Stefan Zweig – Amerigo

Amerika’ya “Amerika” adı kimin anısına verilmiştir? Bu soruyu ilkokul çocukları bile hiç düşünmeden hemen yanıtlar: Amerigo Vespucci. Oysa ikinci soru yetişkinlerin bile duraksamasına, kararsızlığa düşmesine yol açacaktır, çünkü soru şu: Neden dünyanın bu kıtası tam da Amerigo Vespucci’nin ön adıyla vaftiz edilmiştir? Vespucci, Amerika’yı keşfettiği için mi? Hayır, burayı kesinlikle o keşfetmedi! Yoksa Amerika açıklarındaki adalar yerine anakaraya ayak basan ilk kişi olduğundan mı? Bu nedenle de değil, çünkü anakaraya ilk kez Vespucci değil, Kolomb ile Sebastian Cabot ayak bastı. Öyleyse belki de, haksız yere buraya ilk ayak basan kişi olduğunu iddia ettiğinden mi? Vespucci hiçbir zaman herhangi bir makama başvurup böyle bir hak iddiasında bulunmadı. Yoksa bir bilgin ve haritacı olarak hırsa kapılıp söz konusu kıtaya kendi adının verilmesini önerdiğinden mi? Hayır, bunu da hiçbir zaman yapmadı ve büyük olasılıkla ömrünün sonuna kadar adının bir kıtaya verildiğinden haberi bile olmadı. Peki bunların hiçbirini yapmadıysa nasıl olup da adının ebedileşmesi onuruna Amerigo Vespucci erişmişti? Neden Amerika’nın adı Kolombiya değil de Amerika? Bunun sebebi, rastlantı, yanlışlık ve yanlış anlamalardan meydana gelen bir arapsaçı; asla çıkmadığı ve hiçbir zaman çıktığını iddia etmediği bir seyahat sayesinde önadını dünyamızın dördüncü kıtasına verme şerefine erişmiş bir insanın hikâyesi. Bu adlandırma dört yüz yıldır bütün dünyayı hem şaşırtmakta hem de kızdırmakta. Amerigo Vespucci, sürekli sinsi ve karanlık oyunlar aracılığıyla bu onura haksız yere erişmekle suçlandı ve bu “gerçekleri çarpıtma yoluyla aldatma” davası, yetkili merciler tarafından her defasında yeniden ele alındı. Bazıları Vespucci’yi suçsuz ilan ederken başkaları onu sonsuz bir utanca mahkûm etti. Savunucuları masumiyetini ne denli sarsılmaz biçimde kanıtladıysa düşmanları da buna eşdeğer bir tutkuyla onu yalancılık, sahtekârlık ve hırsızlıkla suçladı. Günümüzde bütün bu tartışmalar, tüm varsayım, kanıt ve karşı kanıtlarıyla koca bir kütüphaneyi doldurur; Amerika’nın vaftiz babası, kimilerince amplificator mundi, yani dünyamızın sınırlarını genişleten en önemli insanlardan biri, bir kâşif ve denizci, önemli bir bilgin sayılırken diğerleri için dünya keşif tarihindeki en büyük sahtekâr ve dolandırıcıdır. Hangi açıklama hakikate karşılık geliyor ya da daha dikkatli ifade edecek olursak; en olası açıklama hangisi? Vespucci vakası, günümüzde artık coğrafyanın ya da filolojinin uzmanlık alanına giren bir sorun olmaktan çıkıp her meraklı katılımcının kendini sınamak için el atabileceği bir akıl oyununa dönüştü; üstelik kolay oynanabilir bir oyun bu, çünkü bilinen Vespucci külliyatı, tüm belgeler dahil yaklaşık kırk-elli sayfayı kapsadığından, oyunda kullanılan piyon sayısı az. Bu nedenle tüm piyonları tekrar oyun alanına yerleştirip tarihin bu ünlü karşılaşmasını tüm şaşırtıcı ve yanıltıcı hamleleriyle adım adım burada bir kez daha baştan sona oynamayı uygun gördüm. Coğrafi anlamda okurlarımdan tek beklentim, çoktan tamamlanmış atlaslarımızdan edindikleri tüm coğrafya bilgisini şimdilik unutmaları, kafalarının içindeki haritadan Amerika kıtasının biçimini, görünümünü, hatta varlığını bile tamamıyla silmeleri. Çünkü sadece o yüzyılın karanlığını, muğlaklığını ruhuna yerleştirmesini bilenler, söz konusu neslin, o zamana dek sonsuza kadar uzandığı düşünülen ufukta, yabancı bir dünyanın silueti belirmeye başladığında kapıldığı heyecan ve şaşkınlığı paylaşabilir. İnsanlık yeni bir şey bulduğunda ilk iş olarak onu adlandırmak; coşku duyduğunda da şevkini dudaklarından kopan sevinç nidalarıyla duyurmak ister.


Bu nedenle rüzgârın, insanlığın suratına ansızın bir isim çarptığı gün, şanslı bir gündü; insanlık da haklılık ya da haksızlık soruları sormadan, bu çınlayan ve titreşen sözcüğü alıp keşfettiği yeni dünyasını yeni ismi olan “Amerika” ile selamladı. Tarihsel durum Yıl 1000. Batı dünyasının üzerinde uyuşturucu bir uyku ağırlığı vardır. İnsanların gözleri etrafını dikkatle gözlemleyemeyecek kadar yorgun, duyuları merakla harekete geçemeyecek kadar tükenmiştir. İnsanlığın ruhu ölümcül bir hastalık atlatmışçasına felç olmuştur sanki, içinde yaşadığı dünya hakkında hiçbir şey bilmek istememektedir. Daha da garibi, halihazırda bildiklerini de anlaşılmaz bir biçimde unutmuştur. İnsanlar artık okumayı, yazmayı, hesaplamayı bilmemektedir; Batı dünyasının kral ve imparatorları fermanlarının altına kendi adlarını yazmaktan bile acizdir. Bilimler teolojik mumyalar biçiminde donup kalmış, dünyevi eller resim ve heykel alanında kendi suretini yaratamaz hale gelmiştir. Ufuklar, koyu bir sis örtüsüyle kaplıdır. İnsanlar seyahat etmemektedir, yabancı topraklardan habersizdir; herkes Doğu’dan aralıksız olarak akın eden vahşi halklardan kaçıp kale ve kentlere sığınmaktadır. Köşeye kıstırılmış halde, karanlıkta, cesaretten yoksun yaşamaktadırlar – Batı dünyasının üzerinde, uyuşturucu bir uyku ağırlığı vardır. Bazen bu ağır, uyuşturucu uykunun içinden, dünyanın bir zamanlar farklı, daha renkli, daha geniş, daha aydınlık, daha neşeli, macera ve olaylarla dolu olduğuna ilişkin belli belirsiz bir anı canlanır. Bir zamanlar ülkeler boyunca uzun yollar uzanmıyor muydu ve bu yollarda Roma lejyonları, hemen arkalarında da lektörler, düzenin koruyucuları ve hukuk adamları yürümüyor muydu? Hem Mısır hem de Britanya’yı fetheden Caesar adında biri yaşamamış ve üç sıra kürekçileri olan gemileriyle, korsanlardan korkulduğu için kimsenin artık gitmediği Akdeniz’in öte yakasındaki ülkelere yelken açmamış mıydı? Hindistan’a, o destansı ülkeye kadar ilerleyip sonra Pers kentleri üzerinden geri dönen İskender adında bir imparator hiç olmamış mıydı? Eskiden yıldızları okumasını bilen, dünyanın biçiminden ve insanın gizlerinden haberdar bilgeler var olmamış mıydı? Bu durumda kitaplardan, onlar hakkında bilgi edinmesi gerekli olur insanın; ama artık kitaplar yoktur. Seyahat edip yabancı ülkeler görmek gereklidir; ama artık yollar yoktur. Her şey bitmiştir.

Belki de her şey bir düşten ibarettir. Üstelik bunca çaba göstermek niye? Her şey sona ermek üzere olduğuna göre neden bir kez daha tüm güçlerini toplamalı insan? 1000 yılında dünya yok olacaktır, kehanet böyledir. Tanrı dünyayı işlediği bunca günah nedeniyle cezalandıracak, diye vaazlar vermektedir rahipler kürsülerinden. Yeni binyılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler. Yıl 1100. Hayır, dünya yok olmamıştır. Tanrı bir kez daha insanlığa karşı bağışlayıcı olmuştur. İnsanlık yaşamaya devam edebilecektir. Onun büyüklüğünün, merhametinin kanıtı olarak yaşamak zorundadır. İnsanoğlu ona bu merhameti için müteşekkir olmalıdır ve bunu dua eden bir el gibi göğe kaldırarak göstermelidir; böylelikle kiliseler, katedraller, duanın taştan dikmeleri gökyüzüne doğru yükselir. Tanrı’nın merhametinin elçisi olan İsa’ya sevgisini sunmalıdır insan.

Onun ıstırap çektiği mekânın ve Kutsal Kabrinin bulunduğu yerin, dinsizlerin vicdansız ellerinde kalmasına göz yumulabilir mi? Haydi, Batı’nın şövalyeleri, haydi tüm inananlar, Doğu’ya doğru! Çağrıyı duymadınız mı? “Tanrı böyle olmasını istiyor!” Çıkın kalelerinizden, köy ve kentlerinizden çıkın, ileri! Haçlı Seferi’yle karalar ve denizler aşmaya, ileri! Yıl 1200. Kutsal Kabir fethedilmiş, sonra yeniden kaybedilmiştir. Haçlı Seferleri hem boşuna olmuş, hem de olmamıştır; çünkü Avrupa, bu seferler sırasında uykusundan uyanmıştır. Artık kendi gücünü hissetmiş, cesaretini tartmıştır. Tanrı’nın dünyasında ne kadar çok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve âdetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler ile bunların köylüleri ve serfleri Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam sürdürdüklerini, Sarazenlerin 1 ise ne denli zengin, doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır. Uzaktan bakıp hor gördükleri bu dinsizlerin Hint ipeğinden pürüzsüz, yumuşak ve serin tutan kumaşları; sık ilmekli, rengârenk Buhara halıları, baharatları, şifalı otları ve duyuları canlandırıp harekete geçiren kokuları vardır. Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir; dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen, yasaları bilen bilgeleri vardır. Ülkeler, denizler fethetmiş; tüm zenginlikleri, ticareti, var olmanın bütün keyfini ele geçirmişlerdir. Üstelik Alman ya da Fransız şövalyelerden daha iyi savaşçı da değildirler. Peki bunu nasıl başarmışlardır? Öğrenerek. Okulları vardır, okullarında ise her şeyi aktarmaya ve açıklamaya yarayan yazıları. Batı’nın eski bilginlerinden aldıkları bilgelikleri, kendi katkılarıyla daha da zenginleştirmişlerdir.

Demek ki dünyayı fethetmek için öğrenmek gereklidir; insan gücünü sadece turnuvalarda ve sefih şölen yemeklerinde harcamamalı, ruhunu da bir Toledo kılıcı gibi esnek, çevik ve kıvrak kılmalıdır. Demek ki öğrenmesi, düşünmesi, araştırması, gözlemlemesi gereklidir insanın! Sabırsız bir rekabetle Siena, Salamanca, Oxford ve Toulouse’da art arda üniversiteler açılır; Avrupa’nın her ülkesi, bilimin önce kendisinde olmasını arzulamakta, umursamazlıkla geçmiş yüzyılların ardından Batılı insan yeniden yeryüzünün, gökyüzünün ve insanların sırlarına ermeyi istemektedir. Yıl 1300. Avrupa, dünyaya özgürce bakmasını olanaksızlaştıran teolojinin kukuletasını kafasından çekip atar. Salt Tanrı üzerine kafa yormanın, eski metinleri tekrar tekrar ele alıp dogmatik biçimde yeniden yorumlamanın, tartışmanın anlamı yoktur. Tanrı yaratandır, insanı kendi suretinde yarattığına göre, onun da yaratıcı olmasını istemektedir. Hâlâ tüm sanat ve bilim dallarında Yunanlılardan, Romalılardan kalma örnekler vardır; belki onlara yetişilebilir, eskiden Antik dönemin yapabildikleri şimdi yeniden yapılabilir. Hatta, belki onların üzerine bile çıkılabilir. Batı’yı yeni bir cesarettir alır. İnsanlar yeniden yazmaya, resim yapmaya ve felsefeyle uğraşmaya başlar. O da ne? Oluyor, gerçekten de mükemmel bir biçimde işe yarıyor. Önce bir Dante çıkar, sonra bir Giotto, bir Roger Bacon ve katedral ustaları. Uzunca süredir kullanmadığı kanatlarını bir kez açmasıyla özgürleşen insan ruhu, tüm uzaklıkları yakın kılmaktadır. Peki ama üzerinde yaşadığı topraklar neden bu denli küçük kalsın? Bu ölümlü, coğrafi dünya, neden bunca sınırlarla çevrili olsun? Dört bir yanda deniz var, deniz ve yine denizle sarılı tüm o bilinmeyen, ayak basılamayan kıyılar ile ötesi görülmeyen ultra nemo scit quid contineatur, yani kimsenin içinde neler gizlediğini bilmediği okyanus. Sadece güneye, düşler ülkesi Hindistan’a, Mısır üzerinden ulaşan bir yol olduğu bilinmektedir ama o yol da dinsizler tarafından kapatılmış durumdadır.

Herkül Sütunları’nın, Cebelitarık Boğazı’nın ötesine geçmeye ise hiçbir ölümlü cesaret edememektedir. Dante’nin sözleri uyarınca orası sonsuza dek tüm maceraların son durağı olacaktır:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir