Volney – Yıkıntılar 2

YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM Dinlerin çelişmesi sorunu Bu sırada, her topluluk yerine geçerek kalabalığın gürültüsü derin bir sessizliğe dönünce, Yasa Yapan, “Budunların önderleri, bilginleri!” dedi, “Bugüne dek birbirinden ayrı yaşayan ulusların, nasıl başka başka yollar tuttuklarını görüyorsunuz: her ulus gerçek yolunda gittiğine inanıyor; gerçeğe götüren yol tekse, düşünceler de birbirine uymuyorsa, besbelli ki yanılgıya düşen biri vardır. Bunca insan aldanıyorsa, kim çıkıp da yanılanın kendisi olmadığını söyleyebilir? Öyleyse aranızdaki anlaşmazlıklarla ayrılıklar karşısında, ilk işiniz geniş yürekle davranmak olsun. Gerçeği, sanki ona hiç birimiz ulaşmış değiliz gibi, hepimiz arayalım. Yeryüzünde bugüne dek egemen olan gelişigüzel türemiş, yenilik sevgisi ve görenekle tutunmuş, halkın coşkunluğu ve bilisizliğiyle beslenmiş olan düşünceler, gizliden gizliye, zorbalıkla etki kazanmışlardır. Düşünceler bir temele dayanıyorsa, doğruluklarına resmî bir biçim vermenin, varlıklarını tanıyıp onaylamanın artık günü gelmiştir. Bugün bütün o düşünceleri toptan bir sınava çekelim; herkes kendi inanını açıp anlatsın, herkes birbirinin yargıcı olsun; bütün insan türü için gerçek inanç hangisiyse, tek gerçek diye o tanınsın…” Bunun üzerine, yer sırasına göre, soldan birinci sancağa söz verilince, önderleri, “Yanlışsız, kusursuz, gerçek öğretinin yalnızca bizimki olduğundan kuşku duyulamaz; üstelik bizim öğretimiz doğrudan doğruya Tanrı’dan gelmedir…” dediler. Bütün öteki sancaklar, “Bizimkinden de” diye bağırdılar, “Bizimkinden de kuşku duyulamaz.” Yasa Yapan, “ama hiç olmazsa, anlatmalı” dedi, “Çünkü bilinmeyen bir şeye inanılamaz.” Birinci sancak, “Ölülerin dirilmesi, kuruyan sellerle yürüyen dağlar gibi bir yığın mucize, sayısız olaylar bizim öğretimizin doğru olduğunu gösterdi” dedi. Bütün ötekiler, “Bizim de, bizim de bir yığın mucizemiz var!” diyerek, her biri en inanılmayacak şeyler anlatmaya başladı. Birinci sancak, “Onların mucizeleri uydurma acayiplikler ya da kendilerini aldatan şeytanın yaptığı sihirbazlıklardır” dedi. Ötekiler, “Asıl uydurma olan sizinkiler!” diye karşılık verdiler. Sonra da her biri kendisini anlatıp, “Gerçek olan yalnızca bizim mucizelerimizdir, bütün ötekilerin hepsi yalandır” dedi. Yasa Yapan, “Yaşayan tanıklarınız var mı?” diye sordu. Hepsi de, “Hayır” dediler, “Olaylar eskidir; tanıklarımız da öldü, ama yazıları var.


” Yasa Yapan, “Peki ama” dedi, “Ya tanıkların anlattıkları birbirini tutmazsa, onları kim uzlaştıracak?” Sancaklardan biri bağırdı: “Doğru bir yargıcı! Bizim tanıklarımızın gerçeği gördüklerinin kanıtı, o gerçeğe tanıklık etmek uğruna ölüp gitmeleridir; inancımız şehitlerin kanıyla mühürlenmiştir.” Öteki sancaklar, “Bizim inancımız da öyledir; bizim de hiç sözünden dönmeden, korkunç işkenceler altında ölüp gitmiş binlerce şehidimiz var” dediler. Bunun üzerine her mezhepten Hristiyanlar, Müslümanlar, Hintliler, Japonlar, dini yaymak uğruna işkence görenlerin, şehitlerin, çile çekenlerin bitip tükenmeyen masallarını anlattılar. Bu topluluklardan biri, ötekilerin şehitlerini yadsıyarak, “İnancımızın gerçek olduğunu kanıtlamak için şimdi biz ölüp gidelim de görün!” dedi. O anda, her dinden, her mezhepten bir yığın adam, kendilerine işkence etmek, ölmek için ortaya atıldı. Birçoğu, canının yandığını hiç göstermeden, hemen kollarını parçalamaya, göğsüne, kafasına vurmaya başladı. Ama Yasa Yapan onları durdurarak, “Ey insanlar! Sözlerimi soğukkanlılıkla dinleyin: İki kez ikinin dört ettiğini kanıtlamak için ölüp gitmeniz, bunun sonucunu dörtten çok yazar mı?” dedi. Hepsi de “Hayır!” diye karşılık verdiler. “Ya beş ettiğini kanıtlamak için ölürseniz, beş eder mi?” Yine hepsi “Hayır!” dediler. “Sizin inanışınız, hiçbir şeyin varlığını değiştirmedikten başka, neyi kanıtlar? Gerçek yalnızca birdir; sizin inançlarınızsa türlü türlüdür; demek ki içinizden birçoğunuz aldanıyorsunuz. Açıkça görüldüğü gibi, bunlar yanlışa inanmışlarsa, insanın inanışı neyi kanıtlar? Yanlış uğruna da kurban gitmişler varsa, gerçek nasıl belli olacak? Hem, Şeytan da mucizeler gösteriyorsa, Tanrılığın ayırıcı özelliği nerede kaldı? Hem de niçin hep öyle akla yatkın gelmeyen, yarım yamalak mucizeler? Niçin, düşünceleri değiştirmek varken, doğanın altı üstüne getiriliyor? İnsanların kafalarını aydınlatmak, onları doğru yola getirmek varken, onları öldürmek ya da gözlerini korkutmak da ne oluyor? “Ey hem bön, hem de dediğinden şaşmayan ölümlüler! Hiçbirimiz dünkü olup biteni, bugün gözümüzün önünden geçip gideni iyice bilmiyoruz da, ne diye iki bin yıl öncesi için ant içmeye kalkışıyoruz! “Ey zayıflığına bakmadan kendisini beğenen insanlar! Doğanın derin, değişmez yasaları var; bizim ruhlarımızsa kuruntular ve anlamsızlıklarla dolu; biz her şeyi anlamak, her şeyi kanıtlamak istiyoruz! Gerçekte, bütün insanlar için aldanmak, bir atomun özelliklerini değiştirmekten çok daha kolaydır.” Bir bilgin, “Olaylara dayanan kanıtlar örtülü kaldığına göre, bunları bir yana bırakalım da, akla dayanan, öğretide bulunan kanıtları ele alalım” dedi. Bunun üzerine Muhammed’in dininden bir imam, tam bir güvenle ortaya çıktı; Mekke’ye doğru dönüp tumturaklı bir kelime-i şehadet getirdikten sonra, ağır, görkemli bir sesle, “Hamdolsun sana Tanrım!” dedi, ” Nur, gün gibi parıldamaktadır; gerçeğin sınavdan geçmeye gereksinmesi yok.” Sonra da Kuran’ı göstererek, “İşte nurun, gerçeğin özü. Bu kitabın kuşkuya gelir yeri yok.

Sıradan insanı kurtarmak, bilgini de şaşırtmamak için peygambere gönderilmiş olan Tanrı sözünü tartışmadan kabul edip gözleri kapalı gideni bu kitap doğru yoldan ayırmaz. Tanrı, Muhammed’i, yeryüzüne elçi gönderdi; dinine inanmak istemeyene kılıçla boyun eğdirmesi için yeryüzünü onun ellerine bıraktı: Kâfirler ayak diremekte, inanmak istememektedirler; onların bu dikkafalılığı Tanrı’dan geliyor; korkunç cezalara çarpmak için Tanrı onların yüreklerini kilitledi…” (1) Bu sözler üzerine, her yandan yükselen mırıldanmalar, söylevciyi susturdu. Bütün topluluklar, “Böyle kolaycacık bizi aşağılayan bu adam da kim?” diye bağrıştılar, “Yengi kazanmış baskıcı bir yönetici gibi, kendi inancını ne hakla bize zorla kabul ettirmeye kalkıyor? Tanrı bize de onun gibi göz, ruh, zekâ vermedi mi? Neye inanıp, inanmayacağımızı bilmek için, bunları bizim de kullanmaya hakkımız yok mu? Onun bize saldırmak hakkı oluyor da bizim kendimizi savunmamız hakkımız değil mi? Onun canı sınamadan inanmak istemişse, biz de düşünüp inceleyerek inanmakta özgür değil miyiz? Işıktan korkan bu ışıklı öğreti de ne oluyor? Kim bu iyilik Tanrısının elçisi ki öldürüden, kavgadan başka öğüt vermiyor? Bu nasıl adalet Tanrısıdır ki gerçeği görememeye kendisi neden oluyor, sonra da cezalandırıyor? Gerçeğin kanıtları zor ve işkenceyse, tatlılık ve acıma da yalanı mı gösterecek?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir