Şefik Can – Mevlana Ve Eflatun

Bu kitabın ilk baskısı 1965 senesinde Konya, İleri Matbaası’nda basılmıştı. O zaman bu kitabın ilâveli baskısının çıkacağı söylenmişti. Aradan tam otuz sekiz sene geçti ve ikinci baskısı ancak çıkabildi. Kitabın birinci baskısı, Mevlânâ ve Eflâtun’un kısa bir görüş mukayesesi mahiyetinde olan bir konferanstan ibâretti. Bu konferansın sonuna da Mevlânâ’nın “vahdet-i vücud” görüşüne göre Fruzanfer’in bastırdığı Divan-ı Kebîr’den alınan bazı rubâiler ve gazeller ilâve edilmiştir. Bu ikinci baskısında ise Mevlânâ’nın kısaca hayatı, bazı konular hakkındaki görüşleri ve birinci baskıya ilâve edilmiş çeşitli gazelleri ve rubâileri bulunmaktadır. Mevlânâ Haftası’nda, 7 Aralık 1964 günü Konya’da Kitaplık Salonu’nda verilen bir konferansı ihtiva eden bu küçük kitap, hazırlanmakta olan “Mevlânâ ve Eflâtun” adlı mütevazı bir eserin özeti mahiyetindedir. Bu konferansın yayınlanmasını şahsen düşünmemiştim. Fakat gerek konferansı dinleyenlerin gösterdikleri yakın ilgi ve gerekse kopyasını okuyan aydın ve bilgi sever kişilerin teşvikleri ile asıl kitabı beklemeden bu kitapçığı neşrettim. Konferansın bir suretini okumak nezaketinde bulunan, Hazret-i Mevlânâ hayranlarından muhterem üstadım Midhat Bahari Beytur yazmak tenezzülünde bulunduğu bir mektupta aynen şöyle demektedir: “Konya’da İhtifâl-i Hazret-i Mevlânâ’nın icrası sırasında “Mevlânâ Eflâtun” başlığı ile vermiş olduğunuz konferansın göndermek lütfunda bulunduğunuz kopyasını korka korka okudum. Çünkü güç bir mevzu seçmişsiniz. Bu mevzuda hataya düşebilirdiniz. Fakat hepsini okuduktan sonra sevindim. Çok şükür hataya düşmemiş, pek güzel yazmışsınız tebrik ederim.” Öte yandan, İstanbul’da bulunan ve konferansımın kopyasını okuyan bir felsefe öğretmeni de “Eflâtun’un görüşlerinin, gâyet açık ve anlaşılır bir şekilde olmasından” ötürü beni tebrik etti.


Lâyık olmadığım hâlde beni tebrik edenlere şükranlarımı arz etmekle beraber, her insan eseri gibi konferansımın noksanları ve hataları olduğuna inanıyor, sayın okuyucularımdan müsamaha gözü ile mütalâa buyurmalarını istirham ediyorum. Hatalarımı söyleyenlerin, yanıldığım yerleri gösterenlerin minnettarı olacağım. Yunan feylesoflarından Epiktetos, insanları, efendilerinden izinsiz kaçmış, tiyatro seyretmeye gelmiş esirlere benzetir. Sahnede fevkalâde güzel bir piyes temsil edilmektedir. Esirler, bu eşsiz piyesi seyrederken bir taraftan da gözleri kapıya doğru kaymakta, her an efendilerinin geleceğinden ve kendilerini cezalandıracağından endişe duymaktadırlar. Bu yüzden piyesin güzelliğinden, korku ve telaşları sebebiyle zevk almamaktadırlar. Bu feylesofa göre dünya, büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Güzel ve muhteşem bir piyes sahneye konmuştur. Aynı zamanda bu dünya, güzel eserlerle dolu bir müze gibidir. Biz insanlar, bu muhteşem müzenin içinde olduğumuz hâlde bu müzeyi, lâyıkı ile incelemiyoruz. Burada bulunan eserlerin inceliklerine nüfuz edemiyoruz. Çünkü hepimiz, günlük işlerimizle meşgulüz. Başarmak mecburiyetinde olduğumuz vazifelerimiz vardır. Hayatımızı kazanmak çabası, bizi hayatın esiri yapmıştır. Bu sebeple ne sahneye konan hayat piyesini, ne etrafımızdaki şaheserleri ve onun yaratıcısını düşünemiyoruz.

Gerçekten ilmin ışığı altında, aklımızı ve fikrimizi kendimize kılavuz yaparak etrafımıza şöyle bir bakacak olursak en küçük bir zerreden, en büyük bir varlığa kadar, gerek şu üstünde bulunduğunuz dünyada gördüklerimiz ve gerekse gökyüzünün sonsuz boşluğunda dönüp duran başka dünyalar, başka yıldızlar, başka güneşler bizi hayrete düşürecektir. Uzağa gitmeye lüzum yok, kendi vücudumuza bakalım. Her insan milyonlarca küçük hücreden mürekkep bir âlem… Bizim haberimiz yok, bizde bulunan bu milyonlarca hücre bizim için çalışıyorlar. Biz öldükten sonra mezarda bir müddet daha yaşamaya devam eden bu küçük hücreler, şuurlu birer varlıktır. Onlar da yaşıyorlar, çoğalıyorlar, ölüyorlar. Henüz tıraş olmuş bir adamın, mezara konduktan bir hafta sonra mezârı açıldığı zaman, sakalının uzadığı görülecektir. Çünkü ölmeyen hücreler çalıştılar. Ayakkabı ayağımızı sıktığı zaman meydana gelen nasır, ölü hücrelerden yapılmış bir barikattır. Evet, kendi vücudumuzda olup bitenlerden haberimiz yok. Ya dimağlarımız? Gördüğünüz şehirlerin, geçtiğimiz derelerin, aştığımız dağların, tanıdığımız insanların, okuduğumuz kitapların fotoğrafları, kafamıza istif edilmiş. Bu ne şaşılacak arşivdir! Senelerce görmediğimiz bir arkadaşımızın sesinin bile kopyası, aklımıza yerleştirilmiştir. O arkadaşın yüzünü görmeden sesini tanıyabiliyoruz. En kıymetli varlığımız olan beynimiz, kuvvetli bir mahfaza içine, az hacimli bir yere buruşturularak ustaca yerleştirilmiş. Kaç mimar, kaç mühendis, kaç fizik âlimi, kaç kimyager, baş başa vererek insan vücudunun, bu esrarengiz laboratuarın plânını hazırlamışlar ve bu şaheser varlığı ortaya koymuşlardır. Dünya, yalnız insandan ibaret değildir ki, gözümüzün görmediği mikroplardan alınız da fillere kadar, milyonlarca çeşit canlı varlık var.

Onların her birisinin üstünde de aynen insanda olduğu gibi durulmuş, düşünülmüş, hesaplanmış, bir kanuna bağlanarak yaratılmış ve yaratılmakta. En küçük ve ehemmiyetsiz gibi görünen sivrisineğin kanadındaki incelik ve sanat, insan yapısı en büyük bir dev nakliye uçağının kanadında yoktur. Arılar şaşırmadan çok muntazam, bir milimetre dahi hatası olmayan, petek yapmaktadır. Ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz usta bir yüzgeç gibi yüzmeye başlıyor. Kuşların yuvalarını düşününüz. Kristof Kolomb’un Amerika’ya götürdüğü atlar, Avrupa’da görmedikleri zehirli bitkileri, zehirsizlerinden ayırt edebildiler. Bitkilerin sayısı da bir o kadar… Onlar köklerinden yere bağlı; dolaşamıyorlar, fakat gıda alıyorlar, teneffüs ediyorlar; onlar da nesil bırakıyor, onlar da ölüyor. Onların ciğerleri mesabesinde olan yapraklarındaki intizam ve güzellik, meyvelerindeki renk, koku ve tat nedir? Cansız sandığımız maddelerde de bir hareket var, bir canlılık var. Atom bilgisi, yeni buluşlar gösterdi ki her maddenin en ufak zerresi, bir Atom çekirdeği etrafında baş döndürücü bir hızla dönmektedir. Bir Alman bilgininin hesabına göre, bir çay kaşığı kömür tozunun en ufak zerrelerinin kalplerine yerleştirilmiş potansiyel enerji (gizli kuvvet) harekete geçirilirse milyonluk bir şehrin kalorifer ihtiyacını sağlayacaktır. Buğday, mısır, çavdar, yulaf gibi hububatın her birinin unlarını en ufak zerrelerinin bile kendilerine mahsus, birbirlerine benzemeyen muntazam ve güzel şekilleri var. Bazısı silindir gibi, bazısı koni şeklinde… Kar tanelerinde bile çiçekler gibi bir şekil güzelliği var. Canlı cansız bütün varlıklarda bu ince hesapları yapan, bu sanatı gösteren, bizi hayretlere düşüren güzellikler ibdâ eden sanatkâr nerededir? Bu gördüğümüz eserlerin sahibi kimdir? Bu varlıkları kim yarattı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir