Ilber Ortayli – Gelenekten Gelecege

il Yayınevi benden kültür ve edebiyat konularındaki yazılarımı derleyip kendilerine vermemi isteyince biraz düşündüm. Bir kere kendi dalımın ayrıntılarıyla ilgili makalelerim vardı ama, kültür ve sanat konularında yazıp konuştuklarımın okuyucuyu ne hayrı dokunur ki diye düşündüm. Sonra işe giriştim. Basılan veya bir köşede kalan eski yazılarımı, bazı konferansıarın ve tartışmaların dosyadaki notlarını ele aldım, özellikle tartışma konusu birkaç konferansı bu vesile-i hasene ile kağıda döktüm ve bu derleme ortaya çıktı. Şimdi görüyorum ki bazı konuları tartışmak gereğini duyuyormuşum, bu nedenle birkaç yazıyı da bu derlerneye soktum. Bir yerde toplumumuzda yazan çizen herkesin, bu gibi tartışmalı konular üzerinde ne düşündüğünü yazıp ortaya koyması gerek. Eğer sanatçılarımız hakkındaki değerlendirmelerimizi, kültürel yaşamımızı yorumlayışımızı ve önerilerimizi yazarak, tartışma alışkanlığına erkenden geçse idik, ulusal değerlerimiz hakkında kapalı kapılar ardında karar verilemez, daha geniş gruplara hesap vermek gereğini duyan yöneticiler daha az olumsuz işler yapar ve sorumlu davranmak zorunda kalırlardı. En azından bazı yabancı filmler rahat görülür, bazı kitaplar rahat okunurdu. Batı kültürü rahatça ve gerçek yüzüyle bu ülkeye girdiği gibi, dış ülkelerde tanıtılrnağa çalışılan Türk kültürü de daha çok gerçeği yansıtırdı. 9 H Eski yazılarımda bazı değişiklikler yapmadım değil, ama ilk basılan yazımı (1966 Şubat’ında çıkan bir tiyatro olduğu gibi aldım. 17 yıl öncesine ait bu yazı dışında diğer yazılar hep son bir iki yılda yazıldı. Bu derlemeyi önerdikleri için genç yayıncı arkadaşlarıma ve okunaksız yazımı sabırla daktilo ettiği için Erol Mintaş’a teşekkür borçluyum. Derlemedeki yazılar değişik konuları içeriyor, ama hepsinde ortak bir eğilim var: kurumlarımızı ve sorunları ele alırken tarihsel kökenierine eğilrneğe ve tarihsel evrime dikkat etrneğe çalıştım. Bunu tarihçi olduğum için yapmıyorum. Bu konularda düşünürken herkesin aynı düşünce yöntemini uygulaması faydalı olur kanısındayım.


İnsanın başlıca özelliği, geçmişini değerlendirerek, geleceğini önceden kestirmeye çalışan bir yaratık olmasıdır. Türk halkı bugün demokratik ve uygar kurumların ve kuralların egemen olduğu bir toplum olmak istiyor. Bu doğal istek ve hakkı hiç kimse “Türkler olgunlaşmadı” gerekçesiyle küçümseyemez. Bir çoğumuz haklı olarak Türk halkının uzun bir tarihin görkemi, ızdırabı ve mücadelesi içinde olgunlaştığı kanısındayız. 1876’dan beri anayasal düzen içinde yaşıyoruz. 19. yüzyılın yarısından beri dil, edebiyat, siyasal hayat üzerinde tartışıyoruz ve üniversitemizin nasılolması gerektiğini planlıyoruz. yıldır demokrasiye doğru bir değişimin içindeyiz ve uğrunda savaş madığımızı kim söyleyebilir? Geleneğimizi bu yönden incelediğimizde, gelecekte istediğimiz haklar ve özlediğimiz hayat için umutlanmamak elde değil. Gelenekle geleceği bir arada düşünmek ve tartışmak, aslında bu tartışma farklı açıdan ve farklı yollarla yapılsa da her aydının alışkanlığıdır ve bir yerde görevidir. Geleneği reddetmek kimsenin haddi değil, amma velakin geleneğin ne olduğunu bilmek ve tarifini doğru yapmak şartıyla … O zaman geleceğin ne olacağını biraz daha iyi biliriz, daha doğrusu kendimiz kuracağımız için biliriz. ıOSM ANLı MIRAsı Modernleşme ve DoğululukBatılılık Çekişmesi oğu-Batı kültürü kutuplaşması bizim toplumumuzda da modernleşme ile birlikte başladı. “Bizim toplumumuzda da” diyorum, çünkü Türkiye, modernleşmenin getirdiği bu gibi sorunlarla karşılaşan tek ülke olmadığı gibi, çatışmanın temelinde yatan asıl neden Islamlık-Hıristiyanlık ayrılığı da değildir. Pekala Hıristiyan Rusya’nın ve Budist Asya’nın da aynı şiddetle bu problemi yaşadığını görüyoruz. Modernleşme aslında, gelişmiş toplumun özelliklerinin azgelişmişler tarafından alınması, diye tarif ediliyor. Bu tarif yeterince açık değil.

Modernleşme varolan değişmenin değişmesidir. Yani toplum zaten belli bir ölçüde değişedururken ani ve hızlı bir değişme dönemine girilmesi sözkonusudur. 19. yüzyılda Osmanlı toplumundaki kurumsal değişmeler, toplumsal hareketliliklerde niteliksel ve niceliksel bir patlama yaratmıştır. Bu patlamayı halen birçok tarihçinin ve düşünen adamın gerileme, dağılma veya sörnürgeleşme ve kültürel yozlaşma ya da “kötü batılılaşma” diye adlandırdıklannı biliyoruz. Bu gibi kserıofobik (yabancı düşmanı) değerlendirmelere birçok azgelişmiş ülke aydınında rastlanır. 19. yüzyılda ortaya çıkan fikri, daha doğrusu duygusal bir tutumdur. Ama tutarlı deyimler kullanılarak yapılan bir tarif değildir, hele hele doğru bir teşhis hiç değildir. 13 D Modernleşme denen olay bir toplumda sarsıcı etkiler yaratır. O vakte dek yaşayan kültür kalıplarını ve kurumları yıkar. Bu yıkımın çok trajik boyutlara ulaştığı da bilinir. Sözünü ettiğimiz trajik boyutlar bizim modernleşmemizde bir bakıma pek derin olmamıştır, yani Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü’nde serimlediği tipteki olay bizde çok yaygın değildi demek istiyorum. Osmanlı Imparatorluğu modernleşmeye acaba ne zaman başladı? Nevşehirli Ibrahim Paşa’nın açtığı mühendishaneler ve Baron de Tott’urı Osmanlı topçusunu ıslah etmeğe başlamasıyla mı, yoksa II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmasıyla mı? Modernleşıneyi nasıl anladığırmza bakar bu sorulara verilecek cevap.

Bana kalırsa ve ille de bir tarih lazımsa, insanların insana layık güvenceyi elde ettikleri 1839 Gülhane Fermanı’nın okunduğu gün derim. Daha ferman torbaya korıduğu an Islam-Hıristiyan toplumunun adetleri, Doğu-Batı kültürü ve hayat tarzının ne olduğu tartışılmağa başlamıştı. O andan bu ana süregelen tartışmada Rum Patriği de muhafazakarlar arasında idi. Gerçekte Osmanlı tarihinde DOğululuk-Batılılık kavgası yapılmadan tedrici bir kültürel değişim ve oluşum başından beri süregelmekteydi. lS. yüzyıl sonuna kadar Osmanlı imparatorluğu bir Balkan imparatorluğu idi ve egemen kültürü de Balkan kültürüydü. 16. yüzyıldan itibaren bu imparatorluk Ortadoğu kültür bölgesine girmiştir. 18. yüzyılda ise Avrupa kültürü evlere, konaklara kadar girrneğe başlamıştı. Böyle ikiyüz yılda bir kültürel referans çevresi değişen imparatorlukta, Doğululuk-Batılılık kutuplaşması niçin 19. yüzyılda söz konusu olmaktadır? 19. yüzyılın Osmanlısı Batıya karşı kuşku duysa da artık onu bilinçli olarak izlemek üzerinde düşünrneğe başlamıştı da ondan … 19. yüzyılOsmanlısına göre Doğuyla Batı artık kıyaslanamayacak iki dünya olmuştu. Açıkça yazmasalar da söylüyorlardı ki Batı Doğuya göre üstündü, Doğulular top tüfeğin dışında Batı uygarlığının hukuk ve idare kurumlarını da zorunlu olarak alıyorlardı.

Çünkü Doğunun yaşaması için Batı yaşamının temel kurum ve kurallarını da hemen benimsemesi dönemi gelmişti. Geç modernleşme geçiren bütün toplumlar gibi Osmanlı modernleşmesi de kültürel bir tepki yarattı. Büyük Petro’dan beri geleneksel kurumlarını yıkarak Batıya dönen Rusya’da bile modernleşmeye tepki o tarihlerde 150 yıldır hala sürüyordu. Slavyanofil takımının başı Aksakof bir şiirinde “dönelim” diye tutturmuştu. Büyük Petro öncesi Rusya’nın din ve adetlerine dönüşü savunuyordu. Halkçılar arasında birçokları ıs. yüzyıl öncesi Rusya’nın gerçek demokrasi, eşitlik, refah ve mutluluk ülkesi olduğunu, o dönemin canlandırılması gerektiğini öne sürüyorlardı. Bu tepkiyi sadece modernleşmeye karşı açıkça ortaya çıkan gelenekseki muhalefet çevresinde veya muhalif görünen kültürel harekette ve düşüncede aramayalım. Çünkü aslında modernleşmenin muhalifleri de modernleşmeciler kadar olayın içindedir. Kullandıkları tez ve savunma yöntemleriyle reaksiyorıer lerm kendileri de modernleşmişlerdir. Diğer yandan, konulan yeni kurallar, yeni kurumlar ve yaratılmağa çalışılan yeni kültür hareketleri içinde de eskilik çeşitli biçimlerde direnir. Modernleşmenin içindeki direnen gelenek sağlıklı ve kararlı bir gelişmede itici rol oynar, ama sağlıklı bir gelişme ve değişme yoksa bu direnme daha sağlıksız biçimlerde ortaya çıkar. Osmanlı modernleşmesinin tarihi boyunca radikal girişimler karşılarında, “uaide-ı iedrıc” denen tutuculuk prensibini ve tutucu grubu buldular. Çoğunlukla bu iki grubun uyum sağlaması tutucu gruba ve prensiplere verilen ödünle oldu. Öyleyken tutucu grubun suçlamaları Türk siyasal ve kültürel hayatına “batılılaşma, Avrupa taklitçiliği, şark cemiyeti vs.

” gibi kavramların gelip yerleşmesine neden olmuştur. Gerçekte Osmanlı modernleşmesi için “batılılaşan toplum” veya klasik Osmanlı dönemi için “Doğu toplumu” gibi betiınlemeleri kullanmak temelde anlamsızlıktır. Bu anlamsızlık önce imparatorluğun bulunduğu coğrafi çevrenin tarihi-kültürel nite15 açısından, sonra da Osmanlı İmparatorluğunun kendi tarihi evrimi açısından söz konusudur. Osmanlı imparatorluğu eski Akdeniz dünyasının üçüncü ve sonuncu imparatorluğudur. (tık imparatorluk Roma, ikincisi Bizarıs’tı.) Akdeniz, uygarlığın, yani şehirleşmenin ana yurdudur. Coğrafya olarak Osmanlılar belli iklimi, belli konumu olan bu dünyadadırlar. Eski dünya insanları Akdeniz’i uygar dünyanın ortası olarak düşünürdü. Ekseri dillerde bu denizin adı Orta Deniz’dir. Bu bir coğrafi etnosantrizm (içedönüklük) kadar bir kültürel etnosantrizmin de ifadesidir. Ancak bir bakıma gerçekle bağdaşan bir etnosantrizmdir. Akdeniz uygarlıkları için Doğu ve Batı kavgası anlamsızdır. Eski Yunan, Doğudaki Mısır ve Mezopotamyanın bir sentezidir. Ortaçağıarda İslam dünyası Yunan-Roma mirasını değerlendirdiği ölçüde gelişmiştir ve 12. yüzyıldan itibaren Yahudilerin Arapçadan Latinceye yaptığı çevirilerle ltalya ve Batı Avrupa gene bu mirası alıp, uygarlığın bayrak yarışına devam etmişlerdir.

Herhangi bir Avrupa dilinde sayısız Arapça kelime vardır. En başta aritmetikte dört işlemin yapıldığı rakamlara Arap rakamları denir (her ne kadar Hint’ten geldilerse de) ve cebirin kendisi İslam dünyasından geçmedir. Akdeniz dünyasında dinler birbirinden çıkmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık aynı dogmanın (aktde) çeşitlerneleridir. Eski Doğunun Mezopotamya, Mısır mitolojisiyle Yunan mitolojisi birbirinden çıkmıştır. Cehennem tanrısı Hades’in, Demeter’in kızı Persefone’yi yeraltına kaçırdığı ay, Temmuz’dur. Çünkü eski Mezopotamya’da Hades tanrının adı Dammuz’dur. Toprak Ana’nın kızı gelin gittiği yeraltından annesinin yanına yeryüzüne çıkınca ilkbahar başlar. Baharın gelişini Akdeniz dünyasının insanları, ayrı zamanda yaşasalar ve ayrı diller konuşsalar da aynı biçimde açıklamışlardır. Efsanenin benzerliği dünyaya ve tarihe bakışın aynılığından kaynaklanır. Akdenizliler en büyük sanat dalına Musica veya Musiki derler. Yunanın “Müsa” denen perilerinin sanatıdır bu. Akdeniz dünyasının kavimleri bu nedenle bir kültürel eşitlik havası içinde yanyana yaşamıştır. Ne Rönesans’da ltalya’mrı, ne Roma Imparatorluğunda Romalıların, ne Bizans’da Yunanlıların ve ne de Osmanlı’da Türklerin diğerleri karşısında kültürel üstünlük duygusuna kapılmadığı açıktır. Akdeniz dünyasının büyük adamı Büyük Iskender’in diğer Doğu Akdeniz kültürleri karşısındaki saygılı ve hayran tutumu buna örnektir.

Akdeniz’in büyük imparatorluklarında hiçbir zaınan tek resmi dil olmamıştır. Roma’da Yunanca yanında daha nice dil kullanılırdı. Osmanlıların Rumca fermanlar da yazdıklarını herkes bilir. Haydi bu olayın geleneksel devletteki bürokratik-teknik zaruretten ileri geldiğini kabul edelim, ya Romalıların güzelim Latinceyi küçümseyip felsefe ve bilim için Yunancaya ağırlık vermeleri, Yunanca kelimeleri sözde ve yazıda bol bol kullanmaları; buna karşılık Bizansda Latince ve eski Roma’nın göklere çıkarılması, bizzat]ustinianus’un en önemli eseri olan CorpusJuris Civilis’in teorik kısmını Latince yazdırtması (Institutiones) gibi olaylar sadece pratik ihtiyaçlarla açıklanabilir mi?. Osmanlı’nın da Türkçeden başka her dile ve edebiyata bolca iltifat ettiği malum. Bu nedenle 19. yüzyılda Fransa’nın Mağrib Araplarına karşı takındığı tavır, Arap dilinin zenginliğini anlamadan Fransızcayı ondan üstün görmesi gibi hödükçe bir tutum, Akdeniz için yabancı ve garip bir olaydı. ltalyanların ise, Ege adalarını işgal ettiklerinde Türkler ve Rurnlara karşı böyle yaban ve garip duygular beslemedikleri ve ters tutum takınmadıkları bilinmektedir. Akdeniz uluslarında kültürel şovenizm varalmamıştır ve geç dönemlerde bu dünyaya ithal edilen ulusalcılık (milliyetçilik) en zararlı akımdır. Ulusalcılık Akdeniz uygarlığına son darbeyi indirmektedir. Akdeniz kavimlerinin binlerce yıl içiçe yaşayarak kurduğu ortak uygarlık, 19. ve 20. yüzyıllarda Batı Avrupa sanayi toplumu karşısında ezilme sürecine girdi. Özellikle Doğu Akdeniz göreli olarak daha geri ve fakir olduğundan ezilmenin derecesi daha fazla idi. 17 Bu olay bir Doğu-Batı veya Hıristiyan-İslam kültürü çatışmasına dönüşmüş gibi görünüyor.

Oysa gerçek, endüstri uYg,’l.rlığının getirmiş iktisadi-teknik altyapının yarattığı sarsıntıdır. Yoksa Akdeniz dünyasında çağdaş endüstriyel düzenin de kolayca ortadan kaldıramayacağı, binlerce yılın oluşturduğu bir kültürel birlik halen yaşamaktadır. Osmanlı imparatorluğu, Batı Avrupa karşısındaki geri kalmışlığını 18. yüzyıldan beri askeri-teknik reformlarla kapatmağa çalışmıştır. Ancak modernleşme ile idari, hukuki, mali reformların kaçınılmazhğı da anlaşılmıştır. Bir başka deyişle Osmanlı modernleşmesi, kaçınılmaz olarak Batı dünyasının ideolojik yapısını da almak durumunda kalmış, yani Ortadoğu ülkeleri arasında köklü değişimi yaşamak zorunluluğunu ilk olarak Osmanlılar duymuş ve denemişlerdir. Böylece Osmanlı modernleşmesinde ideolojik yönden yeni bir boyut ortaya çıktı: Doğu-Batı kültürü çatışması… Bu çatışma kaçınılrrıazdı. Ancak çatışma sonucunda Doğu kültürünün kalması ve yaşaması diye birşeyolamazdı ama, Batı Avrupa’nın hayat görüşü, kültür ve sanatı niçin daha parlak ürünlerle gelemedi? sorusu ortada duruyor. Kültürel gelişmeyi ve eğitimi ekonomik ve teknik gelişmeden bağımsız olarak almamak, hatta tamamen birlikte düşünmek çok yaygın bir tahlil biçimidir, kuşkusuz büyük ölçüde doğrudur da … Ancak Osmanlı milletlerinin kimisinin biraz fazla okuyup yazabilmeleri ve Batı kültürünü daha yakından tanıması gibi bir olguya baktığımızda, imparatorluğun temel unsuru olan Türklerin niçin geride kaldığı sorusuna cevap aynı yolla verilebilir mi? Gerçekte 19. yüzyılda Batıdaki özgürlüğün ve kültürel gelişmenin Türklere askeri-teknik gelişmelerden çok daha az yansıdığını söylemek gerek. Türkiyede tarih, tarih felsefesi, sosyoloji ve edebiyatın, Mektebi Tıbbiye’deki, tıp ve mühendis mekteplerindeki hendese ve mekanik kadar başarıyla okutulacak biçimde gelişemedikleri gerçektir. Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar bu dönemde zaman zaman Avrupa edebi çevrelerinin bile ilgisini çeken şair ve edipler yetiştirdikleri halde -belki de onlar gibi ulusalcı bir savaş içinde olmadıklarından- Türkler arasında böyle bir şair ve yazar grubu yoktu. Osmanlı Türklerinin ilginç doğabilimcileri, matematikçileri vardı. Vidinli Tevfik Paşa veya Salih Zeki belki alanlarında çığır açan bilginler değildiler ama herhangi bir Avrupa üniversitesi veya yüksek okulunda başarı ile matematik okutabilirlerdi.

Oysa aynı yıllarda aynı çevrelerde hiçbir OsmanlıTürk aydını sosyoloji, felsefe, tarih ve hatta Osmanlı tarihi konusunda söyleyip yazdıklarına itibar edecek kimse bulamaz dı. Geleneği güçlü bir dalolan şiir hariç, edebiyat ve tiyatro ürünlerinde bu gerilik daha belirgindir. Bunun kanımca iki önemli nedeni vardır. Bir kere 19. yüzyıl Avrupa’sının özgür düşünce tarzı, toplumsal sorunlara bakış biçimi (ister tutucu, ister ilerici olsun) Osmanlı Türkleri arasına girememişti. Bu nedenle 20. yüzyıl başında Avrupa’daki jöntürkler Yahya Kemal’in alaycı tanıtımıyla; jean jaures’in nutuklarını vecd içinde coşkuyla dinler, ardından Action Française üyelerinin yürüyüşünü sulu gözlerle izleyip bir başka gün ise monarşistlere alkış tutardı. Bu siyasal ve düşünsel çocukluğun başlıca nedeni, ilk elde Osmanlı İmparatorluğunun geri teknolojisi ve ekonomisinden çok, siyasal ve sosyal baskıdır. Yani idarenin baskısı kadar, kapalı toplum yapısı içindeki okul, cami, tekke ve aile gibi grupların nefes aldırrnazlığı. 19. yüzyılın ikinci yarısı Avrupa uluslarının birbirleriyle yakından tamştığı çağdır. Önceleri 19. yüzyıl başında bile Avrupalıların herşeye rağmen birbirini pek tanımadığı görülür. Madame de Stael’in Almanyaya Dair adlı hayırhah bir tanıma çabası olan yapıtının olumlu ve olumsuz fakat bir hayli tepki yaratması bundan ileri gelir. Sonra durum değişti.

Yüzyılın ortalarında Fransız yazarı Slovakya’da folklor araştırmalarına çıkarken, İskandinav saga’ları Avusturyalıya kaynak oluyordu. Balkan ulusları da birbirlerini tanıyordu. Bulgarlar Yunanlıların yaptıklarından 18. yüzyıldan beri etkileniyordu. Sırplarla Bulgarlar bir kültür alışverişi içinde idi. Ama Osmanlı Türkü herkese kapalı idi; bunun dinin sınırlamasıyla ilgisi yok. Nitekim Müslüman Arap, Türkle çok ilgilenmezdi. Sözde Arapça bilen Türk aydınlarının bile Araplar arasında neler olup bittiğinden haberleri yoktu. Kapalı kompartımanlar halinde yaşayan Osmanlı milletlerinin ilişki azlığı, Osmanlı idaresinin başından beri teşvik ettiği bir politikaydı. Ancak bu kapalılıktan en son kurtulanlar, daha doğrusu kurtulamayanlar Türkler olmuştu. 19. yüzyılda bu cemaat sisteminin eskimiş ve gülünç bir politika olduğu açıktı, ama üstünde fazla düşünen de yoktu. Bu anlamda Panislamizm bile lafta ve yaftada kalmış, hiçbir zaman imparatorluğun müslüman halklarının karşılıklı kültürel alışverişini hızlandıran bir ideoloji ve hareket haline gelernemiştir. 19. yüzyılın düşünsel ve kültürel kısırlığını doğuran bu kapalılığın halen büyük ölçüde süregittiğini belirtmek gerekir.

Türkiye’de düşünce ve sanat alamnda tam bir özgürlük ve dış dünyaya açılma hareketi yok. Gene ne Yunanlılar, Bulgarlar, Macarlarla, ne de İran ve Arap dünyasıyla kültürel alış-verişimiz var. Uzaklardaki Amerika ve Fransa bize yanıbaşımızdaki Araplardan. Balkarılılardan, Ruslardan daha yakın … Türkiye’de son yılların en ilginç ve komik olayı, Macar düşünürlerin yazdıklarından Anglo-Sakson dünyası aracılığıyla haberdar olmamızdır. Yunanlı yazarları da Nobel aldıkları zaman lütfen okuyoruz. Herkes Türkiye’nin hızla değiştiğinden söz ediyor. Elhak öyledir. ISO yıldır Türk halkı yapısal değişmenin ve bundan doğan farklı nitelikteki olaylar zincirinin içindedir. Ama bu değişmenin etraflı ve derin bir tasvirini yapacak edebiyat ve düşüncemiz yok. Olamaz, çünkü ne olduğumuzu anlamak için etrafı iyi tamyıp kendimizle karşılaştırmak gerek, ilham almak gerek. Değişen insan-çevre ilişkilerini kavrayacağırnız ve toplumu20 muza yeni bir soluk verecek, yol gösterecek bir edebiyat yaratamadığımız açık. Türk romanı, Tanzimaftan bu yana değişen çevreyi algılayamayan aydının elindedir. Imparatorluk zorunlu bir modernleşme içine girmişti. Üç kıta üzerinde değişim geç irrneğe hazırlanan rengarenk bir topluma, en azından Ömer Seyfettin gibi bakmasını bilen yoktu. Önce Ahmed Mithat Efendi okuyucuya öğretmenlik yapıyor, sonra o ve diğerlerinin gayreti “nasil Osmanlı kalsak da Frenk mukallidi olrnasak” tezi etrafında yoğunlaşıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir