M. Zekeriya Sertel – Hatirladiklarim

Gazete bir aynadır. Gazeteci, cemiyeti, bütün istekleri, bütün dertleri ve kederleri bu aynaya yansıtır. Bunu namuslu bir gazeteci gibi sadakat-la yaparsa idare başındakiler! ürkütür. Birçok hükümetler aynada toplumun hastalıklarını ve dertlerini görünce sinirlenir, aynaya kızarak ona düşman kesilirler. Toplumdaki bozuklukları düzeltmeye çalışacak yerde aynayı kırmaya kalkarlar, işte o vakit kıyamet sizin başınıza kopar. Gazetecinin ikinci önemli ödevi, kötülüklerle savaşmak, halkı uyandırmak ve toplumu ileriye doğru götürecek yolu göstermektir. Bu tarz gazetecilik zordur, çetindir, tehlikelerle doludur. Fakat şerefli ve zevklidir. Uğurunda savaştığınız şeylerin zamanla gerçekleştiğini görmek kadar zevkli birşey olamaz. Ben bütün gazetecilik hayatımda hep bu dikenli yolda savaştım. Onun zevkini ve acısını duydum, fakat hiç bir gün yılmadan, savaş yolundan ayrılmadan. Ne çektimse bu yüzden çektim. Ne gördümse bu sayede gördüm. Gazeteci, işi gereği, hayatın içindedir. Her sınıf ve her cins insanla düşüp kalkar. Gazeteci için her kapı açıktır. Onun bilmediği, öğrenmediği şey yok gibidir. Gizli anlaşmaları, çevrilen entrikaları, yapılan rezaletleri, işlenen maddî ve manevî cinayetleri herkesten önce öğrenir. Bu sayede memleketin siyasî hayatına karıştım. Yerli, yabancı birçok devlet adamı ile tanıştım. Siyasî olayların içyüzünü öğrendim. Gene bu sayede memleketin sanat ve fikir hayatına katıldım. Birçok değerli ve büyük sanat ve fikir adamı ile ahpaplık ettim. Bu alanda yurduma ve halkıma yararlı olmaya çalıştım. Gazeteci yalnız olayları .kaydeden bir sicil memuru değildir. Gazeteci târihi yapan ve yazan adam- __ g __ dır. Memleketin kaderi üzerinde rol sahibidir. Onun için de görevi nâzik, sorumluluğu büyüktür. Elli yıllık gazetecilik hayatımda memleketin gelişmesini bir seyirci gibi değil, içinde yaşıyan bir insan olarak izledim. Türkiyenin yarı-sömürge, geri bir memleket olmaktan kurtulup bağımsız bir devlet olarak gelişmesi sırasında geçirdiği sancılan birlikte yaşadım. Onun için elli yıllık hâtıralanm biraz da Türkiye’nin tarihi sayılır. Fakat şunu belirtmek isterim ki, ben bir tarih kitabı yazmıyorum, bir gazeteci olarak memleketin hayatına karışan kendi hayatımı ve görüp işittiklerimi yazmakla yetiniyorum. Bu kitap daha çok bir biyografidir. Fakat bir gazetecinin hayatını, memleketin hayatından ayırmak mümkün olamıyaeağı için, burada aynı zamanda memleketin tarihini ve insanlarını bulacaksınız. Bu sayede memleketin siyaset, fikir ve sanat hayatında rol oynamış bir çok kimseleri tanıyacaksınız. — 7 — İLK GAZETECİLİĞİM SELANİK’TE RUMELi GAZETESİ — ZİYA GÖKALP’LE İLK TANIŞMA — YUNUS NADİ — ZİYA GÖKALP’İN OYNADIĞI BÜYÜK ROL — YENİ FELSEFE DERGİSİ — O GÜNLERİN FİKİR VE SANAT AKIMLARI — 31 MART — BALKAN HARBİ — 50.000 ESİR YERİNE GELEN YUNAN ORDUSU Meşrutiyet inkılâbının sarhoşluğu henüz geçmemişti. Selanik halâ meşrutiyet inkılâbına sahne olmanın gurur ve şerefini taşıyor, bayram yapıyordu. Selanik birdenbire yüzyıllık uykusundan uyanmış, memleketin siyasî ve kültür hayatının merkezi oluvermişti. Meşrutiyet inkılâbını yapmış olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Umumî Merkezini Selanik’te kurmuştu. Hükümet merkezi İstanbul’daydı. Tahtından indirilmemiş olan Sultan Abdülhamit halâ İstanbul’da bulunuyordu. Fakat memleketi idare eden gerçek kuvvet Selanik’teydi. İdare merkezi gibi kültür merkezi de Selanik olmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti kendi fikirlerini yayınhyan bir organa muhtaçtı. O sırada Selanik’te çıkmakta olan tek gazete, bu ihtiyaca cevap veremezdi. Bu gazete özel ellerdeydi. Bu maksatla «Rumeli» adında gündelik bir gazete çıkarmaya başlamışlardı. Bu gazete küçük bir vilâyet gazetesiydi ama, İttihat ve Terakki Cemiyetinin fikirlerini yayınladığı için ayrı bir önemi vardı. Ben ilk gazeteciliğe bu küçük gazetede başladım. O vakit 19 yaşında bir gençtim. Selanik’te yeni açılan Hukuk Fakültesine devam ediyordum. Hayatımı kazanmak zorundaydım. O vakte kadar gazeteciliğin merkezi İstanbul’du. Fakat orada çıkan gazeteler de birer ticaret aracı olmaktan başka birşey değildi. Çoğu saraya yaranmaya çalışır, gelirlerini satıştan çok aldıkları tahsisattan sağlarlardı. Onun için de ‘birinci sayfalarında padişaha dua ile başlar, yazılarını padişaha dua ile bitirirlerdi. İttihatçılar Abdülhamit istibdadına son vermekle her işin olup biteceği hayaline kapılmışlardı. Meşrutiyet inkılâbını bir kelime oyunundan ibaret sanmışlardı. Meşrutiyet ilân edilince, bütün dertler birdenbire düzeliverecekti. Memleket meseleleriyle uzun boylu uğraşmamış, önlerine çıkacak problemleri inceleyip araştırmamışlardı. Emperyalistler «Reval»de Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp paylaşmaya karar vermişlerdi. Bir an önce Meşrutiyeti ilân edip bunu önlemek gerekti. Ondan sonrası, Allah kerimdi. Oysa, imparatorluk her tarafından çöküyordu. Memleket yan – sömürge idi. İç ve dış bütün işlerimiz emperyalistler tarafından idare ediliyordu. Kapitülasyonlar elimizi kolumuzu bağlıyordu. Halk aç ve perişandı. Şehirlerde ekonomi, emperyalistlerin ajanı olan kompradorların elindeydi. Köylerde ağalar saltanat sürüyorlardı. Halkın yüzde doksanı okuma – yazma bilmiyordu. Bütün bu meseleler çözüm bekliyordu. Fakat ittihatçılar bu meseleleri çözecek bir programla gelmemişlerdi. Hatta idareyi ellerine alacak bir kadroları bile yoktu. Hükümeti devralmaya cesaret edememişlerdi, iktidara gelirlerse, işin içinden çıkamayacaklarından korkuyorlardı. Onun için sorumlu mevkilere yine eski devrin paşalarını getirmişlerdi. Meşrutiyet inkılâbından sonra kuvvetli bir hürriyet havası esti. O zamana kadar gizli kalmış siyasî hırslar, fikir akımları, kişisel emeller birdenbire ortaya çıkıverdi. Bir anda her tarafta çeşitli gazeteler çıkmaya başladı. Bu kargaşalık içinde ittihat ve Tarakkî Cemiyeti gazetesiz kalamazdı, işte «Rumeli» gazetesi böyle bir ihtiyaçtan doğmuştu. Gazetenin başına da istanbul’dan Yunus Nadi getirilmişti. O zaman ilk defa tanıdığım Yunus Nadi 30 yaşlarında bir gençti. Tabiatı sakin, sevimli, yumuşak bir adamdı. Fakat yazılarında sert ve kavgacıydı, istanbul’da da Hüseyin Cahit edebiyatı bırakarak siyasete geçmiş ve «Tanin» gazetesini çıkarmaya başlamıştı. Böylece ittihat ve Tarakki iki kavgacı başyazar kazanmıştı. Yunus Nadi her-gün Itttihat ve Terakki merkezine gider, oradan aldığı ilham üzerine gelip yazılarım yazardı. Yazısını yazdıktan sonra da çekip gider gazeteyi bize bırakırdı. O vakitler ittihat ve Tarakki’nin en kuvvetli ve nüfuzlu üyesi Ziya Gökalp idi. O vakte kadar Diyarbakır’da sessiz ve iddiasız yaşayan bu adamı nasılsa ittihat ve Terakki Merkezi keşfetmiş ve — 10 — onu Umumî Merkeze üye yaparak Selânik’e getirtmişti. Ziya Gökalp o zamana kadar ne siyaset, ne de fikir ve sanat hayatında tanınmış değildi. Diyarbakır’da kendi kendine yetişmiş bir ilim adamıydı. Fakat orada dünya ile ve memleket fikir hayatı ile bağları kesilmiş bir halde yaşıyordu. Birara Diyarbakır’da «Küçük Mecmua» adında bir dergi çıkarak fikirlerini yaymaya çalışmıştı. Fakat bu küçük vilâyet dergisi kimsenin dikkatini çekmemişti. Onu ilk defa şimdi tanıyorduk. Zekâsı, derin bilgisi ve orijinal fikirleriyle derhal dikkati üzerine toplamış ve etrafını Selânik’in aydınlan’ sarıvermişti. Ziya Gökalp, ittihat ve Terakki’nin ideolojisini yapmaya ve yaymaya başlamıştı, ittihat ve Terakki, Büyük Fransız ihtilâlinin hürriyet, eşitlik adalet prensipleri ile ortaya çıkmıştı. Fakat bunları hayata nasıl geçireceği, memleket idaresini nasıl yürüteceği hakkında açık bir fikir sahibi değildi, imparatorluğun artık devrini bitirdiğini ve Osmanlı imparatorluğunu teşkil eden öteki milletlerin bağımsızlık savaşı içinde bulunduklarım göremi-yordu. İttihat ve Terakki’nin ideolojisine bilimsel yoldan ilk biçim vermeye çalışan Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp sâde, sessiz, son derece mütevazı bir adamdı. Toplantılarda sıkılgan ve çekingen bir hâli vardı. Başını bir yana eğer, ellerini göbeğinin altında bağlar, gözlerini yere dikerek saatlerce sessiz otururdu. Dinleyip dinlemediğini anlamak güçtü. Sonuna kadar söze karışmaz, kendisini unuttururdu. Fakat bir defa da konuşmağa başladı mı, durmadan anlatırdı. Hazır bulunanlar derhal seslerini keser, dikkatle ve hayranlıkla onu dinlerdi. — 11 — . O zamana kadar hiç birimizin aklına gelmeyen şeyler söylüyor, yeni fikirler ortaya atıyor ve bütün söylediklerini bilimsel esaslara dayandırıyordu, Hatip değildi, iyi konuşamazdı. Fakat dinleyenleri hayretten hayrete düşürmekten de geri kalmazdı. Merasimden kaçar, teklif tekellüfe önem vermezdi. Yaşayışı da son derece basitti. Paraya, eğlenceye, lükse değer vermezdi. Evindeki hayatı da bir vilâyet adamının hayatından ayırt edilemezdi. Ziya Gökalp, Osmanlı zihniyetinin ve Osmanlı geleneklerinin yıkılmasını istiyordu. Onun o vakit ileri sürdüğü fikirler şöylece özetlenebilir: Onca, Osmanlılık Türke çok zarar vermişti. Delini Arap ve Acem kaideleri bürümüş, Türk, öz dilini unutmuştu, imparatorluğu teşkil eden milletler kendi millî şuurlarına erişmekte oldukları halde, Türkler kendi benliklerini kaybetmişlerdi. Osmanlı imparatorluğu içinde Arap Araplığını, Rum Rumluğunu, Yahudi Yahudiliğini korumuştu. Fakat Türk Türklüğünü inkâr edecek kadar benliğinden uzaklaşmıştı. Şu halde ilk yapılacak iş Türk dilini yabancı kurallardan, yani Arap ve Acem etkisinden kurtarmak, Türk dilini halka indirerek özbenliğine kavuşturmaktı. Bunun için de Arap ve Acem kurallarını dilden atarak Türk diline kendi gramerini hâkim kılmaktı. Dil sâdeleştirilmeli, halkın konuştuğu dil kullanılmalıdır. Şiirde aruz vezni bırakılmalı, Türk dilinin kendi vezni olan hece veznine geçilmelidir. Gerçekten Türk dili artık anlaşılmaz bir hâle gelmişti. Türk şair ve yazarları öyle bir dil kullanıyorlardı ki, halkın bunu anlamasına imkân yoktu. Yazar ve şairler sözlüğe bakarak Türk kelimeleri yerine Arap ve Acem kelimeleri kullanmayı âdet — 12 — edinmişlerdi. Dil ne kadar anlaşılmaz hâle sokulursa kendilerince o kadar büyük bir iş yapılmış olurdu. Böylece edebiyat ve sanat halktan uzaklaşmıştı. O vaktin büyük yazar ve şairleri Abdülhak Hârnit, Cenap Sahabettin, Süleyman Nazif, hattâ Tevfik Fikret halk diliyle konuşmuyorlardı. Onun için de halk onları anlamıyordu. Ziya Gökalp’in hakkı vardı. Onun istediği, dil de milliyetçilikti. Bu, halka doğru giden bir hareketi yaratmak demek olduğu için olumlu bir işti. Ziya Gökalp’in ikinci hedefi Türk milletine benliğini tanıtmak, halkın millî şuurunu uyandırmaktı. Yabancı kapitalist memleketler yurtta azınlık unsurlarını himayeleri altına alarak onlan kendi ajanları gibi yetiştirmişlerdi. Onlarla iş yapar, onlara kredi açar, memleketin iktisadî hayatına el-koymaları için onlara yardım ederdi. Bu sayede azınlıklar, Türk iktisadiyatına hâkim olmuşlardı. Ziya Gökalp’e göre memleketin iktisadiyatı bu yabancı unsurların elinden alınıp Türk’ün eline verilmeliydi. Bir nevi millî burjuvazi yaratılmalıydı… Böylece Osmanlı Devleti yerine bir Türk Devletî kurmak ve bunun gereğini gerçekleştirmek gerekti. Ziya Gökalp kendi fikirlerini yaymak için bir organa muhtaçtı. Bu maksatla Selanik’te «Genç Kalemler» dergisini çıkardı. Burada Ömer Seyfettin, Aka Gündüz, Emin Bülent ve başkaları onun etrafında toplanmışlardı. Bu dergide bir taraftan Ziya Gökalp nazariyelerini anlatıyor, bir taraftan da Ömer Seyfettin, Ali Canip, Aka Gündüz ve arkadaşları sâde halk diliyle yazılar, hikâyeler ve şiirler yazarak bu nazariyeleri hayata geçiriyorlardı. — 13—- Şuurlu bir tarzda sâde halk diliyle yayın yapan ilk dergi «Genç Kalemler» olmuştur. Biz de Ziya Gökalp’ten aldığımız ilhamla «Yeni Felsefe» adında küçük bir dergi çıkardık. Bu dergide Osmanlılıktan kalmış kötü mirası yıkmaya çalışıyorduk. Osmanlı imparatorluğu yabancı nüfuzuna yol açmış, memlekette kapitülâsyonların kurulmasına imkân vermişti. Biz bütün yabancı müesseselere saldırıyorduk. Kapitülasyonların kaldırılmasını, yabancı elinde bulunan müesseselerin millîleştirilmesini istiyorduk. Yabancılara tanınan imtiyazların toptan silinmesini savunuyorduk. Ayni zamanda Türk’ü tevekküle, tembelliğe, işsizliğe götüren köhne geleneklere çatıyorduk. Özellikle bağnazca gelenekler ve önyargılar başlıca hedefle-rimizdi. O vakitler bağnazlık kafaları zincirlemiş, ruhumuzu boğmuştu. Kadın, köle hayatı yaşıyordu. Peçe ve çarşaf kadını küçültüyordu. Toplumsal gelenekler ayaklarımızda ağır bir zincir gibiydi. Bu geçmişi yıkmak, halkı geçmişin kötü geleneklerinden kurtarmak gerekti. Her genç gibi biz de atalarımızı beğenmiyor, yeni bir ufuk açmak, yeni bir âlem yaratmak istiyorduk. Dergimize «Yeni Felsefe» adını verişimizin nedeni de buydu. Biz, memlekete yeni bir görüş getirdiğimizi iddia ediyorduk. Olayları yeni bir açıdan görüyor, Doğu’nun zincirlerini kırmaya çalışıyorduk. Bunun için de yeni bir felsefî görüşe ihtiyaç vardı. Bu büyük bir işti. Bilgi isterdi, savaş isterdi, yeni ilkelerle ortaya çıkmayı gerektirirdi. Fakat biz gençtik. Aşkımız vardı. Azmimiz vardı. Yenilmez idealimiz vardı. Önümüzde engel tanımıyorduk. Bizim için yeni bir dünya yaratmak imkânsız görünmüyordu. Boyumuzdan büyük bir işe girdiğimizin farkında bile değildik. Bir taraftan «Genç Kalemler»in, bir taraftan «Yeni Felsefe»nin açtığı yaylım ateşi, fikir ve sanat hayatında bir bomba gibi patlamıştı, istanbul’da ve memleketin başka köşelerinde bulunan aydınların dikkati Selânik’e çevrilmişti. «Genç Kalemler» edebiyat dünyasında fırtına koparmıştı. Çünkü eski dille yazan bütün eski yazar ve şairleri yeni bir yola çağırıyordu. «Yeni Felsefe»nin ortaya attığı fikirler de aydınları düşünmeye sürüklüyordu. isviçre’de, Ma-nastır’da ve istanbul’da bulunan ilerici aydınlarla işbirliği yapmıştık. Böylece yayımlarımız genişliyordu. Bu yayımları yaparken iki büyük eksiklik duydum. Fikir hayatında ilerliyebilmek için bir yabancı dil bilmek şarttı, ikincisi de Batı’daki fikir ve sanat hareketlerini kaynaklarından izlemek gerekti. O zaman Türkiye’de ençok rağbette olan yabancı dil Fransızcaydı. Özel ders alarak yabancı dil öğrenmek hem uzun zaman isteyen birşeydi, hem de pahalıya malolurdu. Ben kestirme yoldan gitmek ve çabuk öğrenmek ihtiyacınday-dım. Onun için Selanik’teki Fransız okuluna geceli öğrenci olarak girdim. Gündüz Hukuk Fakültesinde ve gazetede işimi bitirdikten sonra akşam Fransız okuluna giderek gece kurslanna devam ederdim. Bir yıl sonra da Selanik’te bir küçük kütüphane açan bir italyan bilgininden felsefe ve sosyoloji dersleri almaya başladım. Böylece her iki eksiğimi de kısmen gidermiş oldum. Bu arada arkadaşım Nebizade Hamdi ile bir — 15 — kitap yazmaya kalktım. Üzerinde bir yıl çalıştık. Ortaya «Hayat ve Gençlik» adında bir kitap çıkardık. Bu kitapta köhne geleneklere çatıyor, gençlere yeni bir inanç aşılıyorduk. Maksadımız, onlara savaşacakları yolu göstermekti. Meşrutiyet inkılâbı memlekete o vakte kadar görülmemiş bir hürriyet getirmişti. 32 yıl süren Abdülhamit zulüm ve istibdat idaresinden sonra bu hürriyet havası herkesi sarhoş etmişti. İlk defa demokratik hak ve hürriyetlere saygı gösteriliyor, bunları azaltan ve sınırlayan hiçbir tedbire başvurulmuyordu. Hele basın hürriyeti kayıtsız ve şartsız gibiydi. Bu hürriyet devri kısa sürdü ve Türkiye uzun bir süre böyle bir hürriyete özlem çekti. Bu kısa hürriyet döneminden yararlanarak biz, o vakte kadar çok yeni ve çok önemli sayılacak yeni fikirler ve yeni meseleler atıyorduk ortaya. Meselâ meşrutiyet ilân edilmiş, parlâmentolu bir rejim kurulmuştu, fakat din hükümetten ayrılmamıştı. Yine de meşihat müessesesi hükümetin içinde bağdaş kurmuş oturuyor ve fetvalar veriyordu. Biz. din devletiyle sivil devletin bir arada yaşayamıyacağım söylüyorduk. Etinle devletin ayrılmasını istiyorduk. O vakit için bu cesurca bir istekti. Yankı uyandırmaktan da geri kalmıyordu. Yine bunun gibi sivil adliye yanında şeriat mahkemeleri de yaşıyordu. Biz bir devlet içinde iki türlü adalet olamıyacağını iddia ediyorduk. Şeriat mahkemelerinin kapatılmasını istiyorduk. Okullarda bilim ve fen derslerinin yanında din derslerine yer olmadığını söylüyorduk. Ayni zamanda kapitülasyonların yarattığı ikiliklere de hücum ediyorduk. Devlet postanesi yanında yabancı devletlerin de postane işletemiyecek- — 16- lerim soyuyorduk, bunların kapatılmasını istiyorduk. Gene bunun gibi biri Türk, biri yabancı iki gümrük olamıyacağını belirtiyorduk ve tek gümrük sistemine gidilmesini istiyorduk. Selanik’te, İstanbul’da ve Manastır’da biz aydın gençler bu ileri fikirleri ortaya atarken, İstanbul’da bağnazlar ve yobazlar geriliği hortlatmıya çalışıyordu. Din propagandası yaparak halkı yeniliklere karşı kıştırtı-yorlardı. İstanbul’da çıkan «Sıratı Müstakim» dergisi bu gerilik hareketinin başı ve kaynağıydı. Gericiler ilhamlarını ve hızlarını bu dergiden alıyorlardı. Şair Mehmet Akif de şiirleriyle bu dergiye yardım ediyordu. İttihat ve Terakki Partisine karşı kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Partisinin bazı unsurları da bu gericileri teşvik ediyordu. Böylece gerici hareket gündengüne kuvvetlendi, sonunda o vaktin tarihinde «31 Mart Vak’ası» diye anılan gerici olay ortaya çıktı (1909). Bu hareket bilgiye, .gericiliğin ilerciliğe karşı başkaldırışıydı. Gericilerin baş düşmanı «mektepli»lerdi. Orduda bile subaylar mektepli (okullu) ve alaylı diye ikiye ayrılmıştı. Gericiler mekteplilere gâvur gözüyle bakıyor ve bunları sokaklarda tutup öldürüyorlardı. Bu olay Selanik’te bir bomba gibi patlamıştı. İttihat ve Terakki’nin ünlü hatipleri Ömer Naci ve Silâhçı Tahsin sokaklarda mitingler yaparak ateşli nutuklar verdiler, halkı meşrutiyeti korumağa çağırdılar. Ömer Naci kuvvetli bir halk hatibiydi. Yığınlara hitap etmesini iyi biliyordu. Kürsüde yumruklarını göğsüne vurarak öyle heyecanla konuşurdu ki, en kayıtsız yığınları bile harekete geçirmek onun için güç değildi. Silâhçı Tahsin ise es-M bir subaydı, Meşrutiyetten sonra «Silâh» adın- — 17- F. : 2 da küçük bir dergi çıkarmıştı, halk topluluklarında onların duygularım ve heyecanlarım gıdıklayacak sözler söylemesini bilirdi. Bir taraftan da Selanik’teki gazeteler ve dergiler istanbul’daki gericiliğe karşı yaylım ateşi açmışlardı.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir