Esmehan Aykol – Kelepir Ev

“İkisini de Çin mafyasına öldürteceğini,” dedi. Bir yandan da, insanların canına kıymayı düşünen bir cani değilmişçesine zarif hareketlerle tahıl kahvesinden mamul cappuccino’sunu karıştırıyordu. “Ortalıkta her işi tertemiz ve ucuza halleden bir sürü yerli mafya varken, Çin mafyası da nerden çıktı?” “Ah burda olsalar. Burda değiller ki şekerim. Çetin boşanma davası açıp New York’a döndü, anası da oğulcancığıyla, minik kuzucuğuyla gitmiş.” Ses tonu bir anda sertleşti. “Bunları New York Çinlileri paklar.” Hafiften sarkmaya başlayan gıdıma yeni öğrendiğim şekilde işaret ve orta parmağımla masaj yapıyordum o esnada. “Kadınların intikamından korkmakta haksız mı yani zavallı erkekler? Adamcağızı, hem de annesiyle birlikte öldürtmeyi düşünüyorsun,” dedim. “Hayır. Annesini adamcağızla birlikte öldürtmeyi düşünüyorum. Asıl hedef kaynanam, eski kocam değil.” Yüzümü buruşturdum. Elimde olmadan. “Biliyorum, klasik bir gelin kaynana çekişmesi, diye düşünüyorsun. Ama inan ki öyle değil.” Elini sağ elimin üstüne koymuştu. Sol elim hâlâ masaj yapmakla meşguldü zaten. Bundan sonraki bir saat içinde Özlem’in eski kocası ve kayınvalidesiyle olan ilişkilerini dinlerken de gıgı masajı yapacak bol bol fırsatım oldu. Aslında bu sıralarda çevremdeki insanların sorunlarıyla uğraşmaya hiç halim yoktu. Kendi dertlerim bana yetiyor da artıyordu bile. Gıgımın sarkmaya başladığını keşfetmem ise bu dertlerin en ufağıydı. Gerisini siz düşünün. Kırklarının ortasına yaklaşan, ama taş çatlasın otuz beşinde gösteren, sevdiği işi yapan… Daha doğrusu, şöyle söyleyeyim: Polisiye okumaya bayılan ve sadece polisiye roman satılan bir kitabevi olan, üstelik bu kitabevinden kazandığı parayla yaşamını sürdürebilen, sevdiği kentte yaşayan; küçük göbeğine rağmen, hatta tam da o küçük göbeği sayesinde son derece çekici bulduğu bir sevgilisi olan bir kadın hayattan başka ne ister? Bu soruyu ben de sık sık kendime soruyor ve her defasında, açık söyleyeyim, sinirlerimi daha çok bozduğumla kalıyorum. Temizlikçim Fatma Hanım’ın dediği gibi: Burası Türkiye! Şimdi, bu da ne demek, diye düşünüyorsanız, siz Türkiye üzerine yeterli bilgisi olmayan okurlardansınız demektir. Doğrusunu isterseniz, ülke sayılarının başını alıp gitmesinden beri, yaşadığı memleket dışında kalan yerler hakkında fikri olmayanlara da eskisi gibi kötü gözle bakılmıyor. Bana sorarsanız, hayatımı sürdürdüğüm kentin sınırları içinde bulunduğu ülkede olup bitenlerle dahi her gün beş dakika gazete okuyacak kadar ilgilendiğim söylenemez. Gene de “burası Türkiye” lafının ne demek olduğunu size açıklayabilecek en doğru insanlardan biriyle birkaç sayfa önce tanışmış durumdasınız. “Burası Türkiye”, burada evler Amerikan doları ya da euroyla kiralanıyor, bu evlerde kiracı olabilmek için de ev sahibine ‘tahliye taahhütnamesi’ adında noterden tasdikli bir belge veriliyor demektir. Adından anlaşılacağı üzere, bu belgeyle müstakbel kiracısı olduğunuz evi belli bir zaman sonra boşaltacağınızı garanti ediyorsunuz. Ve o tahliye günü geldiğinde de avukat sevgiliniz bile düştüğünüz içler acısı durumdan sizi kurtaramıyor; acı tatlı günler geçirdiğiniz, duvarları arasında ağladığınız, güldüğünüz ve seviştiğiniz evinizi boşaltmanız gerekiyor. Aslında tam olarak böyle değil. Bir ihtimal daha var: Ev sahibinin istediği kira artışını yapıp kurtulmak. Taşınmaktan kurtulmak, yani. Anıları, balkonda yapılan sabah kahvaltılarını, doğru dürüst çalışmayan sifonu, emayesi dökülmüş mutfak lavabosunu, iyi kapanmayan salon doğramasını geride bırakmaktan kurtulmak. Bir bilinmezliğe atılmaktan kurtulmak. Bu satırların sevgili okuru olarak çocukluğu benim gibi kentler ve hatta ülkeler arasında taşınarak geçmiş biriyseniz ne demek istediğimi çok iyi anlamışsınızdır. Taşınmanın bedelinin ‘para’yla ölçülemeyeceğini ta yüreğinizin derinlerinde bilmektesinizdir. İki kuruş yüzünden bir insanın evinden taşınmak istemeyeceğini anlarsınız. Şimdi mesele de bu zaten. Söz konusu para iki kuruş değil. Ev sahibim olacak kokoz, o kız kurusu, kirayı 150 euro birden artırmamı istiyor. Hayatını namusuyla çalışarak kazanan küçük bir kitabevi sahibi için bu ne demek, biliyor musunuz? Çook para, demek. Her neyse, işlerin gelip dayandığı nokta kısaca şu: Ya bu 150 euroluk artışı yap kurtul ya da kendine yeni bir ev bul. Ben yeni bir ev bulacağım. Bulabilirsem tabii. Özlem canavarca planlarını anlatmayı bitirmeden yerimden kıpırdayamamış, böylece günün en azından üç saatini ev arama faaliyeti dışında bir şeyle meşgul olarak geçirmiştim. Hesabı ödemeden cep telefonumdan Akarsu Caddesi’ndeki emlakçiyi aradım. Farkına varmışsınızdır bir önceki cümleden, cin gibisinizdir sevgili okurlarım, bilirim. Evet, artık benim de bir cep telefonum var. Altı yedi ay kadar önce pes ettim. Pahalı ve yeni bir model değil. Üstelik kartlı. Numaramı verdiğim insanlar beni küçümsüyor. Elimde cep telefonumla konuşurken görenler de. Çevremdeki Türkler, otomobillerinin ve cep telefonlarının modellerini sürekli yeniliyorlar. Beni tanıyorsunuz, böyle şeylerle uğraşacak bir kadın değilim. Ayrıca uğraşabilecek durumda da değilim. Halimden de memnunum. İşte bu noktada, okuduğunuz sayfaların miktarı daha fazla artmadan, hayatımda yenilik namına cereyan eden bir şeyden daha haberdar etmeliyim sizi: Saçımı boyattım. Şimdi yeri gelmişken bunu da söylemezsem bir roman boyunca içim içimi yiyecek; ben, bir önceki kitabın kapağında resmini gördüğünüz kadın değilim. O kadının kim olduğunu da bilmiyorum. Hem resmini kitap kapaklarına falan bastıracak kadar şöhret budalası olduğumu nasıl düşünebilirsiniz Allah aşkına? Ve daha önemlisi, dört göz olduğumu, boğazlı kazaklar giydiğimi… Aşk olsun! Merak edenler için son bir şey daha söyleyeyim: Benim saçlarım hayatım boyunca bir tek gün bile sarı olmadı. On gün öncesine kadar koyu kızıldı, on günden beri de neredeyse turuncu. Abartmıyorum. Gerçekten, neredeyse turuncu. Selim, Lale ve Yılmaz yeni saç rengimi çok beğendiler. Foto’nun beğenip beğenmemesi ise umurumda bile değil. Zaten görmedi de. Ne beni, ne de yeni saçımı. Merak edenler ve bir önceki kitabı okumayanlar için şunu da ekleyeyim; Fofo, sevgili bulup beni bırakana kadar ev arkadaşımdı. Hatta en yakın arkadaşımdı. Kendisi İspanyol olup, birtakım adamların peşinden gitmek üzere eşini dostunu ve şehirlerini terk etmesiyle tanınır. Asıl adı Juan Antonio’dur… Ama ne önemi var ki bütün bunların? Siz anladınız. Hayatımdaki yenilikler cep telefonu ve saç rengimle sınırlı. Felaketler ise ev arama turlarıyla. Geçen yaz başında moda olan topuklardan nefret ediyorum. Şu yamuk yumuk, şekilsiz şeyleri kastediyorum. İstanbul’un girintili çıkıntılı sokaklarında yürümek zaten pek kolay değildi, bu tuhaf topuklar sayesinde tamamen işkenceye döndü. Moda konusunda taviz verecek değilim, topal bir ördek gibi de olsa Taksim Meydanı’nı zahmetli bir yürüyüşle aştıktan sonra Cihangir’e ulaştıran Sıraselviler Caddesi’nden aşağıya doğru ilerledim. İstikamet: Akarsu Caddesi, No 26, Rüstem Emlak. Emlak, emlakçi deyince bile sinirim bozuluyor artık. Bir tür mesai yapar gibi sabahın köründen akşam karanlığına kadar ev geziyorum iki haftadır. Bu arada saçımı boyattığıma şaşırmamak lazım. Buhran geçiren her kadının saç modelinde ya da renginde değişiklik yaptığı söylenmez mi? Siz siz olun, klişelere burun kıvırmayın. Bunu Almanlar hakkındaki klişelerden durmadan yakınan ben söylüyorsam ciddiye almak lazım dediklerimi. Ne de olsa klişelerin aslında gerçekleri yansıtan bilgelikler olduğunu en iyi ben bilirim. Almanların ne kadar pinti, zevksiz, kuralcı, otorite düşkünü ve kendilerine benzemeyen herkese düşman olduklarını gerçekten benden daha iyi kim bilebilir? Kapıdan içeri burnumu uzatır uzatmaz Emlakçi Rüstem ayağa fırladı. Fırlayacak tabii. Onun gösterdiği döküntü evlerden birini kiralarsam yıllık kiranın yüzde 12’sini alacak komisyon olarak. Şimdi emlak komisyoncuları ve havadan para kazanan diğer asalaklar hakkında görüş belirtmemi bekliyorsunuzdur Allah bilir, ama bu konuda son günlerde o kadar çok fikir beyan ettim ki eş dost huzurunda, bir kez daha aynı şeyleri tekrar edemeyeceğim. Sadece sinir olduğumu söylemekle yetineyim. Rüstem’in çırağı Musa’yla çıktık dükkândan. Özoğul Sokak’ta iki oda bir salon bir daire gösterecekmiş bana. “Manzarası çok şahane, yenge. Yalnız bakıma ihtiyacı var,” dedi. Yanıt olarak kafamı salladım. Evde yapılacak onarım beni korkutmuyor. Hatta on dört yıllık İstanbul ikametime ve Türklerle tüm içli dışlı olmuşluğuma rağmen boya badanayı kendim yapıp işi ucuza getirecek kadar Almanım hâlâ. Eski evime oranla çok daha küçük olması da sorun değil. Eşyaların bir kısmından kurtulurum olur biter. Beni korkutan, bu sokağın Cihangir’e yayılmış ünü. Özoğul, deniz seviyesindeki Fındıklı’ya merdivenlerle bağlanan, güzel manzaralı bir çıkmaz sokak. Ünü ise manzarasından değil, sokakta sık sık vuku bulan kapkaç olaylarından kaynaklanıyor. Yankesicilere çantasını kaptırmama mücadelesi verirken yerlerde sürüklenen kadınların öykülerini duyuyorum yıllardır sağdan soldan. Geceleri kadınların tek başlarına yürüyerek evlerine gidemediklerini, taksi şoförlerinin de çıkmaz sokak olduğu için buraya girmek istemediklerini biliyorum. Cihangir’le bedenimin bir organı gibi kaynaşmış olmam ev ararken pek işe yaramıyor, hatta bu süreci olumsuz etkiliyor, görüyorsunuz. Hayatını kentin Asya yakasındaki o iç yarası orta sınıf sitelerinde, ayakta durunca insanın kafasının tavana değdiği kutudairelerde geçirmiş biri olsaydım, Özoğul Sokak daha adım atar atmaz dibimi düşürecekti muhtemelen. Muhtemelen değil, kesinlikle. Oysa şimdi, sokağa girdiğimizden beri endişeli gözlerle çevreme bakıyor, Fındıklı’ya inen merdivenli sokaklardan yankesicilerin kaçmak için nasıl yararlandığını gözümde canlandırıyorum. Gene kös kös Kuledibi’ne, sevgili dükkânıma döndüm. Arkadaşlarım ve Selim, İstanbul’da Cihangir’den başka yaşanabilecek muhitlerin de olduğuna, bu konuda ufkumu genişletmem gerektiğine ikna etmeye çalışıyorlar beni. Saplantı derecesinde muhafazakâr olduğum tek mevzu, yaşadığım semtler mevzuudur. İstanbul’da değil, diyelim Berlin’de olsam da güzel, yeşil ve seçkin diye Zehlendorf denilen yerde yaşamam ben. Ya da moda olan entelektüel muhiti Prenzlauerberg’de. Paşa paşa Kreuzberg’imde oturur, yere tüküren ve son model otomobilleriyle ara sokaklarda sürat yapan bitişik kaşlı Türk erkeklerine de katlanırım. Cihangir’e bayıldığımdan yaşamıyorum yani orada. Hem nesine bayılayım? Bach dinlemekle övünen Cihangirli Türk intelligentsiya’sına mı? Protestanların kilisenin tahta sıralarına yan yana dizilip, kendilerini dünya gözüyle cezalandırmak için dinledikleri bir müziği, evinin Boğaz manzaralı salonundaki rahat kanepesinde uzanırken, hem de hiçbir zorunluluk olmadan neden dinler bir insan? Yani Protestanlıkla, kiliseyle alakası olmayan bir insan. Hadi, diyelim ki dinliyor, bir tür hastalıktan mustarip, ıstırap çekmeyi seviyor bir şekilde… İyi de bununla neden övünür? Bach dinlemekle. Ve Protestan olmadığı halde acılardan zevk almakla. Doğrusu, ben başka bir alternatifim olmadığından yaşıyorum Cihangir’de. Nerede yaşasaydım? Sokaklarında günün her saati alışverişten dönen röfleli kadınların cirit attığı Nişantaşı’nda mı, depremin ilk vuracağı muhit ilan edilen Moda’da mı, küçük bütçemle hayalini bile zor kuracağım Boğaz semtlerinde mi? Evimin dükkânıma yakın olmasını da önemsiyorum ayrıca. Artık eskisi kadar genç değilim, daha az otomobil kullanmak ve sabahları yürüyüş yapmak iyi geliyor. Üstelik biliminsanlarına bakılırsa, sabahları aç karnına yapılan yürüyüşler serbest yağ asitlerinin hızla yanmasını sağlıyormuş. Gene içinde yaşamaktan mutluluk duyacağım bir ev bulamamaktan kaynaklanan hezimet eşliğinde kös kös dükkâna döndüğümü söylemiştim az önce. Yardımcım Pelin, her zamanki gibi masanın başında oturuyordu. Üç gün önce sevgilisiyle tabak çanağın havada uçuştuğu büyük bir kavga ettiğinden beri suratı hep asıktı. Ne kadar çileden çıkarsam çıkayım, onu kıracak tek bir şey söylememekte kararlıydım. Daha doğrusu, onu kırmadan ne tür bir yorum yapabileceğimi bilmiyor, susuyordum. İkimize de kokusu hiç cazip olmayan bir bitki çayı yaptım. Aslına bakarsanız, çayın renginin de kokusundan aşağı kalır yanı yoktu. Olsun. Sağlıklıydı ya. Elimde çay fincanım, sallanan sandalyeme oturdum. Gözlerimi vitrinin üstündeki bir noktaya sabitlemiş, sallanıyordum. Çay içiyor ve sallanıyordum. Pelin ise masada oturuyor ve çayını içmiyordu. O kadın kapıda göründüğünde dükkândaki durum buydu işte. Siyah bir pantolon ve tişört giymişti. Ayağında çok şık, kalın topuklu ayakkabılar vardı. Bu yaz moda olanlara benzemeyen ve üstünde durmanın çok daha rahat olduğuna yemin edebileceğim türden. Tişörtünün arkasında ‘young at heart’ yazdığını gördüm, ilk anda olmasa da sonradan sırtını dönünce. Candan’dı kapıda görünen. Beyoğlu’nda büyük bir kitabevi sahibi olan arkadaşım. Aynı zamanda Pelin’i bulmamı sağlayan kadın, Pelin’in eski patronu. “Hangi rüzgâr attı seni?” diye sordum. Dört yıl önceki açılış kokteylinden sonra bir daha dükkâna adım atmamıştı. Sorduğum yerinde bir soruydu yani. “Barbara Vine’ın bir kitabını arıyorum, sende vardır diye düşündüm,” dedi. Şaka yapıyordu. Candan’ın bir kitap bulmak için kapı kapı dolaştığını duyan kargalar bile güler. Ben de güldüm. “Barbara Vine’ın Ruth Rendell’ın takma adı olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” Hayır efendim, bunu ben söylemedim. Çok bilmiş Pelin’di söyleyen. Neyse ki buz gibi gözlerimle karşılaşır karşılaşmaz sesini kesti. Candan ise sadece gülümsemekle yetindi ve ikimize de kibarca hal hatır sordu. Gerçek iş kadınlarının soğukkanlılığına bayıldığımı daha önce belirtmiş miydim? Ukala Pelin’den uzakta baş başa kalmak ve benim yapabileceğimden daha nefis bir çay içmek için Kuledibi Meydanı’nın biraz aşağısındaki o güzel çay bahçesine, Cafe Ceneviz’e gittik. Ben ev arama belasından yakınmaya başlayana kadar havadan sudan konuştuk. Doğrusu zenginlere ayda sadece 150 eurocuk fazladan ödememek için taşınmak zorunda olduğunuzu anlatmaya çalışmak hiç de kolay değil. Olaylar şöyle gelişiyor: Başta ses çıkarmadan dinliyorlar sizi. Sanırım yanlış bir şey söylemek istemedikleri için. Ve kendilerini tutamadıkları bir anda bir cümle dökülüyor dudaklarından: “Bir ev satın alsana.” Nasıl? Hangi parayla alınacak o ev? Ben kirayı artıramadığım için taşınıyorum. Sen benimle dalga mı geçiyorsun?… Buna benzer bir yığın şey söyleyebilirsiniz, romanlar, yazarlar, insanlar, siyasetçiler söz konusu olduğunda sonuna kadar anlaştığınız arkadaşınıza. Gene de, para mevzuunun sizi ayrı dünyaların insanları yaptığının farkına varmışsınızdır bir kere. Siz, kuruşları uç uca ekleyerek yaşamaya çalışmaktasınızdır, o ise sizin uğruna çırpınıp durduğunuz 15O euroyu berberde bahşiş olarak dağıtmaktadır. Acilen, “Ucuz yollu bir ev satın alsana,” diye düzeltir arkadaşınız söylediklerini, suratınızın şeklini gördüğünde ve söylemeyi düşünüp de söylemediklerinizi hissettiğinde. O zaman, siz de her şeye rağmen onu azarlamaktan vazgeçer ve şöyle dersiniz: “Buralardan ayrılmak istemiyorum. İşimle evimin yakın olmasını istiyorum.” “Buralarda ucuz yollu bir ev almaktan bahsediyorum ben de. Biliyorsun, benim Cihangir’de yaşadığım binanın tamamı bir azınlık vakfının. Kuledibi’nde de, Cihangir’de de kiraya verilen ya da satılan böyle bir sürü bina ve daire var. Vakıflar’daki tanıdıklarımdan biri bu civarda Vakıflar’ın kiraya vermek istediği yerler olduğunu söyledi. Bugün de o binalardan birine bakmak için geldim buraya.” Gülerek kolumu tuttu. “Belki sana rakip bir kitapçı açarım Kuledibi’nde.” Son söylediğinin üstünde durmadım. “Vakıflar’ın satmak istediği daireler mi var?” “Ben biraz karışık anlattım. Vakıflar’ın kiraya verdiği binalar ve Hazine’ye devrolunca satışa çıkarılan daireler var.” “Bir dakika,” dedim. “Yavaş yavaş, benim anlayacağım gibi anlat.” Anlattı. Durum şuydu: Türkiye’den göç eden azınlık mensuplarının geride bıraktıkları taşınmazlar, taşınmazın sahipsiz olduğunun mahkeme kararıyla tespit edilmesinin ardından Hazine’ye devrolunuyordu. Hazine, bu sahipsiz taşınmazları kiraya verebilir ya da satabilirdi. Bu seçeneklerden genellikle ikincisi işletiliyor, taşınmaz, değerinin oldukça altında bir fiyata, açık artırma usulüyle satılıyor ve satış bedeli Hazine’ye gelir olarak kaydediliyordu. Bütün iş nerede bu türden bir daire bulunduğunu bilmek ve açık artırmanın yapılacağı tarihi öğrenmekti. Bu da insanın Milli Emlak denilen yerde adam bulmasına, ‘adam bulmak’ denen şey ise orada çalışan birinin eline -ne kadar olduğunu Candan’ın da tam olarak kestiremediği- bir miktar para sıkıştırmaya bağlıydı. Candan, Milli Emlak’ta ‘adamlar’ bulabileceğini ve beni satılması planlanan dairelere ulaştırabileceğini iddia ediyordu. O gece uzun zamandır ilk kez başımı yastığa koyar koymaz uyudum. Pazartesinin gelmesini iple çektiğim bir hafta sonu geçirdim. Ne canım arkadaşım Yılmaz’la mutat cumartesi sabahı randevumuzdan, ne de Selim’le pazar öğleden sonra yediğimiz suşi’lerden doğru düzgün tat aldım. İKİ ((( Pazartesi sabahı yolumun üstündeki binaları alıcı gözüyle inceleye inceleye, yürüyerek gittim dükkâna. Kendine antikacı süsü vermeye çalışan eskicilerle dolu Çukurcuma’da ya da kozmopolit bir karmaşanın hüküm sürdüğü Kuledibi’nde eskiden kimlerin yaşadığı, bu güzelim binaları kimlerin inşa ettiği beni şimdiye kadar pek ilgilendirmemişti doğrusu. Tüm bildiklerim birkaç cümleyle sınırlıydı: Kuledibi, 195O’lere kadar yoksul Yahudilerin yaşadığı bir mahalle imiş. İsrail devletinin kurulmasının ardından Yahudiler Türkiye’den göç ederken Anadolu’dan gelenler yerleşmiş buralara. İstanbul’da kalan Yahudilerin de Kuledibi’nden kentin başka semtlerine kaçışması onların yüzünden olmuş. Bugün İstanbul’un en büyük sinagogu Neve Şalom, daha küçük ama daha güzel bir başka sinagog ve koşer et satan küçük bir kasap dışında pek iz yok, bir zamanlar burayı mesken tutan Kuledibili Yahudi nüfustan. İşte bir de, varlığını üç gün önce öğrendiğim, geride bıraktıkları ‘sahipsiz’ evler, dükkânlar… Şimdi bol çocuklu ve yoksul Anadolulu göçmen aileler yaşıyor Kuledibi’nde. Semtin gündüz nüfusu olan avize toptancılarını ve elektrikçileri de unutmamak lazım elbette. Aslına bakarsanız, son yıllarda ağır aksak bir değişim de yaşanıyor. Şir grup insanın buradaki evleri satın almaya ve restore etmeye başlamasıyla semt çok yavaş da olsa yeni bir kimlik kazanıyor. Muhitin en eski ‘avize dışında bir nesnenin satıldığı’ dükkânı olan benim kitabevimin yanı sıra birtakım barlar, meyhaneler, lokantalar ve hatta pahalı oteller de açılıyor. Bir İspanyol kadının açtığı, ayda bir gün paella ve her gün tapas servis edilen bir bar ve entellektüelleri çeken bir caz kulübü bile var. Öğlene doğru gereken bilgileri öğrenmiş olacağı umuduyla Candan’ı aradım. Pelin hâlâ işe gelmemişti ve onu aramamak için kendimi zor tutuyordum. Genç insanlarla iş yapmanın böyle bir zorluğu var işte: Yaşamlarındaki tüm dalgalanmaları siz de onlarla birlikte yaşıyorsunuz. Candan, o muhteşem kadın, bir isme ve cep telefonu numarasına ulaşmıştı. Kasım Bey: O 538 318 44 54. Vakıflar’dan Varol’un selamını iletecektim kendisine. Numarayı çevirirken kalbim küt küt atıyordu. Kısa ve öz bir konuşma yaptık Kasım Bey’le. Ne de olsa böyle meseleleri telefonda konuşmak doğru değildi. Akşamüstü iş çıkışı Sultanahmet’te Duvardibi Çay Bahçesi’nde buluşmak üzere sözleştik. Birbirimizi nasıl tanıyacağımızı konuşmadığımızı fark ettiğimde iş işten geçmiş, telefonu kapamıştım. Rüşvetçi bir devlet memurunu dış görünüşünden tanıyıp tanıyamayacağımı düşündüm. Bu, Türklerin içini dışını bildiğini iddia eden benim için iyi bir sınav olmaya adaydı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir