Mîna Urgan – Bir Dinozorun Gezileri

Çok saf bir insan olduğum için, çok şaştığım oldu bugüne dek. Ama Bir Dinozorun Anıları’nın çok satan kitaplar listesine girmesine, bilmem kaç baskı yapmasına afalladığım kadar hiçbir şeye afallamadım bu uzun ömrüm boyunca. İngiliz edebiyatıyla ilgili zararsız kitaplar yayınlayan bir kocakarı, sekseninden sonra ortaya çıkıyor. “Ben bir komünistim” diyor, “ben tanrıtanımazım” diyor; “ben zenginleri hiç sevmem” diyor, “yaptığı iş ne olursa olsun, herkesin eline aynı miktarda para geçmeli” diyor. Kocakarı, toplumumuzun damarına basacak bu türden lâflar ediyor boyuna. Buna karşılık, kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı, çok kitap okumuş ya da çok az kitap okumuş bir yığın insan, o kocakarıya telefonlar ediyor, mektuplar gönderiyor. Kendilerini onunla özdeşleştirip, “biz de tıpkı sizin gibiyiz” diyorlar. “Bütün düşündüklerimizi, siz açıkça yazdınız” diyorlar. “Yolumuzu aydınlattınız” diyorlar. “Bunları yazdığınız için size teşekkür ederiz” diyorlar. Daha çok yaşayıp daha çok yazması için dualar ediyorlar bir dinsize. Oysa ben, bu anılarımın ikinci bir baskı bile yapmayacağını, kitabımı çok az kişinin okuyacağını; okuyanların da, günümüzde benimsenen bütün değerlere böylesine saldıran bir dinozoru yerin dibine batıracaklarını sanmıştım. Akıllara sığmayacak kadar şaşırtıcıdır bizim insanlarımız. Küçük mutluluklar denilen şeyleri doğru dürüst değerlendirmesini bilirseniz, bunların aslında büyük, hem de çok büyük mutluluklar olduğunu anlarsınız. Örneğin, bütün bir yaz gününü, Anadolu yollarında toz toprak içinde külüstür bir otobüste geçirdikten sonra, akşamleyin küçük bir kıyı kasabasına varmışsınız.


Ucuz bir pansiyonda soğuk bir duş yapıp, kumsaldaki kır gazinosuna gidiyorsunuz. İki ayağınız suya değecek biçimde masanızı denize doğru çekiyorsunuz. Garson, beyaz peynirinizi, kavununuzu ve rakınızı getirdikten sonra, hiç kimse görmeden usulcacık ayakkabılarınızı çıkarıp, bütün gün sıcaktan pişen ayaklarınızı bileğinize kadar serin denize sokuyorsunuz. Ve güneş karşınızda batarken rakınızı yavaş yavaş içiyorsunuz. Sorarım size, büyük bir mutluluk değil mi bu küçük mutluluk? Bunca felâket, bunca zulüm, bunca haksızlıkla dolu bir dünyada köpekler gibi mutsuz olmanın kolaylığını bildiğim için, mutsuzluklarıyla övünenlere fena halde bozulurum. Mutsuz olmak bir marifet değildir. Çektiğin acıları gözler önüne sermemek, büyük kişisel mutlulukların peşinden koşmak ayıbından vazgeçip, küçük mutluluklara sığınmak, onlarla yetinmektir asıl marifet. Bu küçük mutlulukları tadabilmeniz için, beylik anlamda mutlu olmanız, aile çevresinde huzurlu bir yaşantınız, başarıyla yürüttüğünüz bir işiniz, toplumda önemli bir mevkiniz, bol paranız filân olması şart değildir. Hattâ bunlar, küçük mutluluklara zaman ayırmanızı engelleyebilir bana kalırsa. Beş duyunuzun olması ve bu beş duyunun tam kapasite çalışması, yani sahiden görebilmeniz, sahiden işitebilmeniz, sahiden koklayabilmeniz, sahiden dokunabilmeniz ve ağzınıza koyduğunuz şeyin tadını sahiden alabilmeniz, küçük şeylerin sizi mutlu etmesine yeter de, artar da. Örneğin, işyerinizde gün boyunca çeşitli aksiliklerle boğuşmuşsunuz. Akşam evinize dönerken trafik sıkışıklığından ötürü sinirleriniz büsbütün bozulmuş. Sonunda oturacak yer bulamadığınız kalabalık vapurdan itile kakıla çıkıp, perişan bir halde Kadıköy’e varıyorsunuz. Evinize doğru yürüyünce, kafeslerdeki kuşların ve çiçeklerin satıldığı yerin yanından geçerken, bir güvercinin uçtuğunu görüyor, Çingene kızlarının sattığı karanfillerin kokusunu alıyorsunuz. Melih Cevdet’in o çok sevdiğiniz şiiri aklınıza geliyor hemen: Bir çift güvercin havalansa, Yanık yanık koksa karanfil.

Ezbere bildiğiniz şiiri mırıldanıyorsunuz yürürken. Bu arada muhabbet kuşlarının cıvıltısını duyuyorsunuz; denize bakıyorsunuz, batan güneşe bakıyorsunuz; pembe, yeşil, uçuk mavi bulutları görüyorsunuz. Ve havanız tümüyle değişiyor. Fransızların douceur de vivre dediği duyguyu, yani yaşamanın tatlı keyfinin verdiği küçük mutluluğu tadıyorsunuz. Ne yazık ki, çoğumuzun farkına bile varamadığı bu önemsiz görünen ama aslında çok güzel şeyleri göremezseniz, koklayamazsanız, duyamazsanız, yandınız gitti demektir. Sinir içinde evinize dönüp yaşamı kendinize de, çevrenize de zehir etmekten başka çareniz kalmaz o zaman. Küçük mutluluklar, yaşamın bizi fazlasıyla yıpratmasını engeller ama, büyük felâketlerle, büyük acılarla karşılaşırsak, hiçbir işe yaramaz diyeceksiniz. Felâketlerin en büyüğüne uğrayan, yani sevdiği birinin ölümünü gören insanın karşısında iki seçenek vardır: Ya kendisi de hemen ölecek ya da felâkete katlanıp yaşamaya karar verecektir. Birinci seçenek ikincisinden çok daha kolaydır. Çünkü kendini öldürmek için anlık bir cesaret yeter. Oysa bir felâketle birlikte ömür boyu yaşamayı göze alabilmek için gerçekten yiğit olmak gerekir. Bencillikten arınmaya çalışıp, “başka insanlara hayrım dokunabilir; onlara yardımcı olmalıyım; bir solcunun işin kolayını seçip, acı çekmekten hemen kurtulmaya hakkı yoktur” diye düşünecek kadar yiğit olmak gerekir. Ve bu yiğitliği gösterebilecek kadar güçlüyseniz, acınızı hiçbir zaman unutmayacağınız halde, zamanla küçük mutluluklar sayesinde biraz avunmayı öğrenebilirsiniz. Zâten yaşlandıkça aklınız başınıza geldiğinden, büyük mutluluklar peşinde koşmak budalalığından vazgeçtiğiniz için, bu küçük mutluluklar gittikçe daha önemli bir yer tutar yaşamınızda. Küçük mutluluklar, ağır hastalıklarda tüm antibiyotiklerden daha etkileyici bir ilâçtır.

Ateşler içinde tifodan yatarken, güzel çakıl taşlarına merakımı bilen Sevgi, yakın arkadaşım olmadığı halde, Podima kıyısında özenle seçip topladığı çakıl taşlarını cilâlayarak küçük bir torbaya koyup bana armağan etmek inceliğini göstermişti. O güzel taşları yanan alnıma, şakaklarıma sürünce, gözkapaklarımın üstüne koyunca, ateşim sanki düşmüş gibi, nasıl rahatladığımı hiç unutamam. Yalnız ağır hastalıklara değil, insanı onlar kadar sarsan büyük sıkıntılara da devâdır küçük mutluluklar: Akyaka köyünde bir gece bir türlü uyuyamıyordum. Hani insanın bütün çektiklerinin bir bir muhasebesini tuttuğu, bunca acı karşısında savunmasız kaldığı o çok karanlık gecelerden biriydi. Sabahın üçünde sundurmaya çıkıp bir sigara yaktım. Derken, uzaktan bir kaval sesi geldi kulağıma. “Olamaz, burada bu saatte hiç kimse kaval çalamaz” dedim kendi kendime. Ama gaipten sesler duymuyordum. Biri gerçekten kaval çalıyordu. Birinin, belki dolaylardaki inşaatlarda çalışan bir köylünün benim gibi uykusu kaçmıştı. “Bana huzur vermek için, tâ uzaklardan kaval çalıyor sanki” diye düşündüm. Küçük bir mutluluk değil, büyük bir mutluluk oldu bu. Bodrum’da bir başka sıkıntılı gecemde, gırtlağımı sıkıyorlarmış gibi neredeyse nefes alamayacak hale gelince, kendimi avluya attım. Birdenbire, dünyalar güzeli bir hanımeli kokusuyla göğsüm ferahladı, rahat solumaya başladım. O güzel koku, sanki elini başıma koymuş, “kendine gel” demişti bana.

Oysa hiç hanımeli dikmemiştim avluma. Kokunun geldiği yere doğru bir iki adım attım. Üstünde ancak bir iki çiçeğin açtığı bir hanımeli filizi, bütün duvarı kaplayan kocaman begonvilin bir dalına sarılmıştı. Bana umut vermek için, “yaşamaya devam etmelisin” demek için, nereden geldiyse, kendiliğinden gelmişti oraya. Doğa herkese, özellikle acı çekenlere mutluluk sunmaya hazırdır her zaman. Yeter ki, benliğimizin kafesinden, her bir yanı kapalı o daracık, o kapkaranlık kafesten çıkabilelim. Derin bir nefes alıp çevremize şöyle bir bakabilelim. Kör olmayalım, sağır olmayalım doğaya. Yıllarca önce, sıcak bir haziran günü, sabahın yedisinden akşamın yedisine kadar üniversiteye giriş sınavında görevli olduktan sonra, kan ter içinde eve döndüm. Gece yarısı, oğluma ve bizde konuk olan Murat Belge’ye, Kalamış’ta denize girmeyi önerdim. (Kalamış koyunda yüzülürdü o günlerde.) Moda iskelesinden bir sandal kiraladık. Çok karanlık bir geceydi. Denize dalınca şaşırıp kaldım: Akdeniz’de de, Ege denizinde de geceleyin çok yüzmüştüm. Ama ne gariptir ki, yakamozun en güzelini bizim Kalamış koyunda gördüm.

Kulaç attıkça, ellerimizden kollarımızdan akıl almaz ışıltılar saçılıyor, yıldızlar akıyordu karanlık sulara. O karanlık sularda sürekli parlayan, sürekli alev alev yanan canlı maytaplara dönmüştük üçümüz de. Bir sonbahar günü Abant’ta çok yüksek ağaçların altında yürürken, çok hafif bir esinti oldu. Kimi kızıl, kimi altın sarısı yapraklar, hışırdayarak düşmeye başladı. Fransızcada da, İngilizcede de o yapraklara “ölü” derler. Oysa hiç de ölü değildir onlar. Tam tersine çok canlıdırlar. Kendimi yere attım. Yapraklar üstüme yağdı, her bir tarafımı örttü. Yanımdaki arkadaş, kızıl ve altın sarısı yaprakların birkaçını yüzümden alıp, bana alaycı gözlerle baktı. “Ne oluyoruz? Galiba ormanla sevişmektesin” dedi. Hakkı vardı. Sahiden aşk halindeydim o ağaçlarla, o yapraklarla. Yalnız doğa değil, evcil hayvanlar da küçük mutlulukların önemli bir kaynağıdır. Ben köpekleri severim.

Ama, evimde hiç köpek beslemedim; hep kedi besledim. Çünkü Yakup Kadri’nin zoraki diplomat olması gibi, ben de kızım Zeynep yüzünden zoraki kedisever oldum: Zeynep, iştahlı olmasına iştahlı küçük bir kızdı. Ne var ki, öğleden sonra okuldan eve dönünce, bütün gün aç kalmışçasına buzdolabına saldırmasını gene de anlayamıyorduk. Bir sabah Zeynep okula giderken, bir polis hafiyesi gibi, uzaktan gizlice izledim. Öğleyin yemesi için verdiklerimizi ne yaptığını anlamaktı amacım. Fındıklı’daki ilkokula giden Zeynep, Kazancı yokuşunun belirli bir noktasına gelince, etrafına şöyle bir bakıp, durdu. O durur durmaz, her bir yandan kediler üşüştü yanına. Zeynep, sefertasını açtı, köftelerin hepsini yolun kenarına döktü. Bir süre daha yürüdükten sonra, gene etrafına bakındı, gene durdu, kediler gene üşüştü. Bu kez pilavını döktü yolun kenarına. Böylece bu iştahlı çocuğa, öğle yemeği olarak, kala kala ancak bir elmayla bir mandalina kalıyordu. Elbette ki, eve dönünce saldıracaktı buzdolabına. Bu saldırıları önlemek için, Zeynep’e evde besleyebileceği bir kedi almaktan başka çare yoktu. Böylece evimde her zaman kedi bulunduğundan, doğuştan öyle olmadığım halde, ben de kediseverler soyundan oldum zamanla. Bu “soy” sözcüğünü çok bilinçli olarak kullanıyorum.

Çünkü kedilere tutkuyla bağlananlar, öteki insanlardan bambaşka bir soydandır bana kalırsa. Bu soy, gerçekten soylu bir soydur. Belirli bir kültür düzeyi ve duyarlılık şarttır kedileri tutkuyla sevebilmek için. Kaba saba bir hödüğün kedi sevmesinin yolu yoktur. Kedisever soyuna geç girdiğim halde, bununla gurur duyuyorum. Çünkü bu soydan olanlar, kültürlü, ince, sanat meraklısı insanlardır genellikle. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Charles Baudelaire’in Kediseverlerin Şahı olması; kedileri yücelten birbirinden güzel şiirler yazması, yeter de artar da bu gururu duymama. İnsanlar birbirlerinden ne denli farklıysa, kediler de kişilikleri ve zekâ düzeyleri açısından o denli farklıdırlar birbirlerinden. Onlar da bulundukları ortama göre değişimlere uğrayabilir, çok şaşırtıcı olabilirler. Örneğin iğdiş edilmemiş, tam anlamıyla maço bir kara tekirimiz vardı. İstanbul’dayken kasıla kasıla çevresini uzaktan süzer, hiç kimseye sokulmaz, hiç kimsenin onu okşamasına izin vermezdi. Gelgelelim, Bodrum’a gidince, aynı kedi, tahammül edilemeyecek kadar yılışık bir herife dönüşürdü. İsteyenin de istemeyenin de kucağına hoplar, yerleşir; nereye gitsem peşimi bırakmaz; geceleri yatağımın ucunda yatabilmek için kapımın önünde acıklı acıklı miyavlar dururdu. İstanbul’a geri dönünce de, eski maço davranışlarını benimserdi yeniden.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir