Nâsır-ı Husrev, İran edebiyatının, XI’inci yüzyılda yetiştirdiği en yüksek şahsiyetlerden biridir. Hakim ve şair olup aklî ve naklî bilgilere tamamıyla vâkıf olduğu gibi Îsmailî mezhebine girip bu mezhepte, Mısır Fatimî halifesinin, Horasan ülkesinde, “Hüccet” sıfatıyla en büyük vekili ve daîsidir, aynı zamanda edebiyat âlemine manzum, mensur, cidden değerli eserler bırakmış ve bu suretle her bakımdan büyük bir şöhret kazanmıştır. Doğu şair ve ediplerinin çoğunun hayatlarını nasıl bilemiyorsak, bildiğimiz şeyler de nasıl nâkıs ve hayalî efsanelerle yoğrulmuş muhayyel ve bulanıksa, Nâsır-ı Husrev hakkındaki bildiğimiz de aynıdır. Bazı tezkerelerle tarihlerde, bu şair hakkında verilen malûmat, içinde doğrusu da bulunan asılsız masallardan ibarettir. Hatta bazı tarihî şahsiyetlerin hayatı bile ona izafe edilmiştir. Doğu yazarlarının bir kısmı, onu büyük, dindar, arif bir zat olarak över, bir kısmı ise mülhit, dinsiz, ahrete imansız bir şahsiyet olarak gösterir ve kâfir sayar. Bazıları, tenasühe inandığını, bazıları da Îsnâaşerî, yahut seb’î olduğunu söylerler. Nâsır-ı Husrev hakkında doğu ve batı bilginlerinin görüşlerini, verdikleri malumatı hulâsa edersek yukarıdaki sözlerimizi daha iyi açıklamış oluruz. Nâsır-ı Husrev hakkında malumat veren en eski yazarlardan biri, Zekeriyyâ-ibn-i Muhammed-el-Kazvinî’dir. 674 (1276)’te telif ettiği “Âsâr-el-bilâd”da, Yemgan maddesinde Nâsır’ı Belh padişahı olarak gösterir ve Belh halkının, onun aleyhine isyan ettiğini, Yemgan’da yaptırdığı sağlam ve güzel bir kaleye sığındığını, orada gayet güzel bahçeler, köşkler ve hamamlar bulunduğunu, hepsini de sihirle yapmış olduğunu ilâve eder. [1] Hamdullâh-ı Müstevfi (750 – 1349)’de “Tarih-i Güzide” de kudretli bir şair ve din adamı olduğunu söyler. Devletşah, XV’inci yüzyıl sonlarında yazdığı şuerâ tezkeresinde Nâsır-ı Husrev’in bazı şiirlerini almış, onu Mahmud-ı Gasnevi’nin çağdaşı ve Ebû-Ali Sina’nın dostu göstermiştir. Fakat Nâsır’ın hayatına ait rivayetlerin hepsini, halk arasına yayılmış olan masallardan ibaret saymadadır. Şahsen, Bedahşan emîri Şah Sultan Mahmud’a, Nâsır-ı Husrev hakkında bilgi edinmek için müracaat ettiğini, fakat bu Bey de bunların masallardan, rivayetlerden başka bir şey olmadığını bildirir. Cami, “Baharistan”da, Nâsır’ın şiirlerinden numuneler vermede ve onu tabii ve edebî bilgilere sahip saymada, fakat inançlarının dinsizce olduğunu söylemededir. Rıza-kulî Han da “Mecma-ul-fusahâ”da divanından bazı şiirler almakta, hayatı hakkında verdiği malumata, başkalarının sözlerinden gayrı bir şey ilâve edememektedir. Nâsır-ı Husrev hakkında verilen efsanevi malumatın en etraflısı Takıyyeddin Kâşî’nin “Hulâsat-üleş’âr ve Zübdet-ül-efkâr” adlı tezkeresindedir. Takıyyeddin, Nâsır’ın, ömrünün sonlarında kendi hayatına dair yazdığı Arapça “Risâlet-ün-nedâme fi zâd-il-kıyâme” adlı kitabını tamamıyla Farsça‘ya nakletmiş ve tezkeresinde bunu bize sunmuştur ki bu eserden Tebriz basması divanın önsözünde de etraflıca bahsedilmektedir. Biz, burada bu şüpheli biyografiden bazı parçalar almayı lüzumlu bulduk: “Bu risale, âciz kul Ebu-l-Muîn Nâsır-ı Husrev-i Alevî’nin, ettiği hataların affını dilemek ve Allah kapısından, Allah’ın rahmetine sığınarak günahlarının bağışlanmasını niyaz etmek için yazdığı risaledir. Ben, sağımı, solumu fark eder etmez çeşitli bilgileri öğrenmeye heves ettim. Dokuz yaşında Kur’an’ı ezber ettim, Allah’ın, peygamberine lütfettiği sırlara eriştim. Sonra beş yıl, lügat, sarf, nahiv, aruz, şiir ve iştikakla, hesaba, kitaba ait risalelerle uğraştım. On dört yaşında Basra, Yeni Yunan, Hind, Eski Yunan ve Bâbillîler mekteplerinin çeşitli üstatlarına uyup astronomi, astroloji, Remil, Uklîdîs ve Mecastî gibi riyaziye bilgilerine çalıştım. On dörtten on yediye dek Hadîs, Tefsir ve Fıkıh bilgilerine çalıştım, Kur’an’ın çeşitli okunuşları, ayetlerin nâsîh ve mensûh oluşu bilgilerini tahsil ettim. Camî-ul-Kebîr’le İmâm Muhammed-ibn-i Hasan-el-Şeybânî’nin Hanefî mezhebine göre yazdığı Siyer-i Kebîr’ini öğrendim. Atam Aliyy-ibn-i Mûsa-r- Rızâ’nın telif ettiği “Şâmil”i ezberledim. Bu suretle atamla Şeybânî’nin arasında az fark buldum. İnşa ve tarihe ait birçok kitaplar okudum, bazen hocayla, bazen kendi kendime dokuz yüz tane Kur’an tefsiri mütalâa ettim. Otuz iki yaşında Tevrat, Zebur ve İncil’in yazılmış olduğu dilleri belledim. Semrakis, Hımureys ve Betleymus Asgar gibi üstatlardan altı yıl bu kitapları okudum. Bundan sonra çeşitli mezhepleri inceledim. Büyük Mantık’la Camasb’ın ilâhî ve tabiî bilgilere ait hikemiyât’ını, tıbba ait Kaanun’u’ riyazi, iktisadî ve siyasî bilgileri, Allah’ın, Emîr-ül-mü’minin Aliyy-ibn-i Ebû Talib’e Hayber kalesinin kapısını kopardığı sırada bellettiği “Sad-ender-sad” dört köşe vefk yapma usulünü öğrenmekle meşgul oldum. Kırk dört yaşımdan sonra altı yıl sihir, cefr gibi gizli bilgilerle ve rasyonalistlerin öne, sona ait serdettikleri nazariyelerle uğraştım. Ba’lebek’li Luka’nın, İsa aleyhisselâmın sözlerini toplamasından meydana gelen İncil’ini okuyup sırlarını anladım, bütün tabiat perdelerini yırttım. Kaza ve keder, beni Mısır’a attı, orada vezirlik rütbesine ulaştım, yüce bir mevkie sahip oldum.” Nâsır-ı Husrev, “Rısâlet-ün-nedâme” de hayatını anlatmaya devam eder. Halife El-Mustansır billâh’ın oğlu ve halifenin hocalığına tayin edilmiş, fakat halife, Nizâr’a gazeb edince kardeşi Musta’lî billâh’ı veliaht yapmış, Nâsır da azledilmiş, Mısır’dan kaçmaya mecbur olmuş, Bağdat’a gitmiştir. Bağdat’ta halife Ka’im billâh, Nâsır-ı kabul eder, vezir yapar. Halife tarafından Gıylan’a, Îsmailî mezhebinin reisine elçilikle gider. Kardeşi Ebû-Said de kendisiyle beraberdir. İsmailî dâîsi, onu güzel karşılar, şöhreti etrafa yayılan Nâsır-ı Husrev olup olmadığını sorarlar. Önce inkâr eder. İsmailî dâisi, metafiziğe ait “İksîr-ül-a’zam” adlı bir eser getirir, bazı yerlerini sorar. O da izah eder. Esasen eski müritlerinden bazıları da Nâsır’ı tanırlar. İsmailîlerin reisi, fevkalâde memnun olur, Nâsır’ı kucaklar ve halifenin istemesine rağmen geri göndermez. Nâsır, Gıylan’dayken Kur’an’a, Batınî inanışlarına uygun bir tefsir yazar. Vezir tayin edilirse de kendisini tamamıyla sihir ve cinleri teshir bilgilerine verdiğ geldiğini söyler. Nâsır, Bedehşan’dan kaçar, Yemgan şehrine yakın bir mağaraya kardeşiyle sığınır, güya bu mağarada yirmi beş yıl ibadetle ömür geçirir. Halk, onun yirmi beş günde bir kere yemek yediğine, bazıları da yemek kokusuyla yaşadığına inanırlar. Ömrünün sonlarına doğru bir hatif, ölüm gününü kendisine haber verir. Nâsır da güya bu haberi aldıktan sonra bu hal tercümesini yazmış. Kardeşini yanına çağırıp rebiyülevvel ayında cuma günü güneş, esed burcuna, ay da akrep burcuna girince Allah emri zuhur edecek deyip yazdıklarını, ölümünden sonra Müslümanlara bildirmesini söylemiş, Allah’ın hak ve âdil olduğuna, peygamberlere ve Muhammed peygambere Cebrail vasıtasıyla vahiy gönderildiğine, kıyamette bedenlerin haşredileceğine, Sırat köprüsünden geçeceğimize, kabir azabına, Muhammed Peygamber’in, peygamberlerin en büyüğü olduğuna, peygamberin sahabesi içinde en ileri ve en yiğit erin, ceddi Ali olduğuna dair kardeşine telkinlerde bulunmuş, nasıl gömülmesi icap ettiğini söylemiş, ölümünü emire ve âlimlere bildirmesini vasiyet etmiş. Eski Yunan bilgileriyle sihre ait yazmış olduğu kitapları yakmasını emretmiş. Vasiyetinin sonlarında Kaanun-ı a’zam adlı kitabının, amcasının oğlu Mansur’a, “Zâd-ül-Müsâfirîn”in, İsa-ibn-i Esed-el-AIevi’ye, fıkha ait “Düstûr-ül-a’zam” adlı risalesinin, Bedahşan kadısı Nasrullah’a, şiir mecmuasının, Geyv-i Yemgâni’nin oğluna vermesini, diğer kitaplarının, kardeşinin reyine bırakılmasını, onun, ne isterse yapmasını ilâve etmiş. İşte Nâsır’ın uydurma biyografisinin hulâsası. Hacı Lutf-ı Ali Beg de bunu “Âteş-kede”sine etraflıca kaydetmiştir. Burada “Kabul” mecmuasında gördüğümüz ve yukarıdaki izahata müteallik bir makaleyi de zikredeceğiz. (1939, No. 101). Bedahşan’lı olan makale sahibi, Nâsır-ı Husrev’in kardeşi Sultan Seyyid’in [2] ana tarafından ceddi olduğunu da söylüyor ve yirmi iki yıl önce aşağı yukarı iki yüz elli sayfalık bir kitap gördüğünü, kitabın, edasına bakılırsa Nâsır’ı Husrev’e aidiyeti malum olduğunu bildirip diyor ki: Kitap iki kısımdan mürekkepti. İlk kısmında Nâsır-ı Husrev’in, padişahların esaretine düştüğü ve kurtuluş tarzları anlatılmakta, “Zâd-ül-kıyame” adlı ikinci kısmında kıyamet ve haşir, neşrin vukuu, bizzat Seyyid Nasır tarafından Kur’an’a ve felsefî delillere dayanılarak ispat edilmektedir. Bu kitap, el yazısıdır ve Farsçadır. Fakat yazısının ve kâğıdının şekli ve hali, kitabın pek eski olduğunu gösteriyordu. Uzun zamanlar bu kitap, Seyyid Nâsır’ın kabrinin bulunduğu köylülerdeydi. Hükümet memurları okumak için alırlardı. 1306 -1307 yıllarında Curm hakimi Abdulvedud Han, bu kitabı okumak için aldı, geri vermedi. Makale sahibi, Nâsır-ı Husrev’in Yemgan mağarasına kaçışı, orada yirmi beş yıl ömür sürüşü, ölürken “Kaamûs-ı a’zam” adlı kitabının (tezkerelerde İksîr-î a’zam) Kadı Nasrullah’a verilmesini vasiyet etmesi gibi bu kitaptan naklettiği şeyler, yukarıda zikrettiğimiz uydurma biyografiye tamamıyla uymaktadır. Herhalde makale sahibinin gördüğü bu kitap, aynı kitaptır. Nâsır’ın defnine ait hikâye de tamamıyla efsanevîdir ve bu masal, bugüne kadar oralılar tarafından söylenmektedir. Nâsır, kardeşine, beni gömüp mağaradan çıkarken şu şişeyi mağaranın kapısına vurup kır, fakat geriye dönüp bakma demiş ve ona bir şişe vermiş. Kardeşi, bu vasiyeti yerine getirmiş, fakat acısından bir kere daha kardeşinin mezarını görmek istemiş, dönüp bakınca bir de ne görsün! Şişedeki su akmış mağaranın kapısındaki kayayı da eritip mağaranın geçidini tamamıyla kapatmış. Bu suretle mağara, dağın tepesinden yirmi beş arşın aşağıya geçmiş, kayanın ortasında iki kişinin sığabileceği bir oyuk husule gelmiş. İşte Nâsır’ın mezarı burasıymış. Dağın üstünde bulunan mezar, bazı tarihî rivayetlere hiç uymamaktadır. Fakat bugüne kadar, o mezar, Nâsır’ın mezarı olarak tanınmış ve aşağı yukarı, bundan 280 yıl önce de Mîr Muhterem Bey Yemğânî tarafından tamir ettirilmiştir. İyi bir suretle muhafaza edilmektedir. Nâsır’ın kardeşi, Ebû- Saîd, Hanâbâd’la Feyz-âbâd arasında Meşhed-i Kışm adlı köyde medfundur. Bugüne kadar da evlâdı, o araziye sahiptir. Bugün İsmailî mezhebinin dinî ve dünyevî reisi Ağa Han’dır. İsmailîler, Afganistan’ın kuzey tarafında, bilhassa Bedahşan ve Şiğnân havalisinde pek çoktur. * * * Doğuda yetişen eski şair ve muharrirlerin hayatlarını incelemek için eserlerini ve divanlarını incelemekten daha doğru ve daha iyi bir çare yoktur. Evvelce de söylediğimiz gibi tezkereciler, efsanelere, yanlış rivayetlere o kadar boğulmuşlar ve tarihî kayıtlara o kadar ehemmiyet vermemişlerdir ki gerçek, bu hayali rivayetlerin içinde kaybolup gitmiştir. Bu bakımdan Nâsır-ı Husrev’in hayatını anlamak için de en doğru yol, eserlerini incelemektir. Onun Sefername, Rûşenâyîname, Zâd-ül-müsâfirîn, Hân-ül-ihvan vesaire eserleriyle divanı, bizim için en iyi kaynaklardır. Prof. Browne, “Literary History of Persia”da (c. II. s. 222 – 246) ve Ethe, “Grundris der İranischen chilologie”de (c. II, s. 272-278). Nâsır-ı Husrev hakkında çok güzel incelemelerde bulunmuşlar, M. Ganizade de “Sefer-nâme-i Hâkim Nâsır-ı Husrev be-inzimâm-ı Rüşenâyî-nâme ve Saâdet-nâme”nin önsözünde (Berlin, Çâphâne-i Kâvyânî, 1341) bunlardan da faydalanarak çok değerli malumat vermiştir. Bundan başka Ch. Schefer, metinle bir arada olarak bastırdığı “Sefername” tercümesinin (Paris, 1881) önsözünde hayli malumat dercetmiştir. Takıyzade’yle Muctebâ Mînevi de Nâsır-ı Husrev’in Rüşenâyî-nâme, Saâdetnâme ve bir mensur risalesiyle bir arada olarak bastırılan divanına (Tehran, Matbaa-i Meclis, 1304- 1307 şemsi) yazdıkları önsözde bütün bunlardan faydalanarak ve ayrıca değerli araştırmalar ve incelemelerde bulunarak pek mühim malumat vermişlerdir. Nihayet merhum Şerefeddin Yaltkaya’nın, Darülfünün İlâhiyat Fakültesi Mecmuası’nda (1927, sayı: 5) Nâsır-ı Husrev’in hayatına ait bir makalesi vardır ki faydalanılabilir. *** Müellifin adı “Sefername”nin başında kendisinin de söylediği gibi Ebû-Muîneddin Nâsır-ı Husrevi Kubâdyâniyy-ül-Mervzî’dir. Doğum tarihini de bir beyitte kendisi, 394 hicrî (1003) olarak tespit eder ve “Hicretten 394 yıl geçmişti. Anam beni bu kara toprağa, bu yeryüzüne saldı” der. [3] Kubadyan’lı olmakla beraber ömrü Belh’te geçmiştir. Başka bir beyitte “Ey ikindi yeli, Belh ülkesinden geçersen evime uğra, nasıllar? Bir sor, bir araştır bakalım” demektedir ki bu beyit, sözümüze delildir. [4] Uydurma biyografide ve bazı eski eserlerde Nâsır-ı Husrev’in seyyit olduğu ve Hz. Ali’nin soyundan bulunduğu yazılmış, Schefer de, soyunun sekizinci batında İmâm Aliyy-ür-Rıza-bn-i İmâm Mûsâ’ya ulaştığında şüphe etmemekteyse de Nâsır-ı Husrev’in kendisi, hiç bir eserinde, hiç bir şiirinde bu hususta bir iddiada bulunmamıştır. Bilâkis “Zâd-ül-müsafirin” de “Ben Peygamber soyunun kullarındanım” demekte, bir başka yerde de muarızlarına “sen soyla övünüyorsun; fakat ben, soyumun benimle övüneceği bir erim” sözünü söylemektedir. [5] Seyyit olsaydı elbette kendisini, soyunun, kendisiyle övüneceği bir zat olarak takdim edemezdi. Nâsır-ı Husrev’in, Ali soyundan olması hususundaki rivayet, “Lübâb-ül-elbâb”ın zikrettiği Seyyit Muhammed Nâsır-ı Alevî ile kardeşi Seyyit Hasan Nâsır-ı Alevi adlı iki şairin adlarından gelmiş olacaktır. Bu rivayet, Dr. Ethe gibi bir zatı bile şüpheye düşürmüş, “Sefername” ile divanın iki ayrı müellife aidiyeti gibi bir fikir serdine mecbur etmiştir. Nâsır-ı Husrev, şiirlerinin çoğunda kendisini Horasanlı sayar. Bu doğrudur. Çünkü Belh, o vakitler, Horasan ülkesinden sayılırdı. Ortaçağların Horasan’ı, şimdiki Horasan değildi, o vakit Horasan ülkesi, Mâverâ-ün-nehr’e kadar uzar, Afganistan’ın kuzey ve batı kısımları da bu ülkeden addedilirdi. Nâsır-ı Husrev’in, zamanındaki bilgileri tahsil ettiğinde ve aklî ve naklî bilgilerde yüksek bir mevkiye eriştiğinde şüphe yoktur. Zaten şiirlerinde de daima bunu bildirir. [6] “Zâd-ül-Müsâfirin”den de eski hikmetle uğraştığı, Yunan filozoflarını takip ettiği ve bu yüzden “hakîm” adıyla anıldığı anlaşılır. Astroloji, tıp ve müzik bilgilerinde de behre sahibiydi. Fakat hesap ve hendesede pek ileri gitmişti. Nitekim kendisi de “Hendese bilgisinde Sind’de, Hind’de ve Horasan civarında meşhur oldun. Hesapta da şu oluş âlemi, düşüncenin altında çörotu yakılan bir buhurdan kesilir âdeta” der. [7] İslâm dininden başka Zerdüştîlik, Hıristiyanlık vesaire gibi dinlerden bahsederse de bu hususlarda mütalâası vardır, fakat malumatı noksandır. Fakat fıkıh, tefsir, hadis gibi İslami bilgilerle Arapça’daki derin ve geniş ihatası, “Vech-i din” vesaire gibi eserlerinden açıkça anlaşılmaktadır.
Nasır-ı Husrev – Sefername
PDF Kitap İndir |