İhsan Oktay Anar – Galîz Kahraman

“Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!” Bu zarif nidâ, Versay’da yaşayan Güneş Kral’ın, daha ayın ve hânedanın on dördüncüsü olan o lunatik Kral Lui’nin taht salonunda çınlamamıştı! Cıgara dumanının tahriş ettiği nazenin ses tellerinin ahenkle titreşip uçuklu dudakların büzülmesinin ardından, tütünden paslanmış sarı bir dilin iltihabı damağa değmesi neticesinde peydâ olmuştu bu nidâ! Ve gönülleri mest eden bir şarkı gibi, ağızdan pastırma ve soğan kokusu refakatinde çıkmıştı. Paris’te olsa bütün Françe, Pekin’de olsa bütün Çin, Londra’da olsa bütün İngiltere duyar, hele hele York Şehrinin eskisi olmasa bile yenisinde, muhabir flaşları ardı ardına pat pat patlardı. Ama ya bütün dünyanın kulak asması, ya anca üç beş kişinin omuz silkip geçmesi için bu nidânın en müsait yeri Kasımpaşa’ydı. Çünkü şimdi gayet mümtâz simaların yaşadığı bu mahalle, o devirde ya hep ya hiç‘in olduğu bir âlemdi. “Hüüüüüüüüüüüüüüüp!” İşte bu, eski zamanlarda bazıları nazarında, Kasımpaşalılığın ta kendisiydi! Mezkûr nidâyı hançeresinden, cümle âlemin yaşadığı şu Dünya denilen gebergâha koyuveren zât, hâşâ, La Skala’da aynı sedayı tam on altı mezür boyunca biteviye haykıran züppe tenorlardan biri değildi! Tam tersi, o devrin Kasımpaşa aristokrasisinden kendi hâlinde bir jantiyom, dedesince bir kese kâğıdına yazılan şeceresi tâ o kadim krallara ait virân sarayların ve altında küp küp altının yattığı mermer mezarların civarındaki dağ köylerine uzanan bir zâdegân, namusundan mesul olduğu mahallesinin yampiri ve yılankavi sokaklarında kol gezerken racon kesip afi sallayan, saikan ve asıl bir çeyrek çıyandı. “Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!” Rakı, şarap veya benzeri müskirât tesiri altında olmaksızın, İngiltere Kraliçesi’nin huzuruna kabul edildiği sırada ancak Suvaç Kralının ağzına yakışacak bu zarif ve âsilâne nidâyı koyuveren İdris Âmil Efendi Hazretleri’nin vâlidesinin, tâ fî tarihinde Efendimiz’i doğurmasına ramak kala, Kasımpaşa’nın Kulaksız Külhânî Çıkmazı‘ndaki salaş evlerinin kafesleri ardından sokağa hüzme hüzme nur ve fer sızdığı, üstüne üstlük, hem Ay’ın ve hem de Güneş‘in Koç Burcu’nun yigirmi yedinci derecesinde olduğu, ayrıca semada bir kuyruklu yıldızın akıp gittiği rivâyet edilegelmiştir. Mahallenin ebesi, Efendimiz İdris Âmil Hazretlerini doğurtup kıçına şaplak attıktan sonra zavallıcık, yaygarayı ve velveleyi basmış, kucağa alınıp pışpışlanırken de Hazret’in sünnetli olduğu fark edilmişti. Efendimiz’in bilâ kusur pipisini gören hacı dedesi, hem pederine hem de mâderine bebeciğin istikbâlde Allah dostu olacağını, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda muazzam merhale kat edip yüksek bir mertebeye geleceğini müjdelemişti. İlle ve lâkin, Efendimiz’in pederi, hem sultanın hem de halifenin memleket haricine sürgün edildiğini, yani Allah yolunun artık engelli engebeli olduğunu hacı dedeye boş yere hatırlattı. Pedere göre postnişin olmak, postu kaptırmak demekti. Ama ihtiyarın bir kulağından giren malûmat, onun yaş icâbı pelteleşmiş beynini ancak birkaç dakika kolaçan ettikten sonra hemen, diğer kulağından dışarı sızmaya başlardı. Fakat bu kesinlikle, onun zihnî melekelerini kaybettiği mânâsına gelmezdi. Çünkü adam tâ tokuz yaşında ezberlemiş bulunduğu Kur’ân-ı Kerim’i, o mübarek hafızasında hâlâ koruyan ve ara sıra Piyale Paşa Camii’nde birkaç lira dünyalık, yahut yarım tepsi baklava mukabilinde Mevlid-i Şerîf okuyan bir hâfız ve mevlithândı. Karacaoğlan’ın bütün şiirlerini ezberinden kahvede, kıraathânede ona buna durmadan okur, böylece şundan bundan avanta içtiği çayı kahveyi hak ettiğine cân-ı gönülden inanırdı. Mâderinin sütü bol bereketli olduğu için tâ dört yaşına kadar emzirilen İdris Âmil Hazretleri tosun tombalak bir velet olup çıkmıştı.


Neylersin ki boyu uzayacak gibi değildi, yine de Efendimiz buna fazla ehemmiyet vermeyecekti. Öyle ki ileride, bir mecmûada Leonardo nâm bir sanatkârın daire içine çizdiği, kollarını bacaklarını açmış o sözüm ona mükemmel insan bedenini, sırf kendisininkine benzemiyor diye kusurlu bulacak ve üstâdı, elips yerine daireyi seçmek gibi bir sanat cürmüyle ithâm edecekti. Çünkü, kâh mâderinin kâh pederinin kâh dedesinin, kâh ayın kâh güneşin, kâh seyyârelerin kâh burçların, çevresinde döndüğü İdris Âmil Efendi Hazretleri, tâ o yaşta kutub mertebesine vâsıl olmuş sayılırdı. Nasıl ki denizciler Kutup Yıldızı‘na bakıp istikametlerini tâyin ediyorlarsa, Âdemoğulları‘nın da Efendimiz’e bir bakıp onu misâl ve kıstas alarak kendilerine bir çeki düzen vermeleri, hem yollarını hem de yordamlarını bulmaları icap ederdi. Zaten Güneş‘in doğudan doğduğu da palavraydı! Dünya’yı aydınlatan güneş, asıl Efendimiz’in o mübârek vâlidesinden doğmuştu! Bu, ikinci bir Kopernik inkılâbıydı. Çünkü insanoğlu artık, merkezinde bu kez hakikî bir güneşin, yani asîl Efendimiz’in olduğu bir kâinatta idiler. Fakat bu güneş gök kubbede ve burçlarda değil, Kasımpaşa’da ve surlarda kol geziyor, nedense müneccimlerin gözünden hep kaçıyordu. Tıpkı İsa Mesih gibi gökten yere inmiş, günahkârlara ve azap çekenlere kurtuluşu şöyle müjdeliyordu: “Hüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjt! Nah-ha!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir