Ihsan Atasoy – Husrev Altinbasak

ASIRLAR SÜREN MÜCADELELERDEN sonra İslam’ın bayraktarı koca Osmanlı Devleti, hasımları tarafından tarih sahnesinden silinmekle kalmamış, ardından yapılan maddî ve manevî darbelerle can damarı hükmündeki bağları koparılarak bir daha dirilmeyecek hale getirilmek istenmiştir. Yeni idareyle Kur’an etrafındaki surlar yıkılmaya çalışılmış; medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılıp Kur’an, yeni yetişen nesillerin dünyasından silinmek istenmiştir. Bu suikast planlarının kaynağını, “Bu Kur’an Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ya bu Kur’an’ı onların elinden almalıyız yahut da onları Kur’an’dan soğutmalıyız!” şeklindeki ifadeler teşkil ediyordu. Maalesef bu art niyetle, Kur’an’ın pak sinesine el uzatılmış ve Müslüman evlatlarına, kendi elleriyle Kur’an’ı ortadan kaldırtmak için onu okuyup yazmayı unutturacak tedbirlere başvurulmuştur. Tarihte Kur’an birikiminin mahsulü kitapları nehirlere atan Cengiz ve Hülagu fitnesinden daha dehşetlisi tezgâhlanmıştır. Zira Kur’an’ın engin manalarının mahfazası olan harflerine ilişmek suretiyle nuru söndürülmek, hakikati unutturulmak istenmiştir. Buna karşı, sinesinden çıkan elmas kılıçla, manevî i’cazıyla ve keskin delilleriyle Kur’an, karşı koymak zorunda kalmıştır. Her türlü desise ve engellere rağmen, Kur’an’ın yeni ve diri mesajı, silah ve kılıç yerine, kalem ve kelamla yepyeni bir çığır açmış ve bir diriliş hamlesi başlatmıştır. ALTIN KALEMİYLE HÜSREV ALTINBAŞAK İşte bu şanlı milletin hamiyet sahibi kahraman evlatları, Kur’an’ın bu en zorlu savaşında yerlerini almak için “Son Müceddid”in etrafında halkalanmışlardır. Adeta kılıçlaşan kalemleriyle sipere yatmış, Kur’an’ın semasından nüzul edip gelen Nurları her türlü tehdit ve yasak altında yazıp yazdırmaktan geri durmamışlardır. İşte bu saff-ı evvel kahramanların birincisi, altın kalemiyle tarihe geçen merhum Ahmed Hüsrev Altınbaşak’tır. Hüsrev Altınbaşak, felaket ve helaket asrında Kur’an hakikatlerinin kalplerde yerleşmesinde inşa edici bir kalem erbabıdır. Bir gece baskını gibi yapılan bir devrimle, Kur’an’ı yazıp okumanın ağır cezalara çarptırıldığı karanlık günlerde, altın kalemiyle meydana atılmış ve Kur’an nurlarını yazıp yaymaktan çekinmemiştir. Tıpkı Asr-ı Saadet’teki “muharebe-i bilhuruf” yani harflerle savaş, yirminci asırda Hüsrev Altınbaşak gibi ehl-i kalemin gayretleriyle yeniden ehl-i şirke meydan okumuştur.


Bu manevî dirilişi durdurmak, bu nuru söndürmek hususunda aciz kalanlar, bu defa muharebe-i bissuyufu, yani silahlı mücadeleyi, tehdit ve zor kullanmayı tercih etmişlerdir. Çünkü hak noktasında mağlup olanlar kuvvete başvurmaktan başka çare bulamazlar. Fakat bilemediler ki, fikir kelepçelenmez, inanca kelepçe vurulmaz, hak ve hakikat maddî tedbirlerle durdurulamaz. İşte Hüsrev Altınbaşak, ikinci dirilişin mebdeinde ve bu iman ve Kur’an ağacının kökünde saff-ı evvel ve rükün talebelerdendir. Mütevazı evinin köşesini siper yapıp kalemini bir kılıç gibi kullanarak taarruzlara karşı koymuştur. Daha Üstad’ın hayatındayken yazdığı risalelerin adedi altı bin nüshaya ulaşmıştır. Üstad’dan sonra bu sayı on üç bin beş yüz nüshaya çıkmış, buna bir de dokuz adet Kur’an ilave edilince Üstad’ın ifadesiyle, “Hüsrev’in kalemi, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ve Risale-i Nur’un mu’cizevari kerametleri ve harikaları” haline gelmiştir. Bütün bu gayret ve himmetleri sayesindedir ki, risalelerin iki yüz on dört yerinde ismi en çok geçen zat olmakla beraber, Nur tarihinde eşsiz bir rekora da imza atmıştır. “YÜZ ŞEYHÜLİSLAM KADAR HİZMET” Hüsrev Altınbaşak ve arkadaşları, Osmanlı akıncılarından daha anlamlı ve kalıcı bir cihadın sahipleriydiler. Zira onlar, “berk-i suyuf korkusuyla” düşmanı cehenneme göndermek değil, “barika-i hakikat şevkiyle” gönülleri fethedip, yanlarına aldıkları düşmanlarıyla cennetin yolunu tutmuşlardır. İşte Üstad’ın Hüsrev Altınbaşak için, “Belki geçmişteki yüz şeyhülislam kadar hizmeti olmuştur” sözünün manası budur. Yasaklı ve korkulu devirde evinden hiç çıkmadan Nurları yazmış ve Gül Fabrikası sahibi olduğunu hakkıyla ispat etmiştir. Kur’an’ı unutturmak suikastına karşı Mimar-ı Azam’ın mühendisliğiyle ortaya çıkan, maddeci ve inkârcı gözlerin bile hakkaniyetini tasdik etmekten kendilerini alamadıkları Tevafuklu Kur’an’ı yazma şerefi de Hüsrev Altınbaşak’a nasip olmuştur. Hüsrev Altınbaşak, Kur’an’a yaptığı bu hizmetiyle tarihin altın sayfalarına geçmiştir. Bu Nur kahramanı Eskişehir, Denizli ve Afyon Hapislerinde Üstad’la çile çekerken, daha sonra da dava uğrunda en çok meşakkate uğrayanlardan biri olmuştur.

Zalimlerin hapsinden kurtulsa bile o kendi kendini evine hapsetmiş, kalemini kılıç yapıp şehitlerin kanından aziz bildiği mürekkebi kâğıtlara dökmekle ömür geçirmiştir. NUMUNE-İ İMTİSAL Üstad, zaman zaman çeşitli meziyet ve kabiliyetlerle öne geçen talebelerini, numune-i imtisal ve ideal bir model olarak takdim eder. Diğer talebelerini bu talebelerin makamlarına devamlı teşvik eder. Mesela yeğeni Abdurrahman, hiç unutamadığı ideal ve model talebelerden biridir. Bu yüzden kabiliyetiyle onu andıran pekçok talebesine, “Sen tıpkı Abdurrahman’ım gibisin!” diye iltifat etmekten kendini alamaz. Bunun gibi, Hüsrev Altınbaşak ve Hulusi Yahyagil gibi ağabeyler de Risale-i Nurlarda birer model olarak takdim edilirler. Onlara benzer kabiliyetler ortaya çıktıkça, Üstad onları da o nam ile yâd eder. Mesela Mustafa Sungur, Hulusi Yahyagil, Bekir Berk ve Mehmed Kayalar gibi hamiyet sahiplerini Abdurrahman makamıyla yâd ederken, Santral Sabri için “Hulusi-i Sanî” der. Tahiri Mutlu ve Mustafa Osman için “İkinci bir Hüsrev”, Mehmed Feyzi için “Küçük Hüsrev”, Hasan Feyzi’ye “Denizli’nin Hüsrev’i”, Mustafa Sungur için “Küçük bir Hüsrev olan kahraman Sungur” tabirlerini kullanırken, Mehmed Fırıncı’ya da “İstanbul’un Hüsrev’i” diyerek iltifat eder. KADER CİHETİYLE Hüsrev Altınbaşak, “Risale-i Nur’un bir vazifesi, huruf-u Kur’aniyeyi muhafazadır” beyanı gereğince kendini bu gayede fani bilir, Üstad’dan sonra da bu yolda hizmetini sürdürür. Daha sonra çıkan okuyucu-yazıcı ihtilafı, ehl-i nifakın tahrikleriyle büyütülmüş bir meseledir. Zira Hüsrev Altınbaşak, çevresindekilere, “Kardeşim evvela bir kimsenin imanını kurtarmak için önce Latince risaleleri verin okusun, olmadı bir daha verin okusun. İmanını kurtardıktan sonra, Kur’an harfleriyle de bu hakikatleri okuyup yazmak lazım geldiğini söyleyip hatt-ı Kur’anîyi de öğretin” der. Bugün, artık geçmişte kalan ve çoğu, nifak ehlinin marifeti olan kırgınlıkları, kaderin hükmüne havale edip muhabbete kuvvet vermek, Kur’an’ın sabahında kardeş olmak zamanıdır. Nasıl ki, Asr-ı Saadet’te sahabeler arasındaki şiddetli fırtınalar, ehl-i hamiyeti harekete geçirip her biri bir tarafından tutup İslam’ın muhafazasına koşmuşlardır.

Bu asırda da Nur talebeleri arasında meydana gelen okuyucu-yazıcı hadisesi gibi ihtilaflar, her grubu ayrı bir dalda hizmete koşturmuştur. Kader cihetiyle bakıldığı zaman bu ihtilaflar bir yandan hatt-ı Kur’an’ın muhafazasına, diğer yandan Risale-i Nur’un daha geniş kitlelerce okunup istifade edilmesine imkân sağlamıştır. İçtihat neticesi çıkan olaylarda birbirini öldüren ve ölen sahabiler hakkında ileri geri konuşmanın hiçbir faydası olmadığı gibi, Nur talebeleri arasında geçmişte yaşanmış ve çoğu nifak ehlinin tahrikleriyle büyütülmüş bu gibi meseleleri bugün bahse konu yapmanın da hiçbir faydası yoktur. Tersine, ihlas ve kardeşliğimize büyük zararları olacağı muhakkaktır. İÇTİHAT FARKI Sözler’in Latin harfleriyle basılıp kendisine ulaşması üzerine, Üstad bu sevinci paylaşmak için aralarında Bayram Yüksel’in de olduğu birkaç talebesiyle birlikte Hüsrev Altınbaşak’ın yanına gider. Fakat Hüsrev Altınbaşak kendini hatt-ı Kur’an’da fani bildiğinden, naz makamında, “Üstadım buna niye müsaade ettiniz, keşke müsaade etmeseydiniz!” diye karşılık verir. Üstad, gençlere teshilat için buna ihtiyaç olduğunu, artık Nurların çiçek açıp meyve vermeye başladığını, bu eserleri bütün dünyanın okuyacağını söyler. Bunun üzerine Hüsnü Bayram’ın ifadesiyle, Hüsrev Altınbaşak’ın, “O zaman hatt-ı Kur’anî asıl olmak üzere inşaallah Latin harfleri de hizmete medar olur” dediği nakledilir. Onun naz makamındaki bu görüşüne bir muhalefet olarak değil, bütün ömrünü hatt-ı Kur’an’a vakfetmiş bir insanın içtihat farkı olarak bakmak lazım. Malum, içtihatta isabet eden iki, etmeyen bir sevap alır. Bununla beraber, ehl-i hakikat ve evliyaullah arasında geçen olayları tartmak ve onlar hakkında ileri geri söz söylemek bizim gibilerin haddine düşmez. Onlar birbirlerine nazlanıp hatta birbirini tenkit de etseler, makamlarından düşmezler; ama biz onları medar-ı bahis ederken yapacağımız yanlış değerlendirmelerle gıybete, hatta iftiraya varan günahlara düşüp manen çok zarar görme ihtimalimiz vardır. Üstelik mahall-i cezaya gitmiş olan zatlar arasındaki hadiseleri kadere havale edip, yeniden medar-ı niza etmemeyi Risale-i Nur bize ders veriyor. Üstad, cennetle müjdelenen sahabeler arasındaki hadiseleri örnek göstererek yazdığı bir mektupta, bu konularda bize ölçü olacak son derece ibretli dersler vermektedir: “Aziz, sıddık, müstakim kardeşlerim, Gayet ciddî bir ihtarla bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki: ‘Lâ ya’lemü’l-gaybe illallâh’ (Gaybı Allah’tan başkası bilemez) sırrıyla, ehl-i velayet, gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler.

En büyük bir veli dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze etmesini Aşere-i Mübeşşere’nin mabeynindeki muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihatla hareket edilmiş ola. Bu sırra binaen ‘Ve’l-kâzımîne’l-gayza ve’l-âfîne ani’n-nâs’ (‘Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenler…’ Âl-i İmran Suresi, 3:134)’deki ulüvv-ü cenab düsturuna ittibaen ve avam-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerinden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki husumetten istifade ederek, birinin silahıyla, itirazıyla ötekini cerh edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini de yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, Risale-i Nur şakirtleri, bu mezkûr dört esasa binaen, muarızlara hiddet ve tehevvürle ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medar-ı itiraz noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir. (…) Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.” [1] Karşı tarafın kendine göre yüz iyiliğinden bir-iki hatasını görmekle doksan sekiz iyiliğini görmezden gelmek, insandaki zulüm damarının ne derece haktan ve adaletten insanı uzaklaştırdığının ifadesidir. Yarın kıyamet günü bizi mahcup edip boynumuzu yere eğdirecek bu gibi hallerden Cenab-ı Hak bizleri muhafaza buyursun. Âmin! Bu zamanda Hıristiyanlarla bile medar-ı niza noktaları bir kenara bırakıp ittihat etmeyi tavsiye eden bir Üstad’ın talebeleri, ittihad-ı İslam’ın fecr-i sadıkında, aralarındaki adavetleri unutup muhabbetle kucaklaşmaları zaruridir. Bu kucaklaşma en çok, kabirlerinden bizi temaşa eden başta Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), bütün peygamberler, sahabiler, Üstad olmak üzere Hafız Aliler, Hüsrevler, Tahiriler, Hulusiler, Feyziler, Zübeyirler, Sungurları mesrur edecektir. Üstad’ın ifadesiyle muhabbet devam etmeli, şûra kuvvet bulmalıdır. HOŞ GÖRMEK Yeri gelmişken Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, cemaatler arasındaki nahoş tartışmalara ve ayrılıklara sebep olan menfi tavır ve suizanlara karşı, birbirlerine karşı hoşgörü ve müspet hareketle davranmak gerektiğine işaret eden ifadeleri oldukça manidardır: “Hoş görmek pozitif bir haldir.

Bunun negatif hali sessiz kalmak demektir. Çok kötü hali de nahoş görmektir. Bu da olumsuz bir tavırdır. Bize düşen hoş görmektir. Şu eksiği, bu eksiği gözümüze ilişti. Burada ince bir nokta var, ihtimal Cenab-ı Hak onu öyle yaptırdı, onunla bizi imtihan ediyordur. Meseleyi âlemde görmek isterken yüzde yüze talip olmamak lazım. O yüzde yüzü kendimiz için düşünmeli. Başkaları için Mevlana ifadesiyle ‘Yüzde ısrar etme, doksan da olur / İnsan dediğinde, noksan da olur / Sakın büyüklenme, elde neler var / Bir ben varım deme, yoksan da olur!’ Bize ait meselelerde kendimize öyle bakmalıyız, fakat diğerlerinde temel disiplinlere aykırı değilse, değil olumsuz birşey söylemek, olumsuz bir mülahazaya bile girmemek lazım. Hoş görme budur. Meseleleri karşı tarafın düşünce sistemini, anlayışını, dünya görüşünü, felsefesini yıkarak, onun yerinde birşeyler yapacağımıza bağlama bu sadece tahrip olur. Bunun içinde suizan vardır ve tahribata müncel olabilecek davranışlar söz konusudur. Medyaya bakın, internet sitelerine bakın. Ne korkunç tahribatlar, tahrifatlar oluyor. Biri birinin bir kelimesini alıyor, onunla oynuyor.

Sonra taarruzlara rampa yapıyor. Karşı tarafa gülle ve bomba yağdırıp sürekli o tarafa gülle ve bomba boşaltıyor. Nahoş olmaya kilitlenmeden kaynaklanıyor. Oysaki siz pozitif düşünceleri, yararlı gördüğünüz düşünceleri, müspet belli bir mülahazaya bağlı olarak oraya koyun. Bugün olmasa yarının nesilleri, yarın olmasa öbür günün nesilleri ‘Bir zamanlar böyle demişlerdi, bu makulmüş ama biz anlayamamışız’ (diyecek). En azından onlarda bir nedamet duygusu hasıl edebilecek bir tavır içinde bulunmak çok önemlidir. İlle dediğim dedik demek katiyen doğru değildir. Ve bununla ittifaka ulaşılamaz. Hayatlarını başkalarını tahrip etmek suretiyle birşeyi başkasına ikame etmeye bağlamış kimselerin şimdiye kadar kalıcı olarak ortaya koydukları hiçbir şey yoktur. Bu açıdan her zaman tamirin yanında olmak lazım. Üstad’ın ifadesiyle müspet hareket etmek lazım. ‘–ci öyle yapıyor –ca öyle yapıyor…’ Siz, hep böyle yapar, böyle bakar, böyle düşünür, böyle telaffuz eder, açık kapalı bütün mülahazaları bu çerçevede ortaya koyarsanız, nihayet onlar da insandır, yani bu mülahazalarınız onlara gittiği zaman bağışlayın öyle deriz biz: ‘Tüh ulan şimdiye kadar yanılmışız.’” [2] Merhum Zübeyir Ağabey’in ifadesiyle, “Bundan sonra hizmetimiz daire daire olacak. Her daire kendi hizmetiyle meşgul olup başkasını tenkit ve tenkisle değil, onların hizmetlerini de takdir ederek, aralarındaki kopuklukları gidermeye çalışmalıdır.” İnanıyoruz ki artık husumet devri bitti.

Hizmet grupları kendileri dışındakilerin varlığını kabul edip onların yaptığı hizmetleri de takdir ederek, birbirlerini anlamaya çalışmalı, aralarındaki kopuklukları gidererek birlik ve beraberlik bağlarını kuvvetlendirmelidir. Zira ittihad-ı İslam’ı hedef gösteren bir Üstad’ın izinden gidenlerin, evvela kendi aralarındaki birliği sağlayıp, birbirlerine sevgi ve hoşgörüyle bakmasını öğrenmeleri gerektiğine inanıyoruz. Bu çalışma bu uğurda atılmış küçük bir adım vazifesi görebilirse kendimizi bahtiyar addedeceğiz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir