Orada, dışarıdalar. Beyaz giysili kara oğlanlar… holde o biçim işler çevirecekler… cinsel dümenler… sonra, ben onları yakalamadan işi yerleri paspaslamaya çevirecekler… Koğuştan çıktığımda paspas yapıyorlar. Udžçüde her şeyden nefret ediyor; saatten, günden, çalıştıkları yerden, çevredeki insanlardan. Böylesi nefret doluyken en iyisi beni görmemeleri. Duvarın dibinden yürüyorum. Ayağımdaki lastiklerin kenarlarında biriken tozlar kadar sessiz atıyorum adımlarımı. Ama gel gör ki, adamların özel, duyarlı aygıtları var. Korkumu algılıyorlar hemen. Başlarını kaldırıp bakıyorlar. Udžçü birden. Eski bir radyonun arkasındaki lambalar gibi donuk donuk parlayan gözleri, kapkara suratlarında yuvalarından fırlamış. ”İşte Reis. Reis ki ne Reis çocuklar. Bizim Süpürgeler Reisi. Al bakalım, Süpürgeler Reisi.” Elime paspası tutuşturuyorlar. “Temizle” diye bir yer gösteriyorlar, başlıyorum temizliğe. Çabuk yürümem için biri, süpürgenin uzun sapıyla bacaklarımın arkasına bir tane indiriveriyor. “Nasıl da kıçım kaldırıp koşuyor! Koskoca herif, ama ben höt dedim mi kuzulaşıveriyor!” Gülüyorlar. Kafa kafaya verip fısıldaşmalarını duyuyorum ardımda. Kara makinenin homurtusu. Nefretle homurdanıyorlar, ölüm ve diğer hastane sırlarını. Ben yanlarındayken nefret dolu sırlarını rahatça açığa vurabiliyor, konuşabiliyorlar. Çünkü benim sağır ve dilsiz olduğumu sanıyorlar. Yalnız onlar mı? Herkes beni sağır ve dilsiz bellemiş. Onları aldatacak kadar kurnazım. Kurnazlığımı damarlarımda dolaşan kanın yarısının Kızılderili olmasına borçluyum. Bu pis hayatımda yarı Kızılderili olmamın tek yararı bu bana. Koğuş kapısının yanında paspas yapıyorum. Birden anahtar şakırtısı duyuyorum öte yandan. Büyük Hemşire bu. Hemen anladım. Kimse anahtarı kilide onun gibi sokamaz. Yumuşak, çabuk, tamdık bir ses. Yıllardır kilitlerle haşır neşir olduğundan, böylesine tanış sesler çıkarıyor. Yanı sıra soğuğu da getirerek kapıdan kayarcasına çıkıyor. Ardından kilitliyor kapıyı. Parmaklarının çelik kapının üzerinde gezindiğini görüyorum bir an. Her tırnağı dudağıyla aynı renk: garip bir portakal rengi. Kaynak makinesinin ucu gibi. Hem buz, hem de cehennem bir renk. Size dokunsa soğuk mu sıcak mı olduğuna bir türlü karar veremezsiniz. Ağustosta fokur fokur kaynayan karayolunun yanında Umpqua kabilesinin sattığı sepet örgüsünden bir çanta var elinde. Kenevir saplı, çanta biçiminde bir gereç kutusu. Buraya geldiğimden beri hep taşır bunu. Odžrgü sık değil; yandan bakınca içini görebiliyorum. Kadınların taşıdığı şeyler yok: dudak boyası, pudriyer falan. Görevi sırasında kullanması gereken binlerce parçayla dolu içi. Tekerlekler, dişliler, pırıl pırıl parlayana dek ovulmuş çarklar, porselen gibi parıldayan haplar, iğneler, forsepler, saat tamircisi kerpetenleri, bakır tel… Yanımdan geçerken başıyla selamladı beni. Paspasın sapı beni duvara sıkıştırıyor, gülümsüyorum, gözlerimi görmemesini sağlayarak elimden geldiğince gereçlerini bozmaya uğraşıyorum. Gözlerin kapalıysa seninle ilgili herhangi bir şeyi anlamazlar. Gözlerimi yumarak yarattığım öz karanlığımda, lastik topuklarının taşlarda çıkardığı sesi duyuyorum. Sepet örgüsüçantasının içindeki aletlerin tıkırtısı da geliyor kulağıma. Yanımdan geçerken sesler daha bir belirginleşiyor. Dimdik yürüyor; baston yutmuş sanki. Gözlerimi açtığımda çevresi camla kaplı, hemşirelere ayrılmış bölüme girmek üzere. Bütün gün orada oturacak; camdan dışarı bakacak; sekiz saat boyunca olan biteni masasının üstündeki kâğıtlara yazacak. Bu düşünceyle mutlu, huzur dolu. Derken… kara oğlanları görüyor. Hâlâ kafa kafayalar; fısıldaşıyorlar. Koğuşa girdiğini duymamışlar. Gözlerini diktiğini duyumsuyorlar ya, çok geç artık. Onun vardiyasındayken bir araya gelip fısıldaşmamaları gerektiğini bilmeliydiler. Kafalar ayrılıyor; şaşkınlık içindeler. Dört ayağının üzerine iniyor Büyük Hemşire. Saldırıya hazır. Kara oğlanlar kümelenmiş, tuzakta bekleşiyorlar. Ne dediklerini biliyor; öyle öϐkelenmiş ki sorma gitsin! Kara pezevenkleri lime lime edecek… öylesine kızmış! Kabarıyor! Sırtı beyaz üniformasını yırtana dek kabarıyor. Kollarını uzatıyor; kara oğlanları beş-altı kez sarıncaya kadar. Koca kafasını bir o yana bir bu yana çevirerek, etrafına şöyle bir bakınıyor. Kimse yok görünürlerde. Sadece, yarı Kızılderili yarı bilmem ne, Süpürge Bromden duruyor; paspasının ardına gizlenmiş. Imǚ dat isteyecek dili yok! Kendisini gemleyen dizginleri salıveriyor; suratına boyanmış gülücük, biçim değiştiriyor, buruluyor, ejder ağzına, hırıltı çıkaran kuyuya, karnı acıkan canavar sırıtışına, küçümseyen ağababa yayılışına dönüşüyor. Büyüyor, şişiyor, şişiyor… traktör kadar kocamanlaşıyor. Ağır yük taşıyan motorun kokusunu nasıl alırsan, ben de Büyük Hemşire’nin içindeki makinenin kokusunu öylesine çekiyorum burnuma. Kıpırdamıyorum. Tüyüm oynamıyor; soluğumu tutuyorum. Aman Tanrım, bu kez yapacaklar! Nefret öylesine çığlaşacak ve büyüyecek ki; ne yaptıklarının bilincine varamadan birbirlerini un ufak edecekler. Ama, tam kollarıyla kara oğlanlara dolanacağı, onların da Büyük Hemşire’nin bedenini süpürgelerinin saplarıyla dürtüverecekleri sıra, bütün hastalar koğuşlardan çıkıyorlar. Gürültünün, patırtının nedenini merak etmişler besbelli. Tabii Büyük Hemşire hemen biçim değiştiriyor. O iğrenç, gerçek biçimini kimseye göstermek ister mi hiç! Hastalar gözlerini ovuşturup, “N’olmakta ki?” diye sorana dek her şey eski biçimine dönüveriyor. Hastalar, her zamanki gibi sakin ve güleç yüzlü Büyük Hemşire’yi görüyorlar. Kara oğlanlara kafa kafaya verip dedikodu yapmamalarını, günün pazartesi olduğunu, dünya kadar işin biriktiğini söylüyor… “… amansız pazartesi, biliyorsunuz çocuklar…” “Evet Bayan Ratched…” “… bu sabah bir sürü işimiz var, onun için, eğer konuşmanız çok önemli değilse…” “Evet Bayan Ratched…” Duruyor. Uykudan kıpkırmızı şiş gözlerini kırpıştırarak bakan hastalan başıyla selamlıyor. Her birine ayrı ayrı selam veriyor. Kesin, otomatik. Yüzü yumuşacık, hesaplı, en ince ayrıntısı düşünülerek yapılmış. Pahalı bir bebek gibi. Taş bebek. Masmavi gözler, küçücük bir burun, pembe, minnacık burun delikleri. Her şey birbiriyle uyumlu; dudaklarıyla tırnak boyasının dışında. Ve bir de memeleri. Udžretimde bir yanılgıya düşülmüş besbelli. Kusursuz bir parçaya o iri, kadınsı memeleri koymak! Büyük Hemşire’nin bu işe nasıl bozulduğu da belli oluyor zaten. Hastalar kıpırdamadan duruyorlar; kara oğlanlara neden bozulduğunu öğrenmek istiyorlar. Beni gördüğünü hatırlıyor birden. “Çocuklar pazartesi olduğuna göre haftaya iyi başlayalım ve kahvaltıdan sonra herkes berberi doldurmadan Bay Bromden’i bir güzel tıraş edelim. Ha, ortalığı karıştırmasına da engel olalım.” Kimse dönüp benden yana bakmadan holdeki dolaba giriveriyorum. Kapıyı kapatıyorum; karanlığa gömülüp soluğumu tutuyorum. Kahvaltıdan önce tıraş olmak felaket. Karnı doyunca insan daha bir güçlü oluyor, uykusu iyice dağılıyor, berberde çalışan onun bunun çocukları, elektrikli tıraş makinesi yerine bildiğimiz jiletle seni kesmeye kalkışınca da direnebiliyorsun. Bazı sabahlar Büyük Hemşire’nin isteği üzerine, kahvaltıdan önce tıraş ediyorlar beni. Sabahın altı buçuğunda, duvarları, lavabosu, her yeri bembeyaz bir oda; tavanda upuzun ϐlüoresanlar sağa sola, oraya buraya gölge düşmemesini sağlıyor. Çevrende yüzler; aynaların ardına sıkışmış, çığlık çığlığa. Böyle bir ortamda, bu tıraş makinelerinden nasıl korunabilir insan? Dolapta gizlenmiş, dinliyorum. Karanlıkta yüreğim küt küt atıyor. Korkmamak için ölesiye çabalıyorum; düşüncelerimi başka bir tarafa yöneltiyorum… Geçmişi düşün, köyü, kocaman Columbia Irmağı’nın, sedir ağaçlarının arasında babamla kuş avladığımız günleri hatırlamaya çalış… Ne zaman düşüncelerimi geçmişe yöneltsem, orada gizlenmeye kalksam, yanı başımdaki korku, anılarımın arasından sızıveriyor; kara oğlanlardan birinin holde turaladığını, korkumu burun deliklerine çekerek yaklaştığını duyuyorum. Kara tünellermişçesine açılıyor burun delikleri, koca kafasını o yana bu yana çevirerek havayı kokluyor, koğuşun dört bir yanından gelen kokuyu içine çekiyor. Beni kokluyor şimdi de; burnunu çekiyor hart hart. Nerede gizlendiğimi bilmiyor. Ama kokluyor, aranıyor. Kıpırdamamaya çalışıyorum.
Ken Kesey – Guguk Kuşu
PDF Kitap İndir |