Mevlana Celaleddin-i Rumi – Dîvân-ı Kebîr

Abdülbâki Gölpınarlı’nın Türkçeye kazandırdığı Dîvân-ı Kebîr’in ilk baskısı 1957-1974 yılları arasında, ilk beş cildi aynı, 6. ve 7. ciltleri farklı farklı olmak üzere üç ayrı yayınevi tarafından yayınlanmıştı. Bu yeni baskı yayına hazırlanırken, birinci baskı esas alınmış ve şu noktalar dışında değişiklik yapılmamıştır: Öncelikle, altıncı cildin başında yer alan ve Mevlânâ Celaleddin’in hayatı, düşüncesi ve sanatı üzerine yazılan uzun sunuş yazısı, birinci cilde, Dîvân-ı Kebîr’in geneline yönelik sunuş yazısının yanına aktarılmıştır. Baştan yapılan dizgi gözden geçirilirken, Abdülbâki Gölpınarlı’nın bazı ciltlerin sonuna eklediği yanlış-doğru cetvelleri ve eksik gazeller yerlerine işlenerek beyitler ve gazeller yeniden numaralandırılmıştır. Bunun yanı sıra, ilk baskıda yer alan beyit numaralarının bazen atlamalara sürdüğü fark edilmiştir. Bu atlamaların olduğu yerler, çeviriye esas olan ve günümüzde Konya Mevlana Müzesi’nde yer alan yazmadan kontrol edildiğinde, genellikle buraların dizgi sırasında atlanmış olduğu ortaya çıkmıştır. Çevirinin özgün elyazmalarına ulaşma imkânı olmadığından dolayı, bu beyitler yazmayla karşılaştırmayı da yapan Fars dili ve edebiyatı uzmanı Yard. Doç. Dr. Nuri Şimşekler tarafından çevrilmiş ve “E.N” (editörün notu) ibaresiyle belirtilerek 1, 2, 3 ve 7. ciltlerdeki yerlerine eklenmişlerdir. İlk baskıda “Açılamalar” ilk beş ciltte beyitlerin yanlarındaki yıldızlarla belirtilmiş ve ciltlerin arkasında beyit sırasına göre dizili olarak sunulmuştur. Altıncı ciltte yıldızlar korunmuş, ancak açılamalar alfabetik olarak listelenmiştir.


Yedinci ciltte ise yıldızla işaret sistemi terk edilerek açılamalar sadece bir alfabetik olarak verilmiştir. Bu baskıda, son iki ciltteki “Açılamalar” ilk beş ciltteki sisteme uygun biçimde yeniden düzenlenmiş, ancak “Açılamalar”a ne herhangi bir ek yapılmış ne de bunlardan herhangi bir bölüm çıkartılmıştır. Sadece ilk baskının dizinlerinde birlikte yer alan sayfa ve beyit numaraları yerine, bu baskıda sadece beyit numaraları kullanılmıştır. İlk baskıda ciltler genellikle 4.000 civarında beyitten oluşuyordu. Ancak yedinci ciltte, muhtemelen çevirisi biten eserin daha fazla beklememesi için, 9.000’e yakın beyit sıkışık bir sayfa düzeniyle tek bir cilde sığdırılmıştı. Bu baskıda sayfa düzenini sıkışık hale getirmemek için yedinci cilt ikiye bölünmüş, açılamalar ikinci kitabın sonunda bırakılmıştır. Kur’an’ın meâlini verirken de gaflete düşmedik; bir toplum için kutsal tanınan bir kitaba önsöz mü yazılır? Halbuki dinî terimle söyleyelim; bir harfinin değil, bir noktasının üstüne titrediklerini sanan “müttakıyler”, önsöz yazdılar Rablerinin kitabına. Mevlânâ benim her şeyim; O olunca ben yokum; önsöz yazabilir miyim O’nun sözlerine? Son-söz de yazamam. Şu halde edeceğim sözler, bir sunuştur aziz okuyucu. Zaten kitabından bahsedileceğine göre kendisi söylüyor demektir; işte onun için başlık koyamadım bu sözlere. [*] Diyorum ki, diyor ki: Büyük şâir, büyük mütefekkir, büyük insan Mevlânâ Celâleddin’in şiirinden uzun uzadıya söz açmanın pek de lüzumu yok, ana hatlar üzerinde duracağız, çünkü Mevlânâ Celâleddin adlı kitabımızda O’nun tasavvufa verdiği moral-sosyal mahiyetten de, ondaki reformasyondan da, O’nun şiir telâkkisinden, şiirindeki unsurlardan da etraflıca bahsettik (Bu kitabın dördüncü kısmı olan “Mevlânâ’ya Göre Şiir” bölümüne bakınız; İst. İnkılâp Kitabevi, 1952, II. basım, s.

247-265). “Şiir de nedir ki ondan lâf edeyim? Şâirlerin hünerlerinden başka bir hünerim var benim” diyen Mevlânâ Celâleddin, hiçbir vakit şiir söylemek için eline kalem almamış, uzun uzun çizip bozarak şiir yazmamıştır. Temelli, özlü bir bilgiye, pek hassas bir tedâî kabiliyetine, çok kuvvetli bir görüşe, bir dikkate, olağanüstü ve gerçekten de orijinal bir buluş kudretine ve şiddetli bir duyguya sahip olan Mevlânâ, günlük olaylardan derhal müteessir olur, çoğu defa vecd içinde semâ’ ederken duyduklarını vezin ve kafiye potasına dökerek söylemeye başlardı. Çevresinde toplananlar, O’nun her sözünü ilham telâkki ederlerdi. Bunların arasında “kâtibü’l-esrar” yâni sır kâtipleri diye anılan ve O’nun şiirlerini kaydetmeyi kendilerine ödev edinenler, hemen yazarlardı. Sonradan bahir bahir ayrılan, her bahir alfabetik bir tertiple düzenlenen Dîvân-ı Kebîr böyle doğmuştu. Nitekim bildiğimize göre Mesnevî de, ilk on sekiz beyti müstesna, Çelebi Husâmeddin tarafından yazılmak sûretiyle, gene böyle meydana gelmişti (Aynı kitap, s. 117-122). Burda, evvelce söylediğimiz gibi şunu da bir kere daha söyleyeceğiz: Mevlânâ’nın Dîvân’ındaki şiirleriyle Mesnevî arasında üslûp, ifade, heyecan bakımından hiç mi hiç fark yoktur. Mesnevî’yi didaktik bir eser sayıp asıl lirik şiirlerinin Dîvân’ında olduğunu söyleyenler, üslûp bakımından bu iki eser arasında bir fark bulunduğunu geveleyenler, okumadan yazanlardır, bilmeden hükmedenlerdir. Didaktik bir eser olmakla beraber Mesnevî de yer yer lirizmin en kudretli ifadesini verir. Dîvân’daki şiirlerin de birçoğu didaktiktir, fakat Mevlânâ, inancında o kadar özlüdür ki inandırmak için söylediği sözlerde de lirizm, didaktizmi âdeta bünyesinde yoğurur, halleder gider. Dîvân’ındaki birçok gazellerde Mesnevî hikâyelerini hulâsa etmiştir. Mesnevî’deki bahislerin birçoğu Dîvân’ında geçmektedir. Sözün özü ve kısacası, Dîvân’la Mesnevî, hem üslûp, hem ifade, hem eda, hem konu bakımından aynıdır; yalnız bu iki eserde tarz ve vezin farkı vardır, o kadar.

Sanırız ki her şeyden önce Mevlânâ’nın dilinden bahsetmek gerek. Mevlânâ, hem Dîvân’ında, hem Mesnevî’sinde Horasan ilinin halk Farsçasını kullanmıştır. Zaten tembih edilmiş dikkatin tedâîyi uyandırmasından, vecdi, heyecanı dile getirmesinden doğan irticâlî şiirlerde “tekellüf, tasalluf” dediğimiz uydurma şeyler olamaz. Evet, Mevlânâ, tam halk diliyle şiir söylemiştir. Şiirleri arasına giren Arapça parçalar, beyitler de Arapların “lûgatü’l-amyâ – âmiyya” dedikleri halk Arapçasıdır, tahsil yeri olan Haleb’in konuşma dilidir. Rumca şiirleri üzerinde sayın Avukat Vladimir Mırmıroğlu’yla görüşüp konuşmuştuk. Sayın bilgin, Rumcasının da XIII. yüzyılda Anadolu’da konuşulan halk Rumcası olduğunu kesin olarak söylemişti. Zaten Mesnevî dîbâcesi ve mektuplarındaki elkap müstesna, O hiçbir vakit “şâirâne, münşiyâne” söz söylemek, yahut yazı yazmak tarafını gütmemiştir. Yaşayışında nasıl kıt kanaat geçinmişse, nasıl çevresine halk yığınlarını toplamışsa, nasıl medresesi, hem evi, hem fetva yeri, hem okutma bucağı, hem Âşıklar Kâbesi ise, hattâ bu mübarek yerin hasırla ayrılan bir köşesi, nasıl Şems’e gerdek odası olmuşsa, ölüm döşeğinde nasıl borçtan kurtulduğu için rahat bir nefes almışsa, hasılı nasıl halktan ayrılmamışsa sözü de özü gibi halkla birleşmiştir, halktan ayrı lâf etmemiştir O. Bu bakımdan halkın kullandığı örf mecazları, atasözleri, O’nun şiirlerinde pek çoktur. Halk gelenekleri, halk inançları, halk töreleri, hattâ halk küfürleri, yer yer O’nun şiirini ören ana unsurlardan biridir. Böyle olmakla beraber şunu da söyleyelim ki şiirinde “âmiyânelik” hiç yoktur. Mısra ve beyit yapısı hem sağlamdır, hem güzel. Coşkunluğu, heyecanı, duyguyu en yerinde, en kudretli, en özel bir âhenkle verir.

Kullandığı sözleri değiştirmeye, daha iyilerini, daha âhenklilerini, daha güzellerini bulmaya hemen hemen imkân yoktur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir