Paolo Giordano – Asal Sayilarin Yalnizligi

Alice Della Rocca kayak okulundan nefret ediyordu. Saatin, Noel tatilinde bile sabahın yedi buçuğunda çalan alarmından ve kahvaltı sofrasında gözlerini ona dikerek masanın altındaki bacaklarını, haydi çabuk ol dercesine sallayan babasından nefret ediyordu. Bacaklarını kaşındıran yünlü uzun külottan, parmaklarının hareketini engelleyen tek parmaklı eldivenlerden, yanaklarına batan ve demiriyle çene kemiğini acıtan kasktan, bir goril gibi yürümesine yol açan, daima daracık olan koca ayakkabılardan nefret ediyordu. “Haydi, sütünü içiyor musun, içmiyor musun?” diye çıkıştı babası yeniden. Alice, önce dilini, sonra boğazını, sonra da midesini yakan kaynar sütten üç parmak yudumladı. “Tamam. Bugün kim olduğunu göstereceksin onlara” dedi kızına. Ben kimim peki, diye düşündü o da. Babası, üzerinde minik bayrakçıkların ve fosforlu harflerle yazılmış sponsor adlarının bulunduğu yeşil tulumunun içinde mumyaya dönen kızını kapının önüne çıkardı. Bu saatte hava on derecenin altındaydı, güneş ise her şeyi örten sisten biraz daha koyu gri olan bir daireydi. Alice, omzuna yüklediği kayaklarla kara gömülürken sütün midesinde dönüp durduğunu hissediyordu; gün gelip de önemli bir kişi olana kadar kayaklarını kendi taşımak zorundaydı. “Ucunu öne çevir, yoksa birini öldüreceksin” dedi babası. Kayak Kulübü sezon sonunda üzerinde kabartmalı yıldızcıklar olan bir broş hediye ediyordu. Dört yaşından başlayarak, teleskinin sopasını kendin yakalayabildiğin ve oturma çubuğunu bacaklarının arasına geçirebildiğin dokuz yaşına kadar, her yıl bir broş kazanıyordun. Önce üç gümüş, sonra da üç altın yıldızcık. Her yıl kazandığın iğne daha başarılı olduğun, Alice’nin ödünü kopartan işkence misali yarışmalara daha yakınlaştığın anlamına geliyordu. Tesisin açılma saati olan sekiz buçukta telesiyejin önünde buluşulacaktı. Alice’nin arkadaşları çoktan gelmişler, minik askerler gibi bedenlerini sımsıkı saran üniformaları içinde, uyku ve soğuktan uyuşmuş olarak bir çember oluşturmuşlardı. Batonlarının ucunu kara saplıyor, koltuk altlarıyla üzerlerine dayanıyorlardı. İki yandan sarkan kollarıyla yan yana dizilmiş korkulukları andırıyorlardı. Kimsenin canı konuşmak istemiyordu; tıpkı Alice gibi. Babası onu kara gömmek istercesine kaskına iki kez sertçe vurdu. “Hepsini ek. Ve unutma: ağırlığını öne vereceksin, tamam mı? A-ğır-lık ön-de” dedi. Ağırlık önde, diye yanıtladı Alice’nin zihnindeki yankı. Soğuk havayı avuçlarcasına birbirine yapıştırdığı ellerine üfleyerek uzaklaşan babası az sonra sıcacık evinde gazetesini okuyor olacaktı. İki adım attıktan sonra sis onu yuttu. Alice kayaklarını sertçe yere attı, babası bunu görse onu herkesin önünde azarlardı. Ayakkabılarını sıkıştırmadan önce yapışan karları dökmek için batonunun ucuyla şöyle bir vurdu. Şimdiden altına kaçırmaya başlamıştı. Sanki karnına saplanmış bir iğne gibi idrar torbasının baskısını hissediyordu. Bugün de idare edemeyecekti, bundan emindi. Her sabah aynı şey oluyordu. Kahvaltıdan sonra tuvalete kapanıyor, bütün çişini çıkarmak için ıkınıp duruyordu. Tuvaletin üzerinde karın kaslarını öylesine zorluyordu ki, sonunda başına keskin bir ağrı saplanıyor, sıkılmış üzümün kabuğundan çıkması gibi gözleri âdeta yuvasından fırlıyordu. Babası sesleri işitmesin diye musluğu sonuna kadar açıyordu. Yumruklarını sıkarak ıkınıyor, son damlayı da yapmak için uğraşıyordu. Babası banyo kapısına vurup, “Bugün de mi geç kalacağız küçükhanım?..” diye bağırana kadar bekliyordu. Gene de bir işe yaramıyordu. İlk telesiyejin sonuna geldiklerinde çişini külotuna kaçırıyordu; bunun üzerine kayaklarını atarak karların üzerine çömeliyor, ayakkabılarını sıkıştırırmış gibi yapıp olduğu gibi bırakıyordu. Sımsıkı kapattığı bacaklarının üzerine kar yığıyor, çişini üzerine yapıyordu. Tulumun, uzun külotun içinde işini görürken bütün arkadaşları ona bakıyordu ve öğretmenleri Eric her zamanki gibi “Alice’yi bekleyelim” diyordu. Her seferinde, üşümüş bacakları arasından akan bu sıcaklığın ona bir rahatlık verdiğini düşünüyordu. Bir rahatlama olabilirdi. Herkes durup bana bakmasa, diye düşünüyordu Alice. Eninde sonunda fark edecekler. Eninde sonunda karın üzerinde sarı bir leke bırakacağım. Hepsi benimle alay edecekler, diye düşünüyordu. Velilerden biri Eric’e yaklaştı ve tepeye çıkmak için fazla sisli bir gün olup olmadığını sordu. Alice umutla kulak kabarttı ama kusursuz gülümsemesi Eric’in yüzüne yayılıverdi. “Yalnızca burası sisli” dedi. “Tepede taşları çatlatan bir güneş var. Haydi toparlanın, herkes yukarı!” Telesiyeje bindiklerinde Alice babasının meslektaşlarından birinin kızı olan Giuliana’yla birlikte oturdu. Yol boyunca tek söz etmediler. Birbirlerinden ne hoşlanıyor, ne hoşlanmıyorlardı. O anda orada olmak istememenin dışında ortak hiçbir noktaları yoktu. Kendi soluklarıyla ısınabilmek için çenelerini ceketlerinin yakası içine sokan Alice ve Giuliana’nın üzerine asılı oldukları çelik telin metalik kayma sesine Fraiteve Tepesi’ni silip süpüren rüzgârın sesi eşlik ediyordu. Bu sadece soğuktan oluyor, çişini kaçırmıyorsun, diye yineliyordu Alice içinden. Ama tepeye yaklaştıkça karnındaki koca iğne etine iyice batıyordu. Hatta daha beter bir acıydı bu. Belki de bir daha altına kaçırıyordu. Yok yok, bu sadece soğuk, daha gelmez çişin. Daha şimdi yaptın ya. Ekşi bir süt tadı boğazından yukarı doğru fışkırıverdi. Alice iğrenerek yuttu bunu. Evet kaçırıyordu, berbat bir şekilde kaçırıyordu gene. Kulübeye varana kadar iki telesiyej daha vardı. O kadar çok tutamam, diye düşündü. Giuliana emniyet çubuğunu kaldırdı ve iki kız inmek için popolarını biraz öne kaydırdılar. Kayaklar yere değdiğinde Alice inebilmek için, oturduğu yeri eliyle geriye itti. Değil güneşten taşların çatlaması, iki metre ötesi bile görünmüyordu sisten. Her şey beyaz, yalnızca beyazdı; aşağısı, yukarısı, sağı solu bembeyaz. Sanki bir çarşafa sarınmak gibiydi. Karanlığın tam zıddıydı ama Alice’yi aynı şekilde korkutuyordu. Rahatlayabileceği bir kar tepeciği bulabilmek için pistin kenarından kaydı. Bağırsakları, çalıştırılmış bir bulaşık makinesi gibi gurulduyordu. Geri döndü. Giuliana’yı göremez olmuştu; aynı şekilde, Giuliana da onu göremiyordu. Kayaklarının ucunu balık sırtı gibi açık tutarak yamacı birkaç metre tırmandı; ona kayak yapmayı öğretmeyi kafasına taktığında babası onu böyle yapmaya zorlardı. Günde otuz kırk kez, çocuklara ayrılmış pistte iner çıkardı. Yan yan tırmanır, kar sapanı yaparak inerdi; babası bu kadarcık pist için bilet almayı savurganlık sayar, kızının böyle yaparak bacaklarını da güçlendirdiğini söylerdi. Alice kayaklarını çıkardı ve birkaç adım daha attı. Ayakkabılarıyla neredeyse dizine kadar kara gömüldü. Nihayet oturabilmişti. Soluğunu tutmaktan vazgeçti ve kaslarını gevşetti. Bütün bedenini dolaşan bir elektrik çarpması gidip ayak uçlarına yerleşti. Süt yüzünden olmuştu, kesinlikle süt yüzünden. Karın iki metre üzerinde duran poposu buz kesmişti. En azından anımsayabildiğinden bu yana, bu hiç başına gelmemişti. Hiç, bir kez bile. Altına yaptı. Hayır, çişini değil. Yalnızca çişini değil. Alice bir ocak sabahının dokuzunda kakasını da altına yaptı. Külotuna yaptı ve bunun farkına bile varmadı. En azından kar yumağının bir noktasından ona seslenen Eric’in sesini duyana kadar fark etmedi. Hemen ayağa kalktı ve o anda pantolonunun ağında bir ağırlık hissetti. İçgüdüsel bir biçimde poposuna dokundu ama eldiveni yüzünden hiçbir şey hissetmiyordu. Zaten hissetmesine gerek yoktu, başına geleni anlamıştı. Şimdi ne yapacağım, diye düşündü. Eric yeniden seslendi. Alice yanıt vermedi. Tepede kaldığı sürece, sis onu gizlerdi. Tulumunun pantolonunu indirip karla güzelce temizleyebilirdi ya da inip Eric’in kulağına başına geleni söyleyebilirdi. Köye dönmesi gerektiğini, dizinin acıdığını da söyleyebilirdi. Ya da umursamayıp, en arkada kalmaya dikkat ederek bu haliyle kayabilirdi. Hiçbirini yapmayarak sisin koruması altında tek bir kasını bile oynatmamaya özen göstererek öylece durdu. Eric üçüncü kez, daha yüksek sesle çağırdı onu. Oğlanlardan biri onun yerine yanıt vererek “O sersem çoktan teleskiye gitmiştir” dedi. Alice’nin kulağına bir uğultu geldi. Kimisi “Haydi gidelim”, kimisi de “Durmaktan üşüdüm” diyordu. Belki de birkaç metre alt tarafında olmalıydılar; belki de hâlâ telesiyejden indikleri yerdeydiler. Ama dağda sesler tepelere çarparak ya da kara gömülerek insanı yanıltırdı. “Bıktım bu kızdan… Gidip bakalım” dedi Eric. Alice poposundan aşağı doğru kayan ıslak bulamaç yüzünden doğan kusma isteğini ona kadar sayarak durdurmaya çalıştı. Ona geldiğinde yeniden başladı ve sonra yirmiye kadar saydı. Artık hiçbir ses duyulmaz olmuştu. Kayaklarını aldı ve piste kadar kolunda taşıdı. En dik çizgide düşey pozisyon alabilmek için nasıl durması gerektiğini anlamaya kafa yordu. Bu kadar yoğun bir sisin içinde insan ne tarafa döndüğünü bile anlayamıyordu. Ayakkabılarını bağladı, klipsleri iyice sıktı. Buğulandığı için gözlüklerinin içine tükürdü. Vadiyi tek başına inebilirdi. Eric’in onu Fraiteve Tepesi’nde arıyor olması umurunda değildi. Boka batmış uzun donun içinde gereğinden bir dakika daha fazla kalmak istemiyordu. Yolu düşündü. Tek başına hiç inmemişti ama ne olacaktı ki, teleskiyle çıktıkları bu pisti arkadaşlarıyla on kez inmişti. Bacaklarını iyice açtı, hem temkinli davranmak istiyordu hem de böyle yapınca altındaki ıslak yumuşaklığı daha az hissediyordu. Tam bir önceki gün Eric ona, dönüşte kar sapanı yaptığını görürse bir dahaki sefere bileklerini birbirine bağlayacağını söylemişti. Eric onu sevmiyordu, bundan emindi. Öğretmeni onun ödleğin teki olduğunu düşünüyordu. Aslına bakılacak olursa, öyleydi de. Eric, babasından da hoşlanmıyordu, çünkü her gün, dersin sonunda hocayı da bin bir soruyla sıkboğaz ediyordu. Nasıl gidiyor bizim Alice, öğreniyor muyuz, şampiyon oluyor muyuz, yarışlar ne zaman başlıyor, şu nasıl, bu nasıl?.. Eric gözlerini babasının arkasındaki bir noktaya dikiyor ve evet, hayır ya da uzun e’lerle yanıtlıyordu. Şimdi Alice buğulanmış gözlüğünün ardından tekdüze sahnenin akıp gittiğini görüyordu; son derece ağır ağır iniyordu, çünkü kayaklarının ucundan ötesini seçemiyordu. Ancak bol karlı bir yere girdiğinde yön değiştirmesi gerektiğini anlıyordu. Kendini daha az yalnız hissetmek için bir şarkı mırıldanmaya başladı. Arada sırada sümüğünü kurulamak için eldiveniyle burnunun altını siliyordu. Ağırlığını yamaca doğru ver, batonunu düz tut ve dön. Ayakkabılarına dayan. Şimdi ağırlığını öne ver, tamam mı? A-ğır-lı-ğı-nı ö-ne ver diyordu hem babası hem Eric. Babası vahşi bir hayvan gibi öfkelenecekti. Bir yalan uydurmak zorundaydı. Boşluğu ya da çelişkisi olmayan bir masal anlatmalıydı. Gerçekte yaşadığı şeyi söylemeyi aklından bile geçirmiyordu. Sis, evet kabahat sisindi. Dev pistte ötekilerin peşinden giderken skipass’ı ceketinden kopmuştu. Hayır, bu olmazdı, çünkü skipass kesinlikle kopmazdı. Onu düşürmek için gerçekten aptal olmak gerekirdi. Atkı desek? Atkısı uçmuştu ve o da almak için biraz geri kalmıştı; arkadaşları da onu beklememişlerdi. Yüz kez seslenmişti ama hepsi birden sisin içinde yok olmuşlar, o da arkadaşlarını bulabilmek için aşağı inmişti. Peki neden gene yukarı çıkmadın, diye sorardı babası. Tabii ya, neden? İyice düşününce, skipass’ını kaybetmenin daha iyi bir yalan olacağına karar verdi. Yukarı çıkamamıştı, çünkü kartı olmadığı için telesiyejin başındaki adam izin vermemişti. Alice uydurduğu masalı beğenerek gülümsedi. İçine sinmişti. Hem kendini artık o kadar pisliğe bulaşmış da hissetmiyordu. O şey kaymaz olmuştu. Belki de donmuştur diye düşündü. Günün geri kalanını televizyon karşısında geçirecekti. Duş yapacak, temiz giysiler giyecek, tüylü terliklerini geçirecekti ayaklarına. Bütün gün sıcacık oturacaktı ama gözlerini “Pist kapalı” yazan turuncu şeridi görebilecek kadar yerden kaldırabilseydi olacaktı bu. Babası ona her zaman, nereye gittiğine dikkat et derdi. Keşke bol karlı yerde kayarken ağırlığın öne verilmemesi gerektiğini hatırlasaydı; Eric birkaç gün önce kayak ayakkabılarının bağlarını daha iyi ayarlasaydı; babası, Alice yirmi sekiz kilodur demekte ayak direseydi bu kadar sıkı olmaz mıydı acaba? Aslında çok fazla yüksek bir atlayış yapmamıştı. Midesinde boşluk, ayaklarının altında hiçlik hissedecek kadar, birkaç metrelik bir atlayıştı. Ne var ki hemen sonrasında Alice kendini yüzükoyun yerde buldu; kayaklar dimdik havaya dikildi, kavalkemiği de aynı şekilde. Aslında acı hissetmedi. Daha doğrusu hiçbir şey hissetmedi. Sadece atkısından, kaskından içeri dolan ve tenini yakan karı hissediyordu. İlk önce kollarını oynattı. Daha küçükken, uyandığında kar yağmışsa eğer babası onu tulumunun içine sokar ve hemen aşağı indirirdi. Bahçenin ortasına kadar yürürler, sonra el ele tutuşur ve birlikte bir iki üç diye saydıktan sonra kendilerini gerisin geri yere atarlardı. Babası ona “Şimdi melek ol” deyince kollarını aşağı yukarı hareket ettirir, tekrar kalktığında beyaz örtüye bırakmış olduğu ize bakar ve bunun gerçekten kanatları açık bir meleğe benzediğini düşünürdü. Alice karda melek şekli yaptı, öylesine, kendi kendine hâlâ canlı olduğunu kanıtlamak için yaptı bunu. Başını bir yandan ötekine çevirmeyi ve soluk alıp vermeyi başardı; aslında içine çektiği havanın gereken yere gitmediğini hisseder gibiydi. Bacaklarının nasıl döndüğünü anlamamışa benziyordu. En tuhafı, kendini sanki artık bacakları yokmuş gibi hissetmesiydi. Kalkmayı denedi ama başaramadı. Sis olmasaydı, belki yukarıdan birileri onu görebilirdi. Baharda küçük bir derenin oluşacağı; ilk sıcaklarla dağçileklerinin ermeye başlayacağı, iyice olgunlaştığında karamela kadar tatlı olan bu yemişleri sepet sepet toplayabileceği noktada, yere yapışmış yeşilimsi bir leke oluşturuyordu. Alice imdat diye bağırdı ama sis cılız sesini yuttu. Yeniden ayağa kalkmayı, en azından yan dönmeyi denedi fakat beceremedi. Babası donarak ölenlerin son nefesini vermeden hemen önce müthiş bir sıcaklık hissettiklerini, dayanamayarak soyunduklarını, bu nedenle donarak ölenlerin genellikle üzerlerinde sadece külot bulunduğunu anlatmıştı. İşin kötüsü şimdi onun külotu pislenmişti. Parmaklarında da duyu kaybı olmaya başladı. Eldiveninin tekini çıkardı, içine üfledi, sonra ısınması için elini yumruk yapıp tekrar giydi. Öteki eline de aynı şeyi yaptı. Bu gülünç hareketi iki üç kez yineledi. Babası hep bedenin uç noktalarının insana ihanet ettiğini söylerdi. El ve ayak parmakları, burun, kulaklar. Kalp, kanı kendi kullanabilmek için elinden geleni yapar, geri kalanın donmasını umursamazdı. Alice parmaklarının, sonra yavaş yavaş kollarının ve bacaklarının morardığını geçirdi aklından. Kalbinin gittikçe daha kuvvetli bir şekilde kan pompaladığını, kalan bütün sıcaklığı kendine saklamaya çalıştığını düşündü. Öyle kaskatı kesilecekti ki, oradan geçen bir kurt üzerine bassa kolunu kırabilecekti. Beni ararlar. Acaba gerçekten kurtlar var mıdır? Parmaklarımı artık hissetmiyorum. Keşke sütü içmeseydim. Ağırlık öne, diye düşündü. Hayır, kurtlar kış uykusuna yatarlar. Eric öfkelenmiş olmalı. O yarışlara katılmak istemiyorum. Saçmalama, kurtların kış uykusuna yatmadıklarını bal gibi biliyorsun. Düşünceleri giderek daha tutarsız ve genel oluyordu. Güneş, hiçbir şeyin farkında değilmiş numarası yaparak Chaberton Tepesi’nin arkasına yavaşça gömüldü. Tepelerin gölgesi Alice’nin üzerinde uzadı ve sis simsiyah oldu.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir