydılar. Ama çoğu drowun daha fazlasına ihtiyacı vardı; acı hatıraları kökünden söküp atabilecek ve şimdi zevk aldıkları her şeyden daha fazla güç ve mevki imkanı sunan bir şeye.

Elaine Cunningham – Drow Kızı
PDF Kitap İndir |