Ferdinando Camon – Olumsuzluk

“Bu roman, köy dinselliğinin destanıdır. Bir annenin ölümünü ve ailesinin onu ölümsüzleştirmek için bir simge aramalarını anlatır. Fransız çevirmen kitabı, kısa bir süre önce yitirdiğimiz ünlü göstergebilimci Roland Barthes’e, Romanyalı çevirmen, yeni ölen oğluna, Brezilyalı çevirmen, kendi annesine adamıştır. Kitap her çevrildiği dilde ve kültürde, kendi öz yapıtları gibi benimsenmiştir? Hatta komünist dönemde ateist olan Rusya’da bile. Roman yalnız köy dinselliğini değil; yoksul, kahraman, mistik ve gizemli köy yaşamını da anlatır. Köy uygarlığı, dünyanın birçok yerinde yok edildiği için, aynı zamanda bir mezartaşı yazıtı, eskiye özlem ve ahlak ilkelerine karşı gelen bugünkü ilerlemeyi kınama niteliğindedir.” I Kilisenin önünde küçük bir kalabalık toplanmış, her yaştan kadın, erkek ve çocuk, akrabalık derecelerine göre ya da gelişigüzel gruplara ayrılmıştı. Birisi bir şey söyleyip bir başkası yanıtlayınca hemen yarenliğe başlıyorlardı. Ben, en arkada ve yapayalnızdım. Birkaç genç tabutu omuzladı, tek sıra halinde arkalarından gelenlerle kırlara doğru yürüdüler. Dar ve tozlu keçiyolu, gelincikler bürümüş buğday tarlalarının arasında uzanıyordu; çevrede sarıdan çok kırmızı renk gözü alıyor, güneşte mayalanmış kuru otların keskin kokusu duyuluyordu. Tepemizde dönüp duran tarla kuşlarının çok azı ötüşüyor, çoğu aşağılara inmek istiyordu ama insanlardan rahatsız olmuş gibiydiler. Kalabalığın geçmesini bekliyor ve az sonra, düşen bir taş gibi dümdüz aşağı iniyor ama yere çakılmadan toprağa bir metre kala kanatlarını açarak iki kez çırpıyor, tehlikeyi atlattıktan sonra da buğday başaklarının arasından boyunlarını uzatarak seke seke yürüyorlardı. Tabut sallana sallana gidiyordu. Annemi düşündüm. Bana, tabutun böyle sallanarak gidişi çok yerinde gibi geldi. Annem hiçbir zaman dimdik yürümezdi, hep oldukça yorgundu, çalışırken az konuşur, bazan işini bırakıp hiçbir şey söylemeden bağ kütüklerinin gölgesinde bir yerde başını eğer otururdu. Öyle iki büklüm oturmuş sessizce dua ederdi. Ara sıra diliyle dudaklarını ıslatır, sonra da gerçek bir mendil olmayan bir bez parçasıyla alnını, yanaklarını ve ağzını kurulardı: Bu, ya yıkanmış eski bir tuz torbası, ya son çocuğunun hâlâ saklanan kundak bezinden bir parça ya da bir çekmeceden gelişigüzel çekip aldığı temiz bir paçavraydı. Hiçbir şeyi atmazdı. Yeni doğan bebekler sıkı sıkı kundaklanırsa bacaklarının düz olacağına inanırdı. Sofradan kalkmadan önce masaya bir göz gezdirir, artık olmasın, bir şey atılmasın diye kontrol ederdi. Bardakların dibinde ne varsa içer, çorbadan kalanları sineklerden korumak için dolaba kaldırırdı. Dolabın bir köşesi hep onun yerleştirdiği artık yemeklerle doluydu. Çocuklarından biri acıkınca, dolabın kapısını açar ve gülümseyerek o kurumuş ve kaskatı olmuş artıkları gösterirdi. Bunlar, müzelerin cam dolaplarında sergilenen eski çağlardan kalma taş parçalarını andırırdı. Son derece tutumluydu. Çocuklarının yuttuğu paraları bile bulup çıkarırdı. Köylerde çocuklar yere serdikleri küçük paralarla oynarken elleri serbest kalsın diye bunları ağızlarına koyar. Bazan birisi ağzındaki parayı yutuverir: Çocuk, paranın kocaman bir lokma gibi bademciklerinin arasından geçip boğazından aşağı indiğini farkeder, gözleri yerinden fırlar, yüzü bembeyaz kesilirdi. Para zorlanır ve bir silindirin pistonu gibi sürtünerek ağır ağır aşağı inerdi. Çocuk hemen, yenilmiş sayıldığı oyunu bırakıp bir koşu sokakta, tarlada, evde neredeyse annesini bulmaya giderdi. O andan sonra gece gündüz göz hapsindeydi. Hasta falan olduğundan değil, para bulunsun diye. Dört gözle kakası gelsin diye beklenir, demir oturak hep el altında bulundurulurdu. Kakası gelen çocuk hemen oturağa çömelir, anne nöbetçi gibi yanına dikilirdi. Para çıkarsa, oturağa düşerken bakırın demire çarpmasıyla madeni bir ses duyulurdu. Bunu önce çocuk duyar ve işini bitirmeden pantolonunu çekerek kaçıp giderdi. Pek sevinen anne oturağı alır, gözünü parlayan paradan ayırmadan tulumbaya gider, altın arayıcıları gibi suyun içinde bulup çıkarırdı. Madeni paralar yüzeysel değerlerinden daha kıymetliydiler. Ne alınırsa karşılığı yine mal olarak ödenir, bütün alışverişler değiş tokuş yöntemiyle yapılırdı. Kaçmasın diye rehine gibi saklanan o kırmızı bakırlardan başka, kimsenin elinde para bulunmazdı. Bizim dünyamızın dış dünyayla hiçbir ilgisi yoktu. Kendi kendine yürürdü ve ölümsüzdü. Annemizi de, en azından dünyamız gibi ölümsüz sayardık. Çünkü biz doğduğumuz zaman o zaten bu dünyanın bir parçasıydı ve dünyayı onsuz düşünemezdik. Oysa şimdi annem ölmüştü; bu olamazdı. Kimileri, onun elini tutar ya da omuzunu sıvazlar gibi sırayla tabuta ellerini koyuyordu, hepimiz buradayız, yanındayız, korkma dercesine. Tabut yalpalayarak buğday tarlalarının arasında yüzer gibi ilerliyor. Taşıyıcılar arada bir gölgelik bir yerde duruyor ve arkalarındaki tek sıra, keçiyolundan dışarı taşıyor. O zaman biz aile bireyleri tabutun çevresinde toplanıp ellerimizi üstüne koyabiliyoruz. Bu tabutu ve yapıldığı tahtayı seviyorum. Çiçekleri de, tek tek tüm yapraklarını da seviyorum. Her şeyi seviyorum. Artık ölümden korkmuyorum. Bu beni yaşamla barıştırıyor. Aklıma bir şey geliyor ama hemen unutuyorum. Belki o anları yeniden yaşayabilseydim, aklımdan yine aynı şeyler geçerdi ama ne olduklarını bilemem. En sonunda mezarlığa geliniyor. İki yanında serviler sıralanmış dar yoldan içeri giriyoruz. Girişte harç sıvalı tuğlalardan örülmüş bir kemer var, üstünde kırmızı harflerle Latince bir şeyler yazılı. Köyde, papaza sorup öğrenmiş olan babamdan başka kimse bu sözlerin anlamını bilmez sanırım. Babam her şeyi bilmek ister. Sokakta bulduğu kâğıt parçalarını toplayıp eve getirir. Islanmışlarsa ocağın yanında kurutur, sonra eliyle düzleyerek teker teker okur. Her şey onu ilgilendirir: Gazete parçaları, atılmış mektuplar, alış veriş pusulaları. İki sözcükten bir haber çıkarabilir, bir resimden bir filmin konusunu hayal eder, bir hesap pusulasından alışverişi kimin yapmış olabileceğini anlardı. Öyle aileler vardır ki sadece ekmek alabilir ama yoksulluklarından utandıkları için, yemek yerine ekmeği tabaklara koyarak sadece pazar günleri değil, haftanın öbür günlerinde de çorba içip et ya da sebze yediklerine herkesi inandırmaya çalışırlar. Babam bir kez üstünde bir kadın ve bir erkek resmi olan bir gazete parçası bulmuştu. Resimde, gömleğinin kolları sıvanmış, Yul Brynner’i andıran dazlak kafalı bir adam bir duvarın önünde dimdik durmuş, faltaşı gibi açık gözleriyle okuyucuya bakıyor, sağındaki genç kadınsa yaşlı gözlerle ellerini kavuşturmuş bekliyordu. Yemekten sonra bazı ahbaplar oturmaya gelirlerdi. O akşam bu iki kişinin kim olabileceği tartışıldı. Her zaman olduğu gibi, en kesin fikir baskın çıktı: savaşta zırhlı araçlar bölüğünde bulunmuş ve habire, “tank sürücüsü öldükten sonra aşağı atlar” deyip duran ufak tefek, bumburuşuk suratlı, belalı bir ihtiyar, parmağını uzatarak “Duce” [1] dedi Hemen tanımıştı. Herkes ona baktı. Bu, yanında Clara Petacci ile kurşuna dizildiği andaki Mussolini olmalıydı. Claretta’yı herkes bilirdi: Başında kulelerle bütün paraların üstünde resmi vardı. Sus pus olmuş, dikkat kesilmiştik; bu sessizlikte, kurşuna dizilen o iki insana karşı içimizde bir acıma duyduk. Birisi, Amerikalılar böyle bir adamı öldürmezdi, dedi. Babam resmi anneme gösterdi; eve giren her şeyi paylaşırlardı. Annem resme üzüntüyle bakıp onaylamaz gibi başını salladı. Dünyanın en kötü ruhlu canisi bile olsa, bir insanın kurşuna dizilmesini kabul edemezdi. Öldürmek suçların en büyüğüydü. Bir kez babam bizi sinemaya “Haç İşareti” filmini görmeye götürmüştü. Ne olur ne olmaz belki tehlikelidir, diye perdeden uzakta, en son sırada oturmuştuk. Annem bir sahneden ötekine geçişleri anlayamıyordu: Önce Roma yangınını, derken elindeki liri çalarak şarkı söyleyen Neron’u gördük ama arada kesin bir bölünme yoktu. Alevler bir süre Neron’un üstünde de parlıyordu ve annem bize adam yanıyor mu, diye sordu. Babam yanıt vermeyip sadece başını salladı. Çevresine bakarak ağır ağır Roma sokaklarında dolaşan havari ortaya çıkınca, filmi birçok kez görmüş olan babam bizi uyarıp nasıl haç çıkardığına dikkat etmemizi söyledi. Gerçekten havari garip bir biçimde, elindeki âsânın ucunu yerde önce bir köşeye sonra ötekine götürerek ve tepede birleştirerek şöyle bir şekil çizmişti. Annem başını iki yana salladı, bunu saçma bir buluş saymıştı. Daha sonra Hristiyanlara yapılan işkenceler gösterildiğinde galiba annem dua etmeye başladı ama belki de şimdi kapıldım bu hisse. Annemin gördüğü tek film buydu. Sinema onun için hep işkence yapılan bir yer olarak kaldı. Kemerin altından geçerek mezarlığa girdik. Papaz hem ölene hem Tanrı’ya yönelik çok duygulu kısa bir konuşma yaptı. Hepimiz, annem Tanrı’yla birlikte ve doğrusu da budur diye düşündük. Biz aile bireyleri teker teker yanına giderek tabutu öptük. Tahta insan gibi sıcacıktı. Sonra tabut mezara götürüldü ve dibe çarpıncaya kadar aşağı sarkıtıldı. Herkes içeri bir avuç toprak attı, sonra kürekle atılan topraklarla mezar dolduruldu. Henüz ne bir çiçeklik, ne bir kandil ne de üstünde adı yazılı bir taş vardı. En küçük kızkardeşim elindeki çiçek demetini nereye koyacağını bilemiyordu. Sonunda, sanki köklüymüşler gibi, saplarını taze toprağa sokarak çiçeklerden bir haç yaptı. Bir robot gibi mezarlıktan çıktım, artık dayanacak halim kalmamıştı. Yolun kıyısında otların üstüne oturdum. Tam o sırada bir koyun sürüsü geçiyordu. Yaşamlarının her adımında evet dercesine başlarını sallayan, arkadan bakınca dalga dalga sarı bir köpük yığınını andıran o insan yüzlü hayvanları izlerken içimdeki büyük acı yavaş yavaş eridi. En arkada, hepsinden birkaç metre uzakta topal bir kuzu vardı. Başına kötü bir şey gelecek korkusuyla ona baktım. Çoban köpeği hızla kuzuya yaklaştı, yavaşça acıtmadan postundan yakaladı, sürüye kadar getirip tam benim önümde yere bıraktı. Kuzu sanki ötekilerin yazgısını paylaşmak istemez gibi kımıldamadan durdu. Sanırım elimi uzatıp onunla konuştum ama ne dediğimi duymadım. Belki de “Kendine iyi bak, hayvan kardeşim” demiştim.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir