A. E. von Vogt – Null-A Dünyası

Okuyucu, ellerinizde tuttuğunuz bu kitap tüm bilimkurgu edebiyatının üzerinde en çok tartışılan – ve en başarılı – romanlarından biridir. Giriş niteliğindeki bu saptamalarla, başarılarının bir kısmına değinmek ve önde gelen eleştirmenlerin Null-A Dünyası hakkında söylediklerinin ayrıntılarına girmek istiyorum. Lütfen birazdan okuyacaklarınızın sert bir savunma olmayacağını belirtmeme izin verin. Aslına bakarsanız, eleştirileri ciddiye almaya karar verdim ve buna dayanarak, bu baskıda bazı değişiklikler, uzun süredir gereksiz olduğunu düşündüğüm birtakım açıklamalar yaptım. Kitaba yöneltilen saldırılara girmeden önce, Null-A Dünyası’nın başarılarından birkaçım kısaca sıralamak istiyorum: II. Dünya Savaşı’nın ardından büyük bir yayınevi tarafından (Si-mon and Schuster, 1948) basılan ilk ciltli bilimkurgu romanı oldu. Manuscripters Club ödülünü kazandı. New York bölgesi kütüphaneler birliği tarafından 1948’in en iyi yüz romanı arasına seçildi. Fransa’daki Editions OPTA’nın editörü Jacques Sadoul, Null-A Dünyası’nm ilk basılışıyla birlikte Fransız bilimkurgu piyasasını oluşturduğunu belirtti. îlk baskı 25,000’den fazla satmıştı. Sadoul, satılan kitap miktarına göre benim hâlâ – 1969’da – Fransa’da en çok okunan yazar olduğumu da belirtmektedir. Kitabın basılışı, ilginin Genel Anlambilim’e yönelmesini sağladı. Öğrenciler, Null-A Dünyası nı okurken fotoğraf çektiren Kont Alfred Korzybski’nin yönetimi altındaki Lakevvood, Connecticut’da bulunan Genel Anlambilim Enstitüsü’nde eğitim görmek için akın ettiler. O zamanlar düşekalka ilerleyen bir bilim olan Anlambilim, artık yüzlerce üniversitede okutulmaktadır. Null-A Dünyası dokuz dile tercüme edildi.


Bunları söyledikten sonra artık saldırılara gelelim. Göreceğiniz gibi bunlar yazarları çıldırtıp okuyucuların kafasını karıştıran çok daha eğlenceli şeylerdir. İşte Sam Moskowitz’in Seekers of Tomorrow [Yarını Arayanlar] kitabında, yazar hakkındaki kısa biyografisinin içinde Null-A Dünyasındaki sorunun ne olduğunu söylediği kısım: “Çifte zihinli bir mutan! olan sersemlemiş Gilbert Gosseyn, kim olduğunu bilmemekte ve tüm roman boyunca bu sorunun cevabını aramaktadır.” Roman aslında Astounding Science Fiction dergisinde tefrika halinde yayınlanmıştı ve son bölümün yayınlanışının ardından (Bay Moskovvitz sözlerine şöyle devam ediyor): “Kafası karışmış insanların kederli mektupları bir sel gibi gelmeye başladı. Okuyucular, hikâyenin neden bahsettiğini anlamamışlardı. Campbell (editör) onlara birkaç gün beklemelerini tavsiye etti; öne sürdüğüne göre verilerin sindirilmesi için bu kadar zaman gerekiyordu. Günler, aylara döndü, ama netleştirme hiçbir zaman oluşmadı-” Kabul edersiniz ki, bunlar yenilir yutulur laflar değildi. Bilimkurgu tarihi konusundaki bilgisi ve bilimkurgu koleksiyonu (tüm evrende) belki sadece Forrest Ackerman tarafından geçilebilen dobra sözlü Sam Moskovvitz… yine de yanılmaktadır. Editöre “kederli” mektuplar yazan okuyucuların sayısı iki elin parmaklarını bulmamıştı. Bununla birlikte Moskovvitz, şikâyetçilerin niceliğinin değil niteliğinin önemli olduğunu belirtmiş olabilir. Ve bunda da haklıdır. Null-A Dünyası’mn 1945’de tefrika edilişinin kısa bir süre sonrasında, şimdiye kadar tanımadığım bir bilimkurgu meraklısı, bir bilimkurgu fanzininde, romanı ve genel olarak benim o zamana kadarki çalışmalarımı hedef alan uzun ve güçlü bir makale yazmıştı. Makale (hafızamda kaldığı kadarıyla) şu cümleyle bitiyordu: “Van Vogt aslında, dev bir daktiloda çalışan cüce bir yazardır.” Betimlemelerle örülmüş bu makale (eğer üstünde düşünürseniz) anlamsız bir sürü ifade barındırmasına rağmen, beni derginin bir sonraki sayısında – artık bulunması imkânsız – böylesine şiirsel bir saldırı yapabilen genç adam için parlak bir yazarlık kariyeri öngördüğümü i-şaret eden cevabi bir makale yazmaya teşvik etmişti. Bu genç yazar, zamanla başka başarılarının yanı sıra – birkaç yıl önce (imkânsız görünse de) hâlâ hatırı sayılır bir kurum olan Amerikan Bilimkurgu Yazarları Birliği’ni organize etmeyi başaran bilimkurgu dahisi Darnon Knight olup çıkacaktı.

Knight’ın saldırısının ardından onca zaman geçtikten sonra, Ga-Iaxy Magazine’in eleştirmeni Algis Budrys, 1967 Aralığı’nda kitap e-leştirileri sütununda şöyle yazacaktı: “[Eleştirel denemelerinin toplandığı] bu edisyonda daha eski versiyonundaki iyi yazılarının yanı sıra Damon’ın ünlenmesini sağlayan A.E. van Vogt’u yıkan o ünlü yazıyı bulacaksınız.” Null-A Dünyası ile ilgili başka eleştiriler neler? Başka yok. Bu bir gerçek. 23’A yaşındayken Knight tek başına, bu romanı ve benim çalışmalarımı ele alarak Algis Budyrs’in dediği gibi benim “yıkılışımı” gerçekleştirdi. Öyleyse, sorun nedir? Niye şimdi Null-A Dünyası’m yeniden değiştiriyorum? Bütün bunları, tek bir eleştiri yüzünden mi yapıyorum? Evet. Ama niye?- diye soruyorsunuz. Bu gezegende, gücün nerede olduğunu fark etmek zorundasınız. Güç Knight’da mı? Güç Knight’da. Elbette ki daha derin bir anlamda, kitabı böyle savunup değiştirmemin nedeni, Genel Anlambilim’in sadece kitabın geçtiği İ.S. 2560 yılında değil, şimdi ve burada, anlamlı sonuçları olan önemli bir konu olmasıdır. Kont Alfred Korzybski’nin ünlü kitabı Science and Sanity’de [Bilim ve Us] tanımladığı gibi, Genel Anlambilim, Aristotelesci ve New-toncu olmayan tüm sistemler için kapsayıcı bir terimdir. Bu laf kalabalığının hızınızı kesmesine izin vermeyin.

Aristotelesci olmayan demek, Aristoteles yandaşlarının neredeyse 2,000 yıldır sabitlediği düşünceye göre olmayan demektir. Newtoncu olmayansa, bugünkü bilimin kabul ettiği ve esas olarak Einstein’ın ilkelerine dayanan bizim evrenimizdir. Aristotelesci olmayan, A-olmayan’a [Non-A] kısaltılır, ardından da Null-A’ya. İşte bu yüzden kitapların isimleri, Null-A Dünyası ve Oyuncuları. Genel Anlambilim, Anlamın Anlamı’yla ilgilenir. Bu noktada yeni Dilbilim’in sınırlarını aşar ve onu kapsar. Genel Anlambilimin temel düşüncesi, anlamın sadece filtresinden geçtiği sinir ve algılama siste-xı minin – ki bu bir insandır – hesaba katılması durumunda kavranalabi-leceğidir. Sinir sisteminin kısıtlamaları yüzünden insanoğlu, gerçeğin tümünü asla göremez, sadece bir kısmını görür. Bu kısıtlamaları tanımlamak için Korzybski, “soyutlama merdiveni” terimini kullanmıştır. Onun kullandığı anlamda soyutlamanın, sembolik ya da yüce bir ikincil anlamı yoktu. Sadece “bir şeyden soyutlama” anlamına geliyordu, yani, bir şeyden bütünün bir parçasını alma. Onun önergesine göre: Bir doğa sürecini gözlemlerken, kişi sadece gözlemlediğinin bir kısmını soyutlayabilir – yani algılayabilirdi. Ben sadece başka bir adamın düşüncelerini sunan bir yazar olsaydım, sanırım okurlarımla pek sorun yaşamazdım. Bence Null-A Dün-yası’nda ve devamında Genel Anlambilimin verilerini o kadar iyi ve beceriyle sundum ki, okuyucularım tüm yapmam gerekenin bu olduğunu düşündüler. Ama gerçek şudur ki, ben, yazar, daha derin bir paradoks gördüm.

Einstein’ın görecelik teorisinden beri – bu çok açıktır – hesaba katılması gereken bir gözlemci kavramını geliştirdik. Bunu insanlarla tartıştığımda, onların bu kavramın boyutlarını anlamaktan aciz olduklarını gördüm. Gözlemciyi, temel olarak cebirsel bir birim olarak görüyor gibiydiler. Gözlemcinin kim olduğu hiç önemli değildi. Kimya ve fizik gibi bilimlerde yöntemler öylesine belirgin di ki, görünüşe göre gözlemcinin kim olduğu önem kazanmıyordu. Jüponlar, Almanlar, Ruslar, Katolikler, Protestanlar, Hindular ve İngilizler, hepsi, görünüşe göre kişisel, ırksal ve dinsel önyargılarını es geçerek aynı kaçınılmaz sonuçlara varıyorlardı. Ama konuştuğum herkes, bu değişik milliyet ve din gruplarının üyeleri tarih yazmaya başladığında – ya, evet, bunun her birey için farklı bir hikâye (ve elbette farklı bir tarih) demek olduğunun farkındaydı. Yukarıda, tabii bilimlerde ya da sıkça denildiği gibi “pozitif bilimler’de, gözlemcinin kim olduğunun “görünüşte” önemli olmadığını söylerken anlatmak istediğim şey, aslında bu alanlarda bile bunun önemli olduğu gerçeğiydi. Bütün bilim adamlarının birer birey olarak, okulunun ve ailesinin beynini yıkaması sonucunda Doğa’dan edindiği verileri soyutlama yetileri kısıtlanmıştır. Anlaınbilimciler’in söyleye-xıı ceği gibi, her bilimsel araştırmacı, her araştırma projesine “kendi tarihini sürükler”. Yani daha az eğitimsel ya da kişisel katılığa sahip bir fizikçi, başka bir fizikçinin (soyutlama) yetisini aşan bir problemi çözebilir. Kısaca, gözlemci, daima belirli bir kişi, bir ‘ben’dir ve böyle olmak zorundadır. Buna uygun olarak, Null-A Dünyası’nın açılışında kahramanım -Gilbert Gosseyn – düşündüğü kişi olmadığını fark eder. Kendisi hakkında yanlış bir inanca sahiptir. Şimdi bir düşünün – benzer şekilde bu durum hepimiz için böyle-dir.

Sadece, biz sınırlı rolümüzü öylesine kabullenmişiz ve kendimizi sahteliğe öylesine kaptırmışız ki rolümüzü asla sorgulamıyoruz bile. Null-A Dünyası’nın hikâyesine devam edersek: Kim olduğunu bilmemesine rağmen kahramanım, “kimliğiyle” adım adım tanışır. Bu, esas olarak, başına gelen olayların anlamını soyutlayabilmesi ve onlara kendi üzerinde bir güç tanıması anlamına gelmektedir. Zamanla, kimliğinin soyutlamış olduğu kısmının bütünü oluşturduğunu hissetmeye başlayacaktır. Bu durum, ikinci roman olan Null-A Oyuncuları’nda sergilenir. Bu devam hikâyesinde, Gilbert Gosseyn, başka biri olmasına yönelik tüm çabaları reddeder. Bu (kimlik) alanını, bilinçli olarak soyutlamadığı i-çin bir piyon olarak kalır. Kimliksel olarak, katı bir şekilde, evrenin gürültüsü olarak adlandırabileceğimiz şeye bağlı kalan bir kişi için zengin ve renkli olan şey dünyadır, kendisi değil. Çevreden gelen bu sayısız etkiyi kaydettiği için bir kimliği varmış gibi görünmektedir. Gosseyn’in çevresinden soyutladığı her şeyin – kendi bedeninin doğum öncesi algılamaları da dahil olmak üzere – toplamı, onun hafızasını oluşturur. İşte bu yüzden bu hikâyelerde, hafızanın kimliğe eşit olduğu düşüncesini sundum. Ama öyledir demedim. Bu düşün eyi dramatize ettim. Örneğin, Null-A Dünyası’nın ü;te birine gelindiğinde Gosseyn vahşi bir şekilde öldürülüyor. Ama onrasında, yeni bir bölümün başlangıcında tekrar beliriyor, görünüşt; aynı kişi ama başka bir bedende.

Bir önceki bedenin hafızası onda olduğu için aynı kimliğe sahip olduğunu kabul etmektedir. Ters bir örnek: Null-A Oyuncuları’nın sonunda özel bir dini inanca bağlı olan ana kahraman, tanrısını öldürür. Bu, onun için yüzleşeme-yeceği kadar ölümcül bir gerçektir; yani bunu unutması gerekmektedir. Ama böylesine her şeyi kapsayan bir noktayı unutabilmek için bildiği her şeyi unutması gerekmektedir ve o da, kim olduğunu unutur. Kısaca, hafızasızlık eşittir kimliksizlik. Null-A Dünyası ve Oyuncuları’nı okuduğunuzda, bu fikre ne kadar tutarlı bir şekilde bağlı kalındığını ve – artık dikkatiniz de buna çekildiğine göre – gelişimin ne kadar net olduğunu göreceksiniz. Null-A Dünyası’ndan önce yazılmış romanlar arasından, yüzeysel olmanın ötesinde daha derin bir şeyler anlatan tek bir tane kitap bile hatırlayamıyorum. Bilimkurgu, tek bir boyutun ötesinde içsel ve örtülü anlamlar taşımaksızın dosdoğru yazıldığı zaman bile, öylesine karmaşık görünüyor ki fazladan bir boyut katmak yazarın zalimliği gibi oluyor. Böylesi iki-boyutlu bilimkurgu eserlerinin son örneklerinden biri, İngiliz varoluşçu felsefeci Colin Wilson’un Mind Parasites [Akıl Asalakları] adlı yapıtıdır. Parasites’in başkahramanı, Yeni İnsanlar’-dan biridir – kısaca, bir varoluşçu. Null-A Dünyası’nda kelimenin tam anlamıyla asi, sinik ya da komplocu olmaksızın, siyah ve beyaz gibi uçlarda olmaksızın geniş bir skala üzerinden düşünen Null-A (Aristotelesci olmayan) insanıyla karşı karşıyayız. Bunun birazı bile Komünist hiyerarşilerde, genel olarak Asya ve Afrika’da, bizim Wall-Street’de ve Güney’in Derinleri’n-de, akla gelebilecek diğer tüm yerlerde olsa… kısa bir süre içinde, daha gelişmiş bir gezegende yaşıyor oluruz. Bilimkurgu yazarları son zamanlarda, bilimkurguda tanımlama konusuyla yakından ilgilenmektedir. Bu alanda sadece birkaç yazar kendi bilimkurgularını bu paha biçilmez niteliğe ulaştırmayı başarabildiler. Bu tartışmada nerede durduğumu daha netleştirmek için- Null-A hikâyelerinde ben, kimliğin kendisini betimliyorum.

xıv Bir yazar ve eleştirmenleri arasındaki ağız dalaşından çok daha ö-nemli olan bir şey var ki… Genel Anlambilim, bugün hâlâ dünya için anlamlı bir mesaj taşımaya devam etmektedir. Gazetelerde, S.I. Hayakawa’nın San Francisco State College’daki 1968-69 isyanlarıyla nasıl başa çıktığını okudunuz mu? Bu isyan, ilk ve en ciddi – kontrol dışı ve tehlikeli – olanlardandı. Üniversitenin rektörü istifa etti. Hayakawa geçici rektör atandı. Ne yapmıştı? Evet, Profesör Hayakavva bugünün Bay Null-A’nın ta kendisidir, Uluslararası Genel Anlambilim Topluluğu’nun seçilmiş başkamdir. Bu isyana -böylesi durumlarda – gerçek anahtarın iletişim olduğunun kesin bilinciyle yaklaştı. Ama karşı tarafın kurallarıyla ilişki içinde bir iletişim kurmalısınız. Gerçek sorunları olan insanların dürüst talepleri, sürekli olarak daha iyisini yapma düşüncesiyle fazlasıyla karşılandı. Ama komplocular, onlara inen darbenin ne olduğunu ve onları ileri iten gücü niçin kaybetmiş olduklarını bugün bile anlamış değiller. Null-A Dünyası’nda Gilbert GoSANE [Akılyürüten] öyküsünde o-lan şey de budur. -A.E. van VOGT

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir