Senail Özkan – Paradokslar Üzerinde Raks

Felsefe ne sadece akademik çevrelerin mülküdür ne de bir sosyete lüksüdür. Felsefe, her şeyden önce kendi varlığını sorgulayan, varoluşu anlamaya çalışan; Tanrı, metafizik, etik ve estetik gibi konularda düşünen, sonsuzluğu düşleyen insanın zihnî faaliyetidir. Varlığını düşünceye, sanata, felsefeye ve etiğe açanlar varlıklarının yüceldiğini, çoğaldığını, zenginleştiğini ve hayatlarının bir muhteva kazandığını, bakışlarının keskinleştiğini, artık hayatı ve dünyayı farklı bir perspektiften gördüklerini fark edeceklerdir. Buna karşılık felsefeye, sanata, estetiğe ve düşünceye bîgâne kalanlar ve üstelik bunu marifet sayanlar hiç şüphesiz hayatlarının zevalinde varlıklarının küçüldüğünü, azaldığını, daraldığını ve fakirleştiğini hüzünle anlayacaklardır. Düşünce ışığından, şüphe nurundan ve her felsefî ziyadan kaçan bu nevi düşüncesiz ve kaygısız insanlar, Kur’anî bir tabirle, “asra yemin olsun ki ziyandadırlar.” Onların gözlerini ufka açmak, ruhlarını mânâ ışığıyla aydınlatmak, idraklerini metafizikle buluşturmak felsefenin, sanatın ve estetiğin ve de tefekkürün gayesi olmak gerektir. Günümüzdeki teknoloji, elektronik, bilgi akışı ve haber alma alanındaki gelişmeler göz önünde bulunduruldukta, çağın insanı böcek gözüne sahiptir; tüm istikametleri görme ve tarama imkân ve teknik donanımına sahiptir; ancak, bununla beraber kendini görme, kendini bilme, kendi varlığını tanıma, hayatı ve varoluşu anlama ve sorgulama marifetinden bir hayli uzaktır. Aslında felsefe konusunda insanımızı kuşatan önyargılar karanlığını aydınlatmak için tüm meşaleleri yaksak yeridir ve yine de azdır. Azdır çünkü felsefe, birçok itibarlı şair ve düşünürümüzün de abartılı yargılarıyla toplum hayatından neredeyse tümden koyulmuştur. 1 Toplumun ortak kanaati şudur ki felsefe, bir çuval çürük ceviz içerisinde sağlamına tesadüf etme arayışıdır. Acaba felsefe hakikaten bu mudur?! Hiç şüphesiz bu değildir; ancak bu konuda kolektif bilinç öylesine bir karanlığa gömülmüştür ki, hangi meşaleyi yakarsak yakalım ufkumuz hayli zaman daha geceyle çevrili kalacağa ve bu bağlamda yeni nesillerin f Hakîm-i feylesof-ı mantıkîye Di kim bilgil haramdür ilm-i mantık. Bu böyle olmakla birlikte, bu konuda teselli kabilinden minik bir gelişmeyi de göz ardı edemeyiz. Hakikaten kitap reyonlarında felsefe, sanat, estetik ve etik gibi konulardaki yayınların günden güne çoğaldığını görmek ümit vericidir. Bu yayınların hoş olmayan tarafı ise arı, duru, anlaşılır, halis bir Türkçeden mahrum oluşlarıdır. Bir medeniyet ve şiir dili olan Türkçenin, felsefî ve estetik mevzuları izah ederken ne hale getirildiğini görmek insana cidden acı vermektedir.


Dil zevkinden yoksun, felsefî düşünceye ve terminolojiye hâkim olmayan sözde düşünürlerin ve tercümanların piliç çevirir gibi hem güzel Türkçemizi ve hem de Batılı veya Doğulu filozof ve düşünürleri ne hale çevirdiklerini görmemezlikten gelemeyiz. O yüzden evvela dil diyoruz; düşünceye kıvamını ve derinliğini veren dil zevkinde ısrar ediyoruz. Söylenilen her sözün, kaydedilen her ibarenin, her kavramın büyük bir tarihi, uzun bir zaman dilimini ve geleneği ardından sürüklediğini unutmamak gerekir. Bu satırların müellifi, tercih ettiği her ibare ve kavramda, her söz ve kelimede bir zaman, kültür ve üslûp bilinci tatmak ve tattırmak istemiştir.   Bu bağlamda medeniyetleri “üslûp” nokta-i nazarından yorumlayan Alman edebiyat tarihçisi Fritz Strich’e hak vermektedir. 2 Üslûp dildeki vahdettir, ruhun pozisyonudur, bir yaşama tarzıdır, bir serencamdır. Dil dağ doruklarından, kayalıklardan süzülüp gelen hür ve gür akan tertemiz bir su gibidir; küçük müdahalelere ses çıkarmasa da, ona dağa yukarı akmasını emredemezsiniz. O yüzden ben gürül gürül akan Türkçemizin yönünü dağa çevirmek ve dağa yukarı akmasını isteyenlere akıl erdiremiyorum. Kökü, geçmişi ve asaleti olmayan kelimelere hiç itibar etmedim ve bundan böyle de etmeyeceğim. 2- Winckelmann da Yunan sanatını üç devreye ayırır: Yüksek üslûp, güzel üslûp, yeni üslûp. Bu tavır asla yeniye, güzele ve değişime karşı bir tavır değildir. Tam aksine bu tavır yeniyi, güzeli ve değişim içerisinde değişmeyeni, eskimeyeni takdir ve tercih etmekten ibarettir. Dil ve üslûp ile ilgili olarak bu kadarcığını söyledikten sonra, gelelim Schopenhauer meselesine… Niçin Schopenhauer? Niçin Kant, Hegel, Heidegger veya bir başkası değil de Schopenhauer? Bu konuda ne söylersek söyleyelim, aslında tercih tamamen sübjektiftir, şahsîdir. Thomas Mann, onun için “irrasyonellerin en rasyonel filozofu” der. Evet, Schopenhauer gerçekten “rasyonel bir filozof’tur; hatta en rasyonel, en acımasız, en radikal ve daha garibi ateist ve mistik filozoftur.

Schopenhauer, paradokslar üzerinde raks eden bir filozoftur. Aslında bunda şaşılacak bir taraf yoktur; zira fikirde, sanatta, etikte ve estetikte güzellik bu gerilimden ve tezatların birbiri içinde erimesinden doğar. Mevlânâ, “Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hallolur” der. Aynı biçimde müzikte harmoni tiz ve bas tonlar arasındaki ahenkten, daha doğrusu tonlar arasındaki sükûttan ve yüksek gerilimden doğar. Ve yine aynı tarzda iman da inkâr ile teslimiyet arasındaki uyanıklık halinden ve teyakkuz durumundan tecelli etmez mi? Bizim Yunus, “şaşar işbu hâle” ve buyurur ki: Dinin terk edenin küfürdür işi Bu ne küfürdür îmandan içeri Bu itibarla sanatta, felsefede ve tefekkürde zıtlıklardan korkmamak ve cesaretle bu tezatlar üzerinde raks etmek gerekir. Unutmamak gerekir ki tezatlar tefekkürün mayasıdır; zihnimizdeki tüm kabalıkları ve katılıkları bu zıtlıklar arasındaki yüksek gerilim eritir. Hakim Senâî, dünyadaki tezatları duru akan suyu örten saman çöplerine benzetir. Nihayet Allah’ın tecelligâhı olan şu dünyadan daha çelişkili ne vardır ki! Sözü uzatmadan şunu söyleyelim ki Schopenhauer, ateizmle mistisizm arasındaki paradoksu zahirî bulur. Onun nezdinde asıl suçlu; Batı mistisizmi, İslam sufizmi ve kadim Hint tefekkürünün özünü kavrayamayan Avrupa filozoflarıdır. Bu filozofların samimiyetinden şüphe eden Schopenhauer, iflah olmaz bir ateisttir, ama felsefî düşüncede hiçbir zaman bağnaz olmamıştır. O, felsefeyi inanılmaz bir sevgi, ihtiras ve samimiyetle yapmıştır. Tefekkür konusunda olabildiğince rasyonel ve radikaldir, ama bununla birlikte romantiktir, duygusaldır ve samimidir. Hayatının sonuna doğru bir arkadaşına, bir konuşma esnasında şöyle der: “Bir felsefede, sayfalar arasında gözyaşı dökülmüyorsa, iç çekip ağlanmıyorsa, dişlerini sıkma, öfkelenme yoksa ve genel olarak karşılıklı öldürücü vuruşmanın korkunç gümbürtüsü duyulmuyorsa o felsefe, felsefe değildir.” Schopenhauer, fikirlerini olabildiğince güzel, tumturaktan uzak ve net ifade edebiliyordu.

En komplike konularda bile klasik bir edebiyatçı ve romancı kadar rahat yazıyordu. Hiç kimse onun kadar kısa ve öz, esnek ama tam, canlı ve heybetli yazamıyordu. Üslûp hakkında yaptığı değerlendirmede aslında kendisini kastediyor ve diyordu ki: “Hakiki yazar gerçek okuyucuya hitap eder; gündelik yazar şablonlarla çizerken o, tablolar yapar.” Hakikaten Schopenhauer, okuyucuya çok içten hitap eder; yazıları, okuyucuyla yapılan son derece canlı ve şahsi konuşmalar gibidir. Cümlelerinin yapısı, ritmi, kelime seçimi tamamen kendi tarzıdır. Her mecaz, her tez ve antitez ve her iktibas samimî olarak kendine mal edilmiş ve derunîleştirilmiştir. Yazılarında şişirme ve abartı yoktur; abartıyı fikrî kısırlık addeder. Buna karşılık düşünce tarzı ve fikirlerindeki titizlik tamamıyla üslûbuna aksetmiştir. Şu satırlarda onun nasıl bir üslûp endişesi ve sancısını taşıdığını sezmek kabildir: “Harabati (savruk, dikkatsiz) yazan kişiler, kendi düşüncelerine büyük değer vermediklerini bizzat itiraf etmiş olurlar. Çünkü şevk ve heyecan sadece düşüncelerimizin önemine ve hakikatine olan inancımızdan doğar; her yerde açık, güzel ve güçlü bir ifade yakalayabilmek içinse bitmez tükenmez bir sabır gereklidir.” Bu çalışmamda, bütün zorlukları, tehlikeleri ve riskleri göze alarak Schopenhauer’in düşünce âleminde mistik bir ufuk turu yapmak istedim. Doğrusu bu seyahat pek kolay olmadı. Araştırma esnasında çeşitli vesilelerle yaşadığım gerilim, felsefeyle mistisizmin birbirine karıştığı sınır muhitlerde geçirdiğim tereddüt ve korku; yine felsefeyle mistisizm arasında yaşadığım tercih kararsızlığı; aynı şekilde ülkemizde gerek felsefe ve gerekse mistisizmin halen ideolojilerin tasallutundan kurtulamamasından kaynaklanan boğucu, sisli ve kirli ufuk, zaman zaman psikolojimi değiştirdi, işimi zorlaştırdı. Hattâ bu yüksek gerilim, kaderin bir ironisi olsa gerek, sağlığımı bile etkiledi. Ancak, itiraf etmeliyim ki, Schopenhauer’in düşünce dünyası, felsefe tarzı ve metafiziği ile mistisizm, Doğu hikmeti ve özellikle de tasavvuf arasındaki koordinatları tespit edip, hayretler içinde buradaki benzerlikleri gördüğümde duyduğum heyecan ve aldığım haz her şeye değerdi.

Eğer bu heyecanı ve hazzı bir nebzecik okuyucuya da yaşatabilirsem maksat hâsıl olmuş olacak. Herhangi bir akademisyen gibi bir plan yapıp, sonra da oturup o plan dâhilinde bir Schopenhauer kitabı yazmadım; yazmayı da hiç düşünmedim. Tam aksine, tıpkı Schopenhauer’in yaptığı gibi, her gün biraz daha o karamsar felsefeyle hemhal oldum, onunla birlikte düşündüm, onu anlamaya çalıştım, ona ilham veren, kâh kızdıran, kâh nefretine sebep olan durumları yaşayarak, anlayarak, ruh hallerini tahlil ederek; kendi tefekkür zaviyemden değil, daha çok onun görüş açısından, onun dünyasının mânâ boyutlarına inmeğe, tefekkür burçlarına tırmanmağa gayret ettim. Bunları yaparken filozofun aşağıdaki iktibasta dile getirdiği ikazlarına ve tavsiyelerine olabildiğince kulak vermeğe dikkat ettim. Bir düşünür için pek yol gösterici olan bu prensipleri çok önemsiyor ve aynen aktarıyorum: Başkalarının düşüncelerinin sürekli olarak seller gibi bize akması kendi düşüncelerimizi sınırlar, onları yok eder; sonunda da düşünme gücümüzü felce uğratır. Bilginlerin çoğundaki eğilim, kendi zihinlerinin yoksulluğu yüzünden, bir çeşit frega vacui = boşluğun emilmesidir. Böylece ister istemez başkalarının düşüncelerini çeker içine… Üstünde kendimiz düşünmeden önce, bir konu hakkında okumak tehlikelidir… Okuduğumuz zaman, bizim yerimize başka birisi düşünmektedir; biz onun yalnızca zihin sürecini tekrarlarız… İnsan hemen hemen bütün gününü okumakla geçirirse, yavaş yavaş düşünme yeteneğini kaybeder… Dünya deneyi düşünceyle bilginin yorumunu oluşturan bir metin sayılabilir. Çok düşünce ve zihinsel bilgi yanında deney az olursa, bu, her sayfasında iki satırlık metne karşılık kırk satırlık yorum bulunan kitaplara benzer. Çalışmamı İSAM’ın Bağlarbaşı’ndaki modern ve pırıl pırıl kütüphanesinde ikmal ettim. Bu esnada tüm İSAM Kütüphanesi personelinden üstün seviyede yardım ve alaka gördüm. Bu bakımdan memnuniyetimi ifade ile hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Söz konusu kütüphanenin romancı müdavimi muhterem Mehmet Niyazi Özdemir, samimiyetle çalışmamı teşvik etti, beni yüreklendirdi. Kendisine müteşekkirim. Aynı şekilde değerli mimar Mehmet Suat Berbil ile de kitabın özellikle sanat felsefesi, plastik sanatlar ve mistisizmle ilgili bölümlerini değerlendirme fırsatım oldu. Memnuniyetle görüşlerinden istifade ettim, kendisine teşekkür borçluyum.

Sadece bu çalışmam esnasında değil, bilakis öğrenim sürecim dâhil olmak üzere hayatımın her döneminde ve istisnasız bütün çalışmalarımda bana destek olan, yüreklendiren, cesaretlendiren ağabeylerim Mustafa Özkan ve Zülfikar Özkan’a ömür boyu medyun-ı şükranım. Özellikle bir baba misyonu ve yüreğiyle her müşkülümü aşan aziz ağabeyim Mustafa Özkan’a ve yine onun, ihtiyaç duyduğum her kitabı Saarbrücken’deki Üniversite Kütüphanesinden fotokopi yaptırıp yıldırım hızıyla bana ulaştıran, gerçek bir Cezayir menekşesi, zarif, samimi ve iyi yürekli sekreteri Madame Fadıla M’razi-gue’ye candan teşekkür ediyorum. Aynı şekilde çalışmam esnasında bana lâzım olan, bulunması pek zor Almanca kitapları Almanya’dan bulup gönderen kayınbiraderim sevgili Ersin Taşçı, sevgili dostum Şafak Kantarcıoğlu ve Herrn Richard Witman’a desteklerinden dolayı teşekkür borçluyum. Bu eserin yazılması esnasında zamanını benimle paylaşan ve çalışmama âdeta Almanca danışmanı olarak iştirak eden eşim İlknur Özkan’a tüm fedakârlıkları için yürekten teşekkür ediyorum. Kızım Elif ve oğlum Kaan Tuğrul’a ayırmam gereken zamanın bir bölümünü bu çalışmam için kullandım. Onların hakkı olan o ödünç zamanı, ileride istikballerini aydınlatması ümidiyle pırıltılı ânlar olarak satırlarımın arasına serpiştirmeğe çalıştım. Kitabın yayınlanmasında gerekli titizliği gösteren Ötüken Yayınevine ve emeği geçen tüm personeline burada teşekkürlerimi sunuyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir