Ilber Ortayli – Gazi Mustafa Kemal Ataturk

2018’de büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü 80. ölüm yıldönümünde anacağız. Çağını etkileyen bir büyük filozof veya fizikçinin kurduğu düşünce sisteminin uzun zaman değişmeyen etkisinden bahsedilebilir. Ancak devlet adamları ve politikacılar için böyle bir ölümsüzlük hali ve özlem pek söz konusu değildir. Bir müzisyen veya bir ressamdan bahsedecek olursak o zaman Nietzsche’nin terimiyle Dionisyen sanatlar adına rey vermek gerekir. Fransa’nın ünlü politikacı ve düşünürü Edouard Herriot’nun Beethoven için söylediği sözler bir değişmez örnek olarak gösterilebilir. “Diğer gezegenlerden gelenlerin, sizin parlak neyiniz var?” sorusuna karşılık, “Beethoven’in 9. Senfonisi’ni gösteririm” demiştir. Şüphesiz ki böyle bir değerlendirmeyi 20. yüzyılın büyük liderleri için yapmak zordur; fakat aralarında bir tanesi vardır ki ülkesinin ve çevre dünyanın şartları onu hâlâ istisnai bir mevkide tutmaktadır. Rusya İhtilâli’ne bakacak olursak Çar’ın, Aleksandr Kerenski, Vrangel ve Denikin’in Beyaz Ordular’ını yenen Bolşevik devriminin, zamanın karşısında duramadığını görürüz. Yıkmak istediği kapitalist dünyanın yarattığı koşullar sebebiyle inişe geçmiştir ve kendi türevi olan komünizmler de gerilemiştir. Almanları ölüme götüren, bin yıllık Reich’ın vadedicisi on sene sonra tarihin çöplüğüne düştü. Arda kalan sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Türkiye’nin son mareşali oldu. Tarihteki büyük Türk mareşalleri arasında halen mümtaz yerini muhafaza ediyor ve Türkiye Cumhuriyeti’nin politik sisteminin sağlam olmamasından ötürü millet Mustafa Kemal çağına sık sık dönüş yapıyor, ona olan özlemini her seferinde dile getiriyor.


Bu gelişmeler ve manzaranın ışığında Gazi Mustafa Kemal Atatürk nasıl ele alınabilir? Her şey bir yana, o, Türkiye tarihini ve Türk toplumunu değiştiren bir başbuğdur ve onun yaptıklarının izleri hukuk hayatında, kültürel alanda hiç değişmeyecek şekilde devam edecektir. Zira atılan temeller ve yeni rejimin izlerinin zaman içindeki değişimleri ancak kendi mantıkî yapısı içinde olabilir. Türkiye’nin eski yapıya dönmesi mümkün değildir. Önemli olan eskiyi değerlendirme ve onunla birlikte yaşama fikridir ki o da 20. yüzyıla ulaşan tarihî mirasa sahip çıkma tavrıdır. Kısa bir dönem içinde bazı değişiklikler olmuş ancak birçoğunun tutmadığı sonradan görülmüştür. Çünkü kısa sürede bir toplumun devrim gerçekleştirmesi mümkün değildir. Tarihte bir kapı açıldıktan sonra şayet kapanmıyorsa artık orada bir devrimden bahsedilebilir. Yaptıklarıyla ve hatta yapamadıklarıyla Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’yi bir gelişme sürecine sokmuştur. Üzerinde ısrarla durulması gereken noktalardan birisi milletler ve devletler meselesinin dünya savaşına sebep olduğu bir dönemde, Türkiye’nin 1920’lerden sonra barışçı kalmış olması ve barış içinde yaşayıp gelişme düsturuna sarılmış olmasıdır. Bunu o dönem için herkesin anlaması ve değerlendirmesi mümkün değildi. Bugün ise bu bir aktüel sorundur; fakat bu hayatî sorunun var olduğu dünya hâlâ kendisini düzenleyememiştir. Sorunlar ve çelişkiler büyük tezatlar halinde devam etmektedir. 1960’lardaki toz pembe ufuklarımız bile genellikle bir cehennem kızılına dönüşmektedir. Ümitlerin yok olduğu bir çağda yaşıyoruz.

Bu zamanda Türklerin tutunduğu isimlerin başında ise Atatürk gelmektedir. *** Tarihte kanun olamaz; teorinin kullanımıyla yapılan analiz ve betimlemeler de diğer sosyal bilimlere göre pekin metotlara dikkat etmekle olabilir. Bu kesin yöntemler epigrafi, arkeolojik malzemenin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde değerlendirilmesi, diplomatik, nümizmatik ve paleografik malzeme, birinci elden vakayiname gibi kaynakların kullanılmasıdır. Tarihçi bunların kompozisyonunu yaparken âdeta bir edebiyatçı kişiliği takınır. Ayrıca unutmamak gerekir ki toplumsal olayları değerlendirirken tabiat olayları veya tabiat kanunlarının izah ettiği ilişkiler kadar insanın kendi bakış açısı da rol oynar. Lise çağlarında Batı Anadolu’da bir posta treniyle gezerken, Eylül aylarında İstiklâl, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı gazilerine aynı kompartımanda rastlardık. Eylül ayı gazilerin gezi zamanıydı. Hepsini dinleme fırsatı buldum. Birçoğu zabitlerinden fazlasıyla şikâyet ediyorlardı. Türkiye’de okumuşla okumamış insan arasındaki gerilim onlar arasında da görülüyordu. Bunun üzerine “Peki, o zaman neden savaşa gittiniz?” diye sorduğumda “Sen anlaman; devlet ister giderik” cevabını vermişlerdi. Aynı şekilde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da İstanbul’da pekâlâ rahat edebileceği pozisyonunu, Mütareke Dönemi’ndeki nazırlıkları ve unvanını kullanarak yaşamayı reddettiği, devleti yaşatmak için derhal Anadolu’ya geçtiği anlaşılıyor. Her sınıftan Türk insanını bu mistik devlet anlayışının etrafında toplayan işte bu içtenlik ve saygıdır. Hiç şüphesiz ki çocukluktan itibaren Mustafa Necati ekolünden gelen öğretmenlerin üstün pedagojik yöntemleriyle Türkiye’nin ve Cumhuriyet’in tarihini sınıfımıza ve yaşımıza göre kademe kademe öğrendik. Bizim kuşak ortaokulda Kurtuluş Savaşı tarihini bugünün üniversite öğrencilerinden daha dikkatlice öğreniyor ve biliyordu.

Elbette 1960’ların Türkiyesi’ne gelen yeni akımlarla Kemalizm de tartışılmaya başladı. Bugün Türkiye bu konuda daha realist bir değerlendirme yapıyor. Elbette Kemalizm’in karşısındaki görüşleri tamamıyla İslamcı gruplara bağlamak doğru değildir. Fazlur Rahman gibi modern dünyanın seçkin bir Müslüman bilginini Birleşik Devletler’de tanımak benim için bir şanstı. Aynı şekilde, Cezayir’in mümtaz evladı Profesör Muhammed Arkun’un Paris’teki ders ve konferanslarını takip etmek de öyleydi. İslam dünyası saplantılı ve dar görüşlü insanlardan oluşmamaktadır ve Kemalizm’e yakın önemli düşünürleri de vardır. *** Kitabımızın adı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK… “Gazi” unvanını hükümdarlarımıza, büyük devlet adamlarına veririz. Bunlar bizzat savaş sahasındaki kumandanlarsa, gayretleriyle zafer kazanmış veya askerin şerefini kurtaran bir savaş sonunda geri dönmüşlerse bu unvanı alırlar (Gazi Hasan Paşa, Gazi Hüsrev Paşa, Gazi Osman Paşa gibi). Hükümdarların zamanında ordunun, devletin ve milletin onurunu kurtaracak şekilde savaşılmışsa, zaferle dönülmüşse veya Kanuni Sultan Süleyman’a kadarkiler gibi hükümdarlar bizzat savaş alanındaysa (III. Mehmed ve IV. Murad da bunlara dahildir) onlardan da gazi olarak bahsedilirdi. Ne var ki bu unvanı muhalif ve muvafık üyelerden oluşan bir Millet Meclisi’nin, zaferle biten Sakarya Meydan Muharebesi sonrasında kendi reisine, başkumandanına vermesi ilk defa gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal, kurultay kararıyla başbuğ unvanı alan bir kumandan olmasının yanı sıra, İslam geleneğinin verdiği bu unvanı modern dünyanın şartları içinde kazanmış ve Mareşal rütbesi ve gazilik unvanı kendisine aynı anda verilmiştir. Bu eskilerin deyişiyle “maşerî vicdanın” bir tezahürüdür. Bununla beraber Atatürk’le ilgili “Atatürk kurucumuzdur”, “Atatürk 20.

yüzyılın büyük devlet adamıdır” gibi devamlı kullanılan klişelerimiz var. Bunlar doğrudur ama elzem olan bazı sloganları maalesef kullanmıyoruz. Birincisi Atatürk, Türkiye Mareşali’dir. Büyük bir mareşaldir çünkü başka mareşalleri takdir etmeyi bilmiştir. Büyük mareşaldir çünkü sivil hayata geçmeyi bilmiştir. Bunlar onun en büyük özelliklerindendir. Büyük ve yaratıcı adamlar bu geçişleri kolaylıkla yaparlar. İkincisi Atatürk bir organizatördür. Hem askeri alanda hem de politikada başarı göstermiştir. Büyük bir devlet adamı olduğunun göstergesi olarak monarşiyi Cumhuriyete dönüştürmüş ki bu gerçek bir İnkılabtır. Bu büyük İnkılabı başka hangi İnkılablarla besleyeceğini de bilmiştir. Cumhuriyeti ilan etmiş olsa bile eski vagonda gitmeye devam edebilirdi. Ancak böyle yapmamıştır ve dolayısıyla kendisinden “Halaskârgazi”, “Gazi Paşa”, “Gazi Mustafa Kemal Atatürk”, “Gazi Paşamız” unvanıyla bahsedilmesi uygundur. Tarihin akışını değiştiren, ona mührünü vuran veya büyük tehlikelere mâni olan liderlere her memlekette rastlamak mümkün değildir. Türklerin her asırda büyük mareşallerinin ve büyük devlet adamlarının olduğu bilinmektedir ve Türkiye böylesi bir zenginliğe sahiptir; fakat Atatürk nadiren görülen bütünleyici bir yönetici, bir dehadır.

*** Birinci Dünya Savaşı yıllarının genç nesli ya yedek subay ya da nefer olarak cephelerde şehit düştüler. Kalanlar da hayata yeni bir Türkiye’de devam etmek şuuruna erdiler. Bu hayata devam eden insanların içinde dış dünyaya karşı bir hınç ve bir nevi gurur vardı. Bu halet-i ruhiye onları birtakım konularda bir araya getiriyordu. Tercihen bugünkü teorilerin aksine diktatoryadan, tek parti rejiminden bahsetmekle vakit geçirmemişler aksine bu rejimin, bu hükümetin birtakım emirler ve düzenlemelerine bir gönüllüler ordusu olarak katılmışlardır. Metinde de görüleceği gibi bazı olayları izah etmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bunlara örnek olarak eğitim seferberliğinden bahsedilebilir. Atatürk, Türkiye tarihinin gerçekten reformatör bir ismidir; çok ciddi, çok köklü reformlar yapmış bir adamıdır. Bir mareşal düşünün ki ordunun tahsisatını ve bütçesini kısarak maarife ve sağlık hizmetlerine yatırım yapıyor ve Türkiye birdenbire eğitim meselesini halletmek zorunda olan bir ülke haline geliyor. Peki nasıl oluyor da bu insanlar kadın erkek öğretmen olarak en ücra köşelere, mahrumiyet bölgelerine şevkle koşuyorlar? Nasıl oluyor da bir sürü insan penisilin ve sülfamitler gibi kolaylaştırıcı tedavi araçları ve Birleşmiş Milletler Sağlık Örgütü desteği gibi mekanizmalar olmadan Türkiye’de birtakım salgın hastalıklarla baş etmek için didiniyorlar? Bir sağlık ordusundan bahsedilebilir. Bu ordunun mensuplarının sadece maaş ve memuriyet zoruyla bu işi yaptığı düşünülemez. Memuriyetin ve maaşın getirdiği tembellik ve lakaytlık ananesinin ortasında bu diriliş nasıl gerçekleşmiştir? Bu dirilişin genç nesilleri hiç şüphesiz ki İstiklâl Savaşı’nın kumandanlarının, en başta “Gazi’nin” arkasından yürümektedirler. Bu devrin ardından gelen çok partili hayat, darbeler ve acele oluşturulan kadrolar sebebiyle o dönem ruhu ve mirası bitti gibi görünse de o 15 yıllık zaman dilimi, bir model olarak insanların hafızasında ve önünde halen durmaktadır. Atatürk bu milletin aranan lideridir. Millet, başı her sıkıştığında onu özler ve bu sebeple de silinemez bir şahsiyettir.

Atatürk, yıpratılma seansları ile zarar görmeyecek, son derece önemli ve anıtsal bir siyasî portredir. Dolayısıyla, Atatürksüz tarih düşünülemez. Bunun böyle olduğu zamanla daha da iyi anlaşılacaktır. Tarih, Atatürk’ün etrafında şekillenmelidir ve öyle de olacaktır. Bu çalışma Atatürk’e dair tartışmalı ayrıntıları araştıran bir monografi değildir. Maalesef Türkiye Devleti’nin, arşivleri ve Türk halkının 20. yüzyıldaki yazılı mirası hâlâ lakayt bir şekilde koruması, daha doğrusu koruyamaması söz konusudur. Bu kitapta bir dönemin panoramasını çizmeyi ve değerlendirmesini yapmayı düşündük; eğer enine boyuna bir tartışma alanı yaratacaksa bundan ancak haz duyarım. Metnin gözden geçirilip düzenlenmesinde büyük desteklerini gördüğüm, Kronik Kitap’tan Adem Koçal’a, Can Uyar’a ve aziz dostum Ali Berktay’a teşekkürü bir borç bilirim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir