Bir yeryüzü çocuğu ne kadar zor özgürleşirse, İnsanlığımıza o kadar güçlü dokunur. Conrad Derdinand Meyer Bu kitap da bir önceki üçleme, Üç Büyük Usta gibi üç yazar tablosunu içsel bir ortaklık anlamında bir araya getiriyor; ama bu içsel birlik mecazi düzlemde bir karşılaşmadan daha fazla bir şey olarak görülmesin. Zihinsel olanın formüllerini aramıyorum burada, bilakis ruhun biçimlerini oluşturuyorum. Eğer kitaplarımda bilinçli olarak bu türden çok sayıda resmi yan yana getiriyorsam, bunu eserlerine ışık ve ters ışığın karşılıklı olarak birbirini etkilediği ve benzerlikler yoluyla, önce gizli olan ama şimdi açık hale gelen tipik paralellikleri ortaya çıkaracak doğru mekânı bulmak isteyen bir ressam tarzında yapıyorum. Karşılaştırma bana her zaman teşvik edici, hatta yaratıcı bir etmen gibi görünmüştür ve bir yöntem olarak bunu seviyorum, çünkü şiddete başvurmadan kullanılabilen bir şey. Formül ne kadar fakirleştiriyorsa, o da o kadar zenginleştiriyor, beklenmedik yansımalar yoluyla bir aydınlanma yaratarak bütün değerleri yükseltiyor ve serbest bir resmin etrafına geçirilen bir çerçeve gibi mekâna derinlik kazandırıyor. Bu görsel sır, sözün ilk portre ustalarından olan Plutarkhos tarafından da biliniyordu; Paralel Yaşamlar adlı eserinde her seferinde bir Yunan ve bir Romalı karakteri yan yana betimlemiş, böylelikle zihinsel karakterlerinin altında yatan tipolojinin daha belirgin olmasını sağlamak istemiştir. Ben de o ünlü şahsiyetin yaptığına benzer bir şekilde, tarihselbiyografik olandan zihinsel açıdan komşu olana edebi-karakter bilimi çerçevesinde ulaşmaya çalışıyorum; bu iki cilt, planlamakta olduğum ve “Dünya Fikir Mimarları, Zihnin Tipolojisi Denemesi” adını vermek istediğim bir dizinin ilk kitapları olacaklar. Ama hiçbir şey bu yolla dehanın dünyasını donuk bir sistem içinde kurgulama isteğinden daha uzak değildir bana. (Tutkulu bir psikolog olarak, yaratıcı iradenin biçimlendiricisi olarak, biçimlendirme sanatımı sadece onun beni götürdüğü yere, sadece kendimi çok derin bağlarla bağlı hissettiğim kişiliklere doğru sürüyorum.) Doğası gereği her tamamlama bir sınır koyma olduğu için, ki bu kısıtlamadan hiç de yakındığım yok, çünkü zorunlu olarak parçalı olan şey yaratıcı olanda bir sistem olduğuna inanan ve kibirli bir şekilde zihnin dünyasını, sonsuz olanı, bir daire içine alabileceğini ileri sürenleri korkutur yalnızca. Ama bu geniş kapsamlı planda bana çekici gelen şey tam da onun sonsuz olana temas etmesindeki ve yine de sınırlar koymamasındaki ikiliktir. Böylece yavaş ve aynı zamanda tutkuyla, kendileri de henüz heyecanlı olan ellerimle, tesadüfen başlayan bir yapıyı yaşamımızın üzerinde tedirgin bir şekilde asılı duran şu küçük gökyüzü parçasına doğru yükseltmeye devam ediyorum. Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’nin tarihsel kişiliklerinde, alın yazılarına dışarıdan bakıldığında bile göze çarpan apaçık bir ortak yan vardır: Hepsi de aynı burcun etkisi altındadırlar. Üçü de son derece büyük, bir ölçüde dünya dışı bir güç tarafından, sıcak varoluşlarından alınıp tutkunun tahrip edici kasırgası içine atılmışlar ve yaşamları zamanından önce korkunç bir zihinsel ıstırap ve duyuların ölümcül sarhoşluğu içinde, delilikle ya da intiharla son bulmuştur. Kendi zamanıyla bağlantı kuramamış, kendi kuşağı tarafından anlaşılmamış olarak, mesajlarını bir meteor gibi kısa, parlak ışıklarla geceye yaydılar. Onun yolunu, onun anlamını kendileri de bilmiyordu, çünkü onlar sadece sonsuzdan gelip sonsuza gidiyorlardı: Varlıklarının ani düşüşü ve yükselişi içinde gerçek dünyaya şöyle bir dokunup geçtiler. İçlerinde insan dışı bir şeyin etkisi vardı, karşısında kendilerini çaresiz hissettikleri, kendi güçlerinin üzerinde bir güç: Kendi iradelerinin sesine kulak vermediler (onu kendi Ben’lerinin nadir uyanık dakikalarında dehşetle hissediyorlardı), tersine, onlar yüksek bir gücün, şeytani olanın tebaasıydılar, onun tutkunu ve tutsağıydılar. Şeytani [1] : Sözcük, antik dönemin mitsel-dinsel temel anlayışından yola çıkıp, birçok anlam ve yorumdan geçerek günümüze kadar geldi; öyle ki artık onu kişisel bir yoruma tabi tutmak gerekli oldu. Şeytani demekle kastettiğim şey, her insanın temelinde ve özünde yatan o doğuştan gelen huzursuzluktur ve bu huzursuzluk onu kendinden çıkarır, onu kendinden alıp sonsuza, asıl olana sürükler, sanki doğa her bir ruhta, o ilk kaosun dışa vurulmamış, tedirgin bir parçasını bırakmıştır; bu parça ise gerilim ve tutku yoluyla o insanüstü, algı ötesi temeline geri dönmek ister. Şeytan içimizdeki mayayı vücuda getirir, kabaran, eziyet eden, sıkan bir mayadır bu; olağan koşullarda sakin duran varlığı tehlikeye, aşırılığa, esrimeye, kendinden vazgeçmeye, kendini yok etmeye zorlar; insanların çoğunda, ortalama insanlarda ruhun bu değerli-tehlikeli parçası kısa sürede emilir ve tüketilir; yalnızca nadir anlarda, ergenlik krizlerinde, aşk ya da üreme dürtüsü yüzünden içsel evrenin kabarmaya başladığı zamanlarda bedenden çıkıp gitmek ister bu taşkın, uğursuz ve aynı zamanda orta halli, banal varoluş. Ama ölçülü insanlar bu Faustvari dürtüyü kendi içlerinde boğarlar, ona ahlaki eter koklatıp işle bayıltırlar, düzen vasıtasıyla önüne set çekerler: Sıradan insan kaotik olanın daimi can düşmanıdır, sadece dış dünyada değil, kendi içinde de. Ama daha yüksek insanlarda, özellikle de üretken olanlarda, huzursuzluk yaratıcı bir şekilde serpilir, günün eserleriyle yetinmez, onlara “acı veren yüce bir kalp” (Dostoyevski), kendini aşıp evrene doğru bir özlemle uzanan ve soru soran bir zihin verir. Bizi kendi özümüzün, kendi kişisel ilgilerimizin ötesine, sezgisel ve maceracı bir şekilde soru sormanın o tehlikeli bölgesine sürükleyen her şeyi, varlığımızın bu şeytani kısmına borçluyuz. Ama bu şeytan ancak onu alt ettiğimiz, gerginliğimizde ve yükselişimizde bize hizmet ettiği sürece dostça teşvik eden bir güçtür: Bu sağaltıcı gerilimin yüksek gerilime dönüştüğü yerde, ruhun insanı allak bullak eden o dürtüye, şeytani olanın volkanına düştüğü yerde tehlike başlar. Zira şeytan kendi vatanına, kendi elementine, yani sonsuzluğa, ancak ve ancak sonlu olanı, dünyevi olanı, yani ikamet ettiği bedeni yıkıma uğratmak suretiyle ulaşabilir: İnsanı genleşme yoluyla yüceltir, ama bir yandan da patlamaya zorlar. Bu yüzden, zamanında dizginlemeyi başaramayan insanları korkunç bir huzursuzlukla, şeytani bir doğayla doldurur, iradelerinin dizginini ellerinden çekip alır, öyle ki onlar, o istemsizce sürüklenenler artık fırtınaya kapılmışlardır ve alın yazılarının kayalıklarına doğru savrulmaktadırlar. Yaşamsal huzursuzluk her zaman şeytani olanın ilk meteorolojik belirtisidir, kanın huzursuzluğu, sinirlerin huzursuzluğu, zihnin huzursuzluğu (ki bu yüzden etrafına huzursuzluk, talihsizlik, rahatsızlık yayan kadınlar şeytani olarak nitelenir). Şeytani olan her zaman hayatın tehlikeleri ve hayati tehlikelerle dolu fırtınalı bir gökyüzünde dolaşır, trajik atmosferlerde, kaderin nefesiyle. Böylece her zihinsel donanımı güçlü, her yaratıcı insan içindeki şeytanla kaçınılmaz bir savaşa girer ve bu her zaman kahramanca bir savaştır, her zaman bir aşk savaşıdır: İnsanlığın en harika yanı da budur. Bazıları yakıcı dürtülerine kadının erkeğe teslim olduğu gibi teslim olurlar, üstün bir gücün zoruna boyun eğerler, kutsal bir şeyle dolduklarını ve doğurgan bir unsurun baskınına uğradıklarını hissederler. Bazıları onu dizginler ve onun o yakıcı, o titreyen varlığını kendi soğuk, kararlı, amaca kenetlenmiş erkeksi iradelerine boyun eğmeye zorlarlar: Bir ömür boyu, sık sık böyle düşmancayakıcı, sevgi dolu-boğuşan bir kucaklaşma sürer gider. Bu muazzam boğuşma sanatçıda ve eserinde adeta gözle görünür bir haldedir: Yaratısının son hücresine kadar titrer o sıcak nefes, zihnin kuluçka gecesinde baş gösteren, o ebedi ayartıcısıyla birlikte duyduğu şehvetli sarsıntı. Şeytan sadece yaratıcı olanda duyguların gölgesinden çıkıp dile ve ışığa ulaşabilir ve onun tutkulu çizgilerini en belirgin şekilde ona tümüyle teslim olanda, şeytan tarafından sürüklenen şair tipinde görürüz; burada Alman dünyasının en anlamlıları olarak seçtiğim Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’de ortaya çıkan şair tipinde. Zira şeytan bir şairin içine despotça yerleşmişse, alevler halinde sıçrayan bir yükseliş içinde sanatın da özel bir tipi ortaya çıkar: Esrime sanatı, coşkulu, ateşli yaratı, ruhun kasılmalarla, sarsıntılarla yükselişi, katılaşma ve patlama, sarhoşluk ve kendinden geçme, Yunanların Ì·ÓÈ· (mania) [2] dedikleri, genellikle sadece peygamberlerde, kâhinlerde görülen kutsal bir kendini kaybetme hali. Ölçüsüzlük, en aşırıya vardırma, bu sanatın ilk ve şaşmaz belirtisidir; en son raddeye, şeytani olan, ilksel vatanı olarak ulaşmak istediği o sonsuzluğa varıncaya kadar ebedi bir kendini-aşma-isteği. Hölderlin, Kleist ve Nietzsche, hayatın sınırlarını ateşli bir şekilde zorlayan, biçimlere zorbaca sızan ve aşırı bir esrime içinde kendini yok eden bu Prometheusvari varlığın pençesindedirler: Gözlerinde şeytanın yabancı, ateşli bakışı parlamaktadır ve şeytan onların dudakları arasından konuşur. Hatta dudaklar sustuğunda, zihinler söndüğünde bile onların yıkıma uğramış bedenlerinden konuşmayı sürdürür: Bu korkunç misafir varlığını hiçbir yerde onların ruhlarında olduğu kadar hissettiremez, aşırı güçlü bir gerilimin ıstırabı içinde paramparça olmuşlardır ve şimdi bir yarıktan aşağı, şeytanın oturduğu o en derin uçurumun dibine bakar gibi bakarız onlara. Tam da zihinlerinin batışı sırasında, olağan koşullarda kan gibi gizli duran şeytani güç her üçünde birden görsel olarak kendini açığa vurur. Şeytan tarafından boyun eğdirilen şairin o esrarengiz varlığını, bizzat şeytani olanı olabildiğince belirgin hale getirmek için, karşılaştırma yöntemime sadık kalarak, bu üç trajik kahramanın karşısına görünmez bir karşı oyuncu yerleştirdim. Ama şeytani olanın kanatlandırdığı şairin gerçek karşıtı hiçbir şekilde, örneğin şeytani-olmayan değildir; şeytaniliğin olmadığı büyük bir sanat yoktur; dünyanın ilksel müziğinin fısıldadığı söz olmadan sanat olmaz. Bunu hiç kimse bütün şeytaniliğin baş düşmanından daha iyi gösteremez; Kleist’ın ve Hölderlin’in, onlar hayattayken de karşılarında sert bir şekilde duran Goethe’den başka; çünkü o şeytani olan hakkında Eckermann’a şöyle söylemiştir: “En yüksek düzeydeki her üretim, her önemli sezgi… hiç kimsenin kudretinde değildir ve bütün dünyevi güçlerin üzerindedir.” İlhamın olmadığı hiçbir büyük sanat yoktur ve bütün ilhamlar bilinçdışı bir öteki taraftan gelir, kendi bilincinin üzerinde bir bilgiden. Coşkulu olanın, kendi taşkınlığı içinde sürüklenen şairin, o ilahi ölçüsüzün hakiki karşıtı olarak şu ölçülü efendiyi görüyorum, kendisine verilen şeytani gücü dünyevi irade gücüyle dizginleyen ve bir hedefe yönelten şairi. Zira şeytani olan, ki bütün yaratıcılığın muazzam gücü ve ilksel anasıdır, tümüyle yönsüzdür: Hedefi sadece sonsuzluktur, doğduğu kaosa geri dönmektir. Ve eğer bir sanatçı bu ilksel gücü insani olarak yönetebilirse, eğer ona dünyevi bir ölçü ve iradesi doğrultusunda bir yön verebilirse, eğer şiire Goethe’nin dediği anlamda “kumanda” edebilirse ve “kontrol edilemez olanı” şekillendirici bir zihne dönüştürebilirse ortaya yüksek, şeytani olanınkinden kesinlikle daha düşük olmayan bir sanat çıkar. Goethe: Böylece tipolojinin karşıt kutbunun adı söylenmiş oluyor; onun varlığı imgesel olarak bu kitaba sinmiştir. Goethe sadece bir doğa araştırmacısı, bir jeolog olarak “bütün volkanlara karşı” olmakla kalmamış, sanatta da evrimsel olanı patlayanın, püskürenin üzerine koymuştur ve şiddetle kasılan her şeyle, volkanik olan her şeyle, kısacası şeytani olan her şeyle, adeta hırçın (ki nadiren hırçındır) bir kararlılıkla mücadele etmiştir. Başka hiçbir şey, onun sanatının da en belirleyici varoluş probleminin şeytanla savaş olduğunu, direncindeki bu hırçınlık kadar ele veremez. Çünkü ancak hayatının orta yerinde şeytana rastlayan biri, onun Medusavari gözlerine ürpertiyle bakan biri, onu bütün tehlikesiyle birlikte yaşayan biri, sadece o, onu bu derece korkunç bir düşman olarak duyumsayabilir. Gençlik karmaşasının herhangi bir yerinde Goethe bu tehlikeli düşmanla kafa kafaya gelmiş ve bir ölüm kalım savaşı vermiş olmalı; Werther gösteriyor bunu, Kleist’ın ve Tasso’nun, Hölderlin ve Nietzsche’nin kaderlerini peygamberce bir görüyle kendinde vücuda getirerek! Ve bu dehşet verici karşılaşmadan itibaren Goethe bütün hayatı boyunca o büyük düşmanın ölümcül gücüne karşı gizli bir saygı, açık bir korku duymuştur. Büyülü bir bakışla her cisimde, her dönüşümde o can düşmanını hemen tanır: Beethoven’ın müziğinde, Kleist’ın Penthesilea’sında, Shakespeare’in tragedyalarında (en sonunda onların kapağını bile açamaz olmuştu: “Beni mahvedebilir” diyordu) ve aklı yaratmaya ve kendini korumaya ne kadar yönelirse, ondan da o kadar özenle, o kadar korkuyla kaçınır. Şeytana teslim olmanın nasıl bir sonla biteceğini bilir, bu yüzden korur kendini, bu yüzden uyarır diğerlerini: Goethe kendini korumak için, şeytani olanın kendini yok etmek için harcadığı kadar kahramanca bir güç harcar. Onun açısından da bu boğuşmanın hedefi en yüksek özgürlüktür: O ölçüsüz olana karşı kendi ölçüsünü koymak için mücadele eder, kendini tamamlamak için, bir yandan da o mutlak sonsuzluk için. Aralarında bir rekabet olsun diye değil (gerçi hayattayken vardı), sadece bu anlamda yerleştirdim Goethe’yi o üç şairin, şeytanın o üç hizmetkârının karşısına: Büyük bir karşı sese ihtiyacım olduğunu düşündüm, Kleist, Hölderlin ve Nietzsche’deki açıkça hayranlık duyduğum yücelik, ilahilik, muazzamlığın sadece tek ve bir değer anlamında en yüce sanat olduğu sanılmasın diye. Tam da onların karşı oyunu bana en yüksek dereceden bir zihinsel kutuplaşma problemi gibi görünüyor: Bu yüzden, bu içkin antitezi onların bazı ilişkilerine şeffaf bir şekilde yerleştirmem belki de gereksiz olmayacaktır. Zira bu karşıtlık, neredeyse bir matematik formülü gibi onların duyusal hayatlarının en genel biçiminden en küçük bölümlerine kadar bütün alanlarında sürmüştür: Sadece Goethe ile şeytani karşıt güç arasında yapılacak bir karşılaştırma, zihnin en yüksek değer biçimlerinin bir karşılaştırması olarak problemin en derin noktalarına kadar ışık tutacaktır. Hölderlin, Kleist ve Nietzsche’de ilk göze çarpan şey onların dünyayla olan bağlantısızlıklarıdır. Şeytan Faust’ta bulduğu kişiyi gerçek hayattan koparıp atar. Üçünün de karısı ve çocuğu yoktur (tıpkı kan kardeşleri Beethoven ve Michelangelo gibi), evleri ve servetleri yoktur, sürekli bir meslekleri, güvenli bir makamları yoktur. Göçebe tabiatlıdırlar, dünya üzerinde başıboşturlar, toplum dışında, garip, hor görülen insanlardır ve tümüyle anonim bir varoluş sürdürürler. Dünyevi hiçbir şeye sahip değillerdir: Ne Kleist, ne Hölderlin, ne de Nietzsche kendine ait bir yatağa sahip oldu, hiçbir şey onların malı değildi, kiralık iskemlelerde oturup kiralık masalarda yazdılar ve yabancı bir odadan diğerine dolaşıp durdular. Hiçbir yere kök salmadılar, kıskanç şeytanın eşi olmayı kabul etmiş olan bu insanları Eros bile uzun süre bağlamayı başaramadı. Dostlukları kırılgandı, konumları ufalanıveriyordu, eserleri gelir getirmiyordu: Her zaman elleri boş kalıyor, sürekli boşluğa yazıyorlardı. Böylece, Goethe’ninki berrak, düzenli bir yörüngede ilerlerken, onların varoluşları meteorvari, tedirgin, kayan yıldızlar gibi başıboştu. Goethe’nin kökleri sağlamdı ve giderek daha derine, daha derine iniyordu. Karısı, çocuğu ve torunları vardı, kadınlar hayatını renklendiriyor, sayıları az ama sağlam dostları yanından hiç eksik olmuyordu. Geniş, ferah bir evde yaşıyordu, her taraf koleksiyonlarla, nadir eşyalarla doluydu, yarım yüzyıldan uzun süredir isminin etrafını saran sıcak, koruyucu bir ün içinde yaşıyordu. Makamı ve gururu vardı, saray danışmanı ve ekselanstı, dünyanın bütün unvanları geniş göğsünde parlıyordu. Diğerlerinde zihinsel uçuş gücü nasıl büyüyorsa, onda da dün-yevi çekim gücü o kadar büyüyordu, böylece varlığı yıllar geçtikçe daha yerleşik, daha güven içinde oluyordu (oysa diğerleri giderek daha uçucu, daha geçici oluyor; avlanan hayvanlar gibi yeryüzünde koşturup duruyorlardı). O neredeyse orası kendi Ben’inin merkezi ve aynı zamanda da ulusun zihinsel odağı oluyordu: Ayağını sağlam bir noktaya basıp, sakin-hareket halinde dünyayı kucaklıyordu ve onun dünyaya bağlılığı insanların çok ötesine taşıyor, oradan eğilip bitkilere, hayvanlara ve taşlara uzanıyordu ve yaratıcı bir şekilde doğayla birleşiyordu. Böylece şeytanın efendisi hayatının sonunda (diğerleri Dionysos gibi kendi tebaası tarafından parçalanırken) güçlü bir varlık haline geliyordu. Goethe’nin varoluşu tek stratejik dünya zaferidir; diğerleri ise kahramanca, ama hiçbir zaman planlı olmayan çarpışmalar içinde yeryüzünden sürülürler ve sonsuzluğa sığınırlar. Onlar dünyaüstü olanla birleşmek için kendilerini topraktan şiddetle koparmak zorundaydılar –Goethe’nin ise sonsuzluğa erişmek için topraktan bir adım bile ayrılması gerekmiyordu: Ağır ağır, sabırla ilerliyordu ona doğru. Yöntemi öylesine kapitalistçeydi ki, her yıl uygun bir parça deneyimi zihinsel bir kazanç olarak bir kenara ayırıyordu; yılsonunda da özenli bir tüccar olarak bunları düzenli bir şekilde “günlüklerine” ve envanterine kaydediyor, hayatı boyunca, tarladan ürün toplar gibi faiz topluyordu. Ama diğerleri bir kumarcı gibi işletiyorlardı varlıklarını, muazzam bir umursamazlıkla durmadan bütün servetlerini dünyaya saçıyor, bütün varoluşlarını tek bir karta yatırıyor, sonsuz ölçüde kazanıp sonsuz ölçüde kaybediyorlardı; şeytansa yavaş, kumbarada biriktirir gibi kazanmaktan nefret ediyordu. Goethe gibi birine varoluşun en önemli şeyi olarak görünen deneyimlerin onlar için hiçbir değeri yoktu: Böylece çektikleri acılardan güçlenmiş bir duygudan başka hiçbir şey kazanmıyorlardı ve hayalperest olarak, kutsal yabancı olarak kendilerini kaybediyorlardı. Oysa Goethe sürekli öğreniyordu, hayatın kitabı onun için aralıksız olarak açık duran bir ödevdi, inançla, satır satır, canla başla çalışarak, sabırla üstesinden gelmesi gerekiyordu: Kendini sürekli bir öğrenci gibi hissediyordu ve şu esrarengiz sözü söylemeye çok zaman sonra cesaret edebildi: Yaşamı öğrendim, verin bana, tanrılar, zamanı.
Stefan Zweig – Kendileriyle Savaşanlar
PDF Kitap İndir |