“Hiçbir hikâye, gerçek hayat kadar heyecanlı ve ilginç değildir” sözü, çoğumuza pek inandırıcı gelmeyebilir. Oysa tamamen gerçeğin ifadesi bu. Bildiğimiz tüm hikâyeler hayatın içinden alınmıyor mu? Sabahın erken saatinde Moral FM’de yaptığım “Güne Merhaba” programlarında bir hikâye okumayı alışkanlık hâline getirmiştim. Okuyacağım hikâyeleri birçok bakımdan titizlikle seçiyordum. Hikâyenin duygusallığı, üslûbu, edebî yönü, verdiği ders, etkileyiciliği çok önemliydi. Neredeyse okuduğum her hikâyenin nasıl bir etki oluşturduğunu aynı gün anlayabiliyordum. Dinleyicilerim, bana sürekli, “Bu güzel hikâyeleri nereden buluyorsun? Hangi kitaptan okuyorsun?” gibi sorular soruyorlardı. Tek bir kaynaktan yararlanmadığım için bu sorulara kolay cevap veremiyordum. Kimi zaman kitap 6 ismini söylesem bile, “Ama nasıl bulabilirim ki?” diyen dinleyicilerim, kendilerine hikâyeyi fakslamamı istiyorlardı. Đlginçtir, bunları fotokopi yaptırıp, çevresine dağıtanlar bile oluyordu. Bu tür isteklere cevap vermenin en güzel yolu, okuduğum hikâyelerin en çok beğenilenlerini bir kitapta toplamaktı. Bu düşünceyle yola çıkarak, okuduğum hikâyeler içinden bir seçme yaptım. Bu hikâyelerin bir kısmı bana ait. Bunlar arasında, internet ortamında dolaşan veya dinleyicilerimizin gönderdiği hikâyeler olduğu gibi, hadislerden derlenen, ayrıca umuma mâl olmuş kıssa ve menkıbeler de var. Çalışmamımızın sonunda ortaya bu mütevazı kitap çıktı. Gönül dünyamızdan sızarak evinize, işyerinize, belki arabanıza misafir olan bu hikâyeler, dinleyicilerimizin ve okuyucularımızın beğenisine mazhar olursa, inşaallah yeni çalışmalarla karşınıza çıkacağım. Bu arada hiçbir zaman unutmadığım bir gerçeği sizinle paylaşmak istiyorum: Bu çalışma, sabahın erken saatinde bizleri dinleyen vefakâr ve sadık insanların yürek sesidir. Onların ilgisi, sevgisi ve teşviki, bizi bu güzellikleri sunmaya cesaretlendirdi. Bu vesileyle beni teşvik eden tüm büyüklerime ve dinleyicilerime teşekkür ediyorum. Cengiz TAN Kasım 2001 ÖLÜMSÜZ KIRMIZI GÜLLER…. Kan rengi, kıpkırmızı güllere bayılırdı. Zaten onlarla adaştı da. Gül… Kocasının sevgili Gül’ü… Her yıl Sevgililer Gününü kapının önünde bulduğu enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı, hiç aksatmadan. Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış, gülleri kucağına bırakılmıştı… Tıpkı geçmişte olduğu gibi, küçük bir kartla birlikte… Her yıl güllere iliştirdiği karta aynı cümleleri yazardı: — Seni, geçen sene bugünkünden, daha çok seviyorum… Birden, bunların son gülleri olduğunu düşündü. Önceden ısmarlanmış olmalıydı. Öleceğini nasıl bilebilirdi? Zaten her şeyi önceden plânlamayı ve yapmayı severdi, son dakika gelmeden… 8 Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti, vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine, eşinin kendisine gülümseyen fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğunda oturup saatlerce güller ve fotoğrafı seyretti sessizce. Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl. Sonra bir sabah kapı çalındı.. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi.. Kırmızı gülleri, üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Sevgililer Gününü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona gitti. Çiçekçi dükkânını aradı… Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı? — Biliyorum, dedi çiçekçi.. Eşinizi geçen yıl kaybettiniz. Telefon edeceğinizi de biliyordum. Bugün size yolladığım gülleri çok önceden ısmarlamış, parasını da ödemişti. Hep öyle yapardı zaten, hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl yollayacağım. Bir de özel kart vardı, kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum.. Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart… Gül Hanım hıçkırıklar arasında teşekkür ederek telefonu kapattı. Parmaklan titreyerek zarfı açtı… Okurken gözleri doluyordu… “Merhaba gülüm! Bir yıldır ayrıyız, umarım senin için çok zor olmamıştır. Yalnızlığını ve acılarını hissedebiliyorum. Giden sen, kalan ben olsaydım, neler çekerdim, kimbilir? Sevgi paylaşıldığında hayatın tadına doyum olmuyor. Seni kelimelerle anlatılmayacak kadar çok sevdim. Harika bir eştin dostum, sevgilim benim… Sadece bir yıldır ayrıyız. Kendini bırakma. Ağlarken bile mutlu olmanı istiyorum. Onun için bundan sonraki yıllar da güller hep kapımızda olacak. “Onları kucağına aldığında paylaştığımız mutluluğu ve gelecekteki beraberliğimizi düşün. Seni hep sevdim.. Her zaman da seveceğim. Ama yaşamalısın. Devam etmelisin. Lütfen!.. Mutluluğu yeniden yakalamaya çalış. Kolay değil, biliyorum, ama bir yolunu bulacağına eminim…. “Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip seninle yeniden ve ebediyyen kavuştuğumuz yere bırakacak… SENĐ SEVĐYORUM GÜLÜM… AZRAĐL’ĐN GÜZELLĐĞĐ Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında qenç bir hanım hastam vardı. Bu hastam gogus kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışınaıgrt-mek istemesine rağmen bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap’ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allah’ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap’m da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra bir ihale için Đzmir’e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz iqin uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve ben11 den habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat karda mahsur kalmış. Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki hastalık nedeniyle yürüyemez hâle gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güqlükle konuşarak: — Doktor bey, dedi. Ben size dargınım. — Niçin, diye sordum. — Siz dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, Allah’ı, ölümü, âhireti anlatmıyorsunuz? Dinî inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için, bu teklifi karşısında oldukqa şaşırdım. Onu üzme-meye qahsarak: — Doktorlara ulaşmak kolaydır, dedim. Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın… Konuşmaya mecali olmadığından “ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanı sıra, ebedî hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler “hızlandırılmış öğretime” dönüşmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla dinliyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kadar kala: — Doktor bey, dedi. Ben ölürken ne söylemeliyim? 12 — Senin durumun çok özel, dedim. Kelime-i şe-hadet sana uzun gelir. O anı farkedince Muhammed (a.s.m.) sana yeter. O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıztırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor ve onu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek: 3 — Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor, dedi. Sabahlara kadar inliyor ve çok ıztırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. — Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste Muhammed diyemezsem? Đşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı hâlde Cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’in acizliği hürmetine olacak ki, Salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim. Ertesi gün ona: — Hiç korma, dedim. Đğneyi vurdurabilirsin. Ve Serap, bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu sordu: — Doktor Bey, Azrail bana nasıl görünecek? — Kızım, dedim. O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir. 13 Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen evine gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manâsıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek: — Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı, dedi ve devam etti: — Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve ‘yataktan kalkması imkânsız’ denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekât namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i şe-hadet getirerek vefat etmeden biraz önce de: — Doktor beye söyleyin, dedi. Azrail onun söylediğinden de güzelmiş. Halûk NÜRBAKĐ BEBEK Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde: -— Dokunma bana, diye bir ses duydu. — Beni okşamaya hakkın yok senin… Kadın korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allah’ım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu. 15 — Bana yaklaşmanı istemiyorum, diye devam etti. Hemen uzaklaş benden… Kadın, biraz olsun kendini toplayarak : — Çocuklarımız hep erkek oluyor, dedi. Onlar da güzel, ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim. — Beni öpemezsin, diye ağlamaya başladı bebek. Benim de seni öpemeyeceğim gibi… — Neden, diye sordu kadın. Neden öpemezsin ki? Bebek, hıçkırıklara boğulurken: — Bunun sebebini bilmen gerekir, dedi. Düşünürsen mutlaka bulacaksın… Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken: — Geçmiş olsun hanımefendi, dedi. Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Sonra bir şey unutmuş gibi tekrar konuştu: — Haa, sahi, kızmış aldırdığınız bebek. Cüneyt SÜAVĐ PADĐŞAHIN ĐŞĐ NE? Sultan Murad Han o gün bir hoştur. Telâşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar: — Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var? — Akşam garip bir rüya gördüm. — Hayırdır inşallah? — Hayır mı, şer mi öğreneceğiz. — Nasıl yani? — Hazırlan, dışarı çıkıyoruz. Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar, döner Vefa’ya, Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. Đşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorar: — Kimdir bu? Ahali: 17 — Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın meyhuşun biri işte!.. — Nerden biliyorsunuz? — Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz. Bir başkası tafsilâta girer: — Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı’nda çalışır. Nalının hasını yapar… Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine. Hele yaşlının biri çok öfkelidir: — Đsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu? Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada!.. Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu: — Nereye? — Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım. — Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem… Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle halkımızdır. Defini tamamlamak gerek. — Đyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden. — Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha. — Peki ne yapmamı emir buyurursunuz? 18 — Mollalığa devam… Naaşı kaldırmalıyız en azından. – — Aman efendim, nasıl kaldırırız? — Basbayağı kaldırırız işte. — Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Kefenlenmesi, gömülmesi… — Merak etme ben beceririm. Ama önce bir ga-silhane bulmalıyız. — Şurada bir mahalle mescidi var ama… — Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin? — Ne bileyim, Ayasofya’dan, Süleymaniye’den, en azından Fatih Camii’nden… — Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkânı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi dedin. Hadi yüklenelim… Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa… usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sarhoşlara benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de tabiî ki… Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha… Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır. — Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba… — Nasıl yani? — Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan bu19 raya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri? — Doğru, öyle ya, neyse… Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, teşbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. — Hakkını helâl et evlâdım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Cengiz Tan – Yürekten Hikayeler
PDF Kitap İndir |