Curzio Malaparte – Kaputt

Kısa, vurucu, bıçak gibi keskin Almanca adıyla Kaputt, eşi benzeri bulunmayan bir yapıt. XX. yüzyıl İtalyan yazınının en güçlü kalemleri arasında yer alan Curzio Malaparte’nin yazar ve insan kimliği de öyle karmaşık ve benzersiz. Birinci Dünya Savaşı gazisi bir subay, savaşın sorumlusu Mihver Devletleri’nden İtalya’nın bir diplomatı, her biri bir olay yaratan yapıtları çeşitli dillere çevrilerek tedirgin bir hayranlıkla okunmakta olan tanınmış bir tarihsel deneme ve roman yazarı kimliğiyle, Corriere della Sera gazetesinin savaş muhabiri göreviyle, Avrupa’daki savaşın kaderinin belirlendiği uğursuz 1941-1943 yılları boyunca, Ukrayna’dan Laponya’ya değin çeşitli cepheleri, çok daha önemlisi, cephe gerilerini bombardımanların altında, buzların arasında dolaşıyor, Avrupa uluslarının yazgılarının çizilişini anlatıyor: gücünü amansız gerçeklerden alan, kendi deyişiyle “zalim” bir roman gibi. Yapıtın kaleme alınış koşulları bile başlı başına bir korkulu serüven: yazmaya Nazi işgali altındaki Ukrayna’da savaş cephesine yakın bir köyde, SS’lerin üslendiği bir Sovyet binasına bitişik bir kulübede başlıyor Malaparte’nin müsveddelerini konuk olduğu Rus köylüsü gizliyor; kendisi bir süre sonra Gestapo tarafından tutuklanıp sınır dışı edildiğinde de, Polonya’dan Finlandiya’ya geçerken de elyazmasını kürk ceketinin astarının içine dikilmiş olarak yanında taşıyor; ama Laponya’da ağır bir hastalık geçirdikten sonra İtalya’ya dönerken yanında yazdıklarından tek satır götüremiyor. Elyazmasını ancak çeşitli uluslardan diplomat dostlarının gayretiyle kurtarabiliyor. Son aşamada yapıtının müsveddelerini Capri Adası’ndaki evinin çevresindeki bir korulukta, bir kayanın kovuğunda gizliyor, ta İtalya’ya Müttefik çıkarması gerçekleşip savaş, ülkesinin ağır bozgunuyla son buluncaya ve ortalık kitap basmayı düşünecek kadar sakinleşinceye değin. Bombardımanlar altında günden güne parça parça yıkılan ve en vahşi kıyımlara sahne olan Avrupa kentlerinde, Malaparte’nin ayrıcalıklı kişisel konumu kendisine hiç değilse kısa süre boyunca dokunulmazlık sağlıyor – ancak ülkesi İtalya’nın dışında bulunduğu sürece. Faşist İtalya’ya ayak bastığında ise Nazilerin bile vermeyi uygun bulmadıkları cezalara çarptırılıyor, açıkça gururlandığı ağır eleştirilerini ve acı alaycılığını Roma’nın dillere destan Regina Coeli Hapishanesi’nde ödetiyorlar ona. En acımasız savaş koşulları içinde, Gestapo’nun soluğunu ensesinde duyarak kaleme aldığı yazılarını, bu yapıtında sık sık geçmişe dönüşler yoluyla derinleşerek gelişen bir roman yapısı düzeninde sunuyor. Yine ayrıcalıklı konumunun sayesinde, Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde, toplumların en üst basamağı ile en alt basamağı arasında mekik dokuyabiliyor Malaparte: bir yanda bombardımanlardan her nasılsa ayakta kalabilmiş, görmüş geçirmiş soylu saraylar, 1945’te Nümberg Mahkemesi’nce ölüm cezasına çarptırılacak olan, Polonya Genel Vahşi Frank’ın ve diğer üst düzey Nazi yetkililerinin debdebeli sofraları, generallerinin çılgınca içki âlemleri, İtalya ve İspanya elçiliklerinin görkemli davetleri, ardından Roma’da hükümetle içli dışlı inançsız, bencil Roma sosyetesinin yüzeysel, ahmakça gevezelikleri, incir çekirdeğini doldurmayacak dedikoduları; öte yanda günbegün vahşileşen savaşın gerçekleri, tüyler ürperten bir gaddarlıkta kıyımlar, ecelin kol gezdiği gettolar, tarihsel kentleri yerle bir eden hava akınları, yokluklardan, açlıktan, salgınlardan kırılan, insanlıktan çıkmış, umutsuz ya da kendine akla sığmaz umutlar yaratarak gövdesini toprağın üstünde sürüklemeye çabalayan kitleler. Malaparte o alçalmış, ezilmiş insanlığın vicdanı olmayı üstleniyor, o bilinçli programlı kurbanların mutlak çaresizliği arasındaki dayanılmaz çelişkiyi büsbütün çarpıcı kılmak için, çoğu yerde cellatların kibirli, acımasız ortamında ya da elleri kolları bağlı, olaylara seyirci kalan dünün güçlülerinin karşısında, her toplumsal düzeyde, farklı uluslardan çeşit çeşit kurbanların durumlarını ustalıklı ayraçlar açarak öykülüyor. Her türlü inancını yitirmiş, kendi de acımasızlaşan bir tanık niteliğiyle. Avrupa’nın kurban halklarının öykülerini aktarıyor Kaputt; sanatı, düşüncesi, siyasal yaşamıyla tarihe kök salmış derin ve süzme kültürüyle “kurban Avrupa”nın halklarının ve bireylerinin öyküleri onlar. Ve saldırgan devletler Almanya’nın ve İtalya’nın halkları da giderek o korkunç kıyımın kurbanı olmaya hükümlüler, inanılmaz bir kibirle gözü dönmüş ırkçı gaddarlık kasırgasının kurbanları.


O iki uğursuz kader yılında, Malaparte görünürde birbirinden bağımsız, kopuk kopuk öyküleri yoluyla, Avrupa savaşını geçmişi ve geleceğiyle, öncesi ve sonrasıyla özetleyerek sunuyor, bir kez okunduktan sonra bir daha unutulmayacak, okurun belleğine kazılarak tedirginlik etkisini sürdüren olağanüstü, her türlü düş gücünü aşan gerçek tablolar çiziyor: donan Ladoga Gölü’nün buzlarında hapis kalmış ölü atlar, Varşova gettosundaki ölümcül yaşantı, İaşi’de bir gecede binlerce canı alan Yahudi kıyımı, Belgrad bombardımanı, yasaklı Czestochowa Meryem Anası, sığındıkları kırlarda avlanıp seks kölesine dönüştürülmüş Soroca’lı kızlar, Siegfried ile kedi, cam gözlü Alman subayı, Nazi generaline kafa tutan somon balığı, Ukrayna’da bir çitin önünde serilmiş yatan ölü kısrak, Hırvat faşistlerinin kendi Duce’lerine sundukları tüyler ürpertici armağan sepeti, hava akınları altındaki Napoli’de mağara ve dehlizlere sığınmış, enkaz altında ecele direnerek inanılmaz bir yaşam gücüyle hayatta kalmaya çabalayan sefiller alayı bunlardan yalnızca birkaçı. Öykü içinde öykü anlatıyor Malaparte, saraylarla gettolar, güçlülerin ayrıcalıklı oyun ve spor kulüpleriyle, en büyük zalimlik örneklerinin peş peşe sergilendiği savaş cepheleri, viraneye dönmüş kentler arasında mekik dokuyarak. Avrupa’nın yakın tarihinde neler yaşamış olduğunu, günümüzde bulunduğu yere nereden geldiğini düşünebilmek ve kavrayabilmek açısından paha biçilmez öyküler. Tüm bunları iki dünya savaşı arasında yirmi yıllık faşizm deneyiminden geçmiş, her türlü idealini geride bırakmış, inancını, hareket, hatta tepki yetisini yitirmiş bir İtalyan’ın gözüyle, ikircikli bir kimlikle cellatların arasında dolaşıp kurbanların acısını paylaşarak anlatıyor. 1914’ten başlayarak tarihsel olayların kasırgasında oradan oraya yaprak gibi savrulan, duygusal, farfaracı, dirençsiz, güvensiz, güvenilmez İtalya’nın bir bireyi olarak. Malaparte kendini, gençliğinde o olayları birinci elden yaşadıktan sonra, günahlarından ve hayallerinden dersini almış, olgun çağında artık acı, umutsuz bir bilinçten başka hiçbir erdemi kalmamış, kahramanlıktan uzak bir birey olarak tanımlıyor. Kalemini, o son erdemi yönetiyor, yazarak, ayrıcalıklı tanıklığını gözler önüne sererek etik düzlemde kurtarıyor kendini, hiçbir özür ileri sürmeksizin, kurtulma çabası göstermeksizin: kitabın sonunda, “sineklerin kazandığı bir savaşın” yerle bir ettiği dünyada, artık onun tek istediği Capri’de, bir uçurumun tepesinden denize bakan boş evine dönebilmek. “İtalya mı?” -diyor- “O da neymiş?” Yapıt, Malaparte geçirdiği ağır hastalıktan sonra, İsveç Kralı’nın kardeşi Prens Eugen’in yazlık konutunda nekahatteyken başlıyor. Savaştan önceki Paris’te yaşadığı gençlik yıllarını hüzünlü bir özlemle anan amatör ressam Prens, kendi sanatsal geçmişinin kozasına sığınmış, güncel Avrupa’nın acımasız gerçeklerine kulak tıkamaktan başka çaresi olmayan eski dünyanın bir temsilcisi. Proust hayranı Malaparte, Prensle birlikte, bilinçle Proust’a öykünen titiz, ayrıntıcı, lirik bir söylemle “geçmiş zamanın peşinde” dolaşıyor; yapıt ilerlediğinde, özellikle işgal altındaki eski soylu Polonya’nın yıkıntıları karşısında da aynını yapacaktır. Derken kuzey ülkesinin o hüzünlü, huzurlu, çaresiz barış ortamına gömülmüşken, Leningrad Cephesi’nde, Rus askerlerine Nazilerce yapılan tüyler ürpertici zulmün örneklerini gündeme getiriveriyor. Ve yapıt benzeri sıçramalarla cepheden cepheye, ülkeden ülkeye, halktan halka gidip geliyor. Arada açılan ayraçlarda, bölümden bölüme, çağın Avrupa’sını temsil eden -kimisi Türk okura yabancı gelecek- simgesel kişiler upuzun bir geçit yapıyorlar: Piemonte Prensi ve Prensesi, Capri’ye yerleşmiş ünlü İsveçli HekimAxel Munthe, tarihin pençesine yakalanmalarına çeyrek kala nazizmin ve faşizmin ileri gelenleri, Avusturya Hohenzollern Hanedanı Prensesi Louise, Polonyalı Prenses Radziwill, Alman Diplomat von Stumm’la evli İtalyan kadın Giuseppina, Mihver Devletleri’n kuklası Hırvat Diktatör Ante Pavelić, İtalya büyükelçileri Sartori, Cicconardi ve Mameli, İspanya Büyükelçisi Kont de Foxá… Arada yine onlar kadar unutulmaz halktan kişiler: Yahudi Bakkal Kane, Alman Boksör Schmeling, Finli Subay Svarström, Napoli’de enkaz arasında kendilerine yaşam ortamı yaratan ufacık çocuklar, altüst olmuş kentin dehlizlerinden dışarı uğramış ucubeler sürüsü, son yudum suyunu yazara sunarak yapıtı noktalayan kahvehane sahibi… Kaputt sonuna yaklaşırken, Finlandiya ve Laponya’nın buzlarından, güneşi batırmayan yazından sonra, sıra Roma’ya geliyor: Diktatör Mussolini’nin, onun hasta ruhlu kızı Edda’nın, 1944’te kendi eliyle idam hükmünü imzalayacağı damadı Kont Ciano’nun ve çevrelerindeki soylular ile diplomatların unutulmaz portreleri, tarihin gelip kendilerini süpürmesini bekleyen çapsız kişiliklerin, çürümüş bir toplumun tablosu çiziliyor. Genellikle tarihsel çözümlemelere girişmeyen Malaparte, salt Acquasanta Golf Kulübü’nün kibirli dedikodu ortamında, ibret verici birkaç kısa gevezelikten yola çıkarak, faşizmin toplumu iliğine kadar yozlaştırışını, savaşın İtalya’da algılanış biçimini sözünü esirgemeden yorumluyor: Orospuluk etmek şimdilerde İtalya’da pek revaçta. Herkes orospuluk ediyor, Papa da, Kral da, Mussolini de, sevgili prenslerimiz de, kardinaller de, generaller de, hepsinin y aptığı orospuluk işte.

İtalya’da hep öy le olmuştu, hep öy le olacak. Ben de orospuluk ettim, hem de yıllar yılı, bütün diğerleri gibi. Derken o hay attan iğrendim, isy an bayrağını açtım, soluğu hapiste aldım. Ama soluğu hapiste almak da orospuluk etmenin bir biçimi. Kahramanlık taslamak da, özgürlükiçin savaşım vermekde orospuluk etmenin bir biçimi İtalya’da. Kurtuluş yok. Savaşa yenilenlerin açısından bakıyor Malaparte, diplomat ve yazar konumundan yararlanarak oturduğu cellatların sofrasında, kurbanları saygıyla ve sevgiyle anıyor. Gerçeği, tanık olduğu olayları anlatarak zalimlerin de yüzüne vuruyor ama çoğu kez ikircikli konuşarak, altlarında zehir gibi acı bir alay gizleyen çift anlamlı söylemlere başvurarak. O anda, o ortamlarda elinden ancak o kadarı geliyor, acısını sonradan hepsini harfi harfine yazarak ve yayımlayarak çıkarıyor – ama tabii savaş sona erdiğinde. Sonuçta, savaş sırasında taraf değiştiren, aslında hiçbir taraftan olmayan, yüzyıllardır ancak yöresel ve bireysel varlığını sürdürmeye odaklanmış İtalyanların konumunu paylaşıyor Malaparte. * * * O ikircikli konumu salt dış koşullardan değil, yazarın atılgan, duygusal, tedirgin, çelişkilere eğilimli karakterinden, özel tarihçesinden, hatta genlerinden de geliyordu. İtalyan anne ile Alman babadan, halkı özgürlük tutkusuyla yoğrulmuş, sivri diliyle ünlenmiş Toscana’nın Prato kentinde 1898’de Kurt Suckert olarak doğdu. “Prato’luyum ve Prato’lu olmaktan mutluyum, Prato’lu olmamaktansa dünyaya gelmemeyi yeğlerdim,” demişti. Çocukluğunu ailesinden ayrı, Garibaldici cumhuriyet ruhuna bağlı kalmış köylüler arasında geçirdi. Damarlarında dolaşan Alman kanını da, nüfus kütüğündeki adını da gençliğinden başlayarak yadsıdı ve unutturdu: dünyada Curzio Malaparte [1] adıyla var olmayı seçti.

16 yaşında bir lise öğrencisiyken sınırı gizlice geçip Fransız ordusuna gönüllü katıldı, bu ülkeyle bağlantısı ömrünün daha sonraki yıllarında sürecek, hatta ağır, acı eleştiriler içeren yapıtları İtalya’dan fazla Fransa’da tutulacaktı. Ertesi yıl ülkesinin de çatışmaya girmesiyle İtalyan Alp taburlarına katıldı. Savaşta gösterdiği yararlıklardan ötürü madalyalar aldı ve yüzbaşı rütbesine ulaştı. 1918’de savaş sona erdiğinde zehirli gazların bedeninde yaptığı onarılmaz yıpranma erken yaşta ölümünün nedeni olacaktı. Çatışma sona erdiğinde, Malaparte bir süreliğine diplomatik yaşama atıldı, Versailles’da barış konferansına katıldı, ardından İtalya Krallığı’nın Polonya Büyükelçiliği’nde görevlendirildi. Aynı zamanda sonuna değin elden bırakmayacağı gazete yazarlığına başladı. Sahnede belirdiği ilk yıllarda ulusçuluğu sosyalizm fikirleriyle bağdaştırarak köklü bir toplumsal devrim umudu uyandıran Mussolini’nin parlak kişiliğinin çekiciliğine kapılarak, Faşist Parti’ye yazıldı; 1922 Ekim’inde ülkede diktatörlüğün yolunu açan “Roma’ya Yürüyüşü”ne katıldı ve yeni rejimin önde gelen aydınlarından biri, davanın en güçlü kalemi oldu. Bir süre yurtdışında Faşist Parti’nin temsilciliğini yaptıysa da, olaylar gelişip rejimin gerçek yüzü ortaya çıktıkça, bağımsız karakterli, sözünü esirgemeyen Malaparte eleştirilerinin dozunu artırdıkça artırdı. Mussolini ilkin kendisini Roma’dan uzaklaştırmak amacıyla Torino’da La Stampa gazetesinin yönetimiyle görevlendirdi, ardından yapıtlarına yasaklar getirdi. Yazar 1931’de diktaya şiddetle karşı çıkarak Faşist Parti’den ayrıldığını ilan etti, Paris’e sığındı, Hükümet Devirme Tekniği başlıklı yapıtını orada yayımlayarak ün kazandı. Ardından bir süre Londra’ya yerleşti, yurtdışında siyasal muhabir uğraşına daldı. İki yıl sonra Mussolini’nin buyruğuna uyarak ülkesine döndü ve “yurtdışında faşizme karşıt etkinlikte bulunmaktan ötürü” önce birkaç ay süreyle hapsedildi, sonra beş yıllığına Lipari Adası’na sürgüne gönderildi. Cezasını tamamlayıp Roma’ya yerleştikten sonra da 1938’de Hitler’in ziyareti sırasında yeniden hapsedildi. Kaputt’ta eleştirisini esirgemeksizin ama dürüstlükle andığı Kont Galeazzo Ciano onu birkaç kez savundu ve daha ağır cezalardan korudu. Malaparte 1939’da hükümete karşıt Prospettive dergisini yayın hayatına geçirerek başta Moravia olmak üzere faşizme karşıt aydınların, hatta Yahudi yazarların yazılarını yayımlamaya başladı.

Artık geniş çaplı bir üne kavuşmuştu, ancak bu kez de önce Yunanistan seferine, ardından 1941’de Rusya Cephesi’ne savaş muhabiri olarak gönderilerek ülkeden uzaklaştırıldı. Haziran ayında Mihver Devletler Sovyetler Birliği’ni işgale başlamışlardı: Nazilere başlangıçta kolaymış gibi görünen, tarihin o en geniş çaplı kara savaşında, birkaç ay sonra, özellikle buzlu Rusya düzlüklerinin derinine çekilen Rus ordusunu kovalarken “mareşal kış”la yüz yüze kalan Alman ordularının hızı kesildi. Kuzey Afrika ve Stalingrad yenilgilerinin ardından ilerlemeleri 1942’de durduruldu. O ortamda Malaparte ilkin Nazi ileri gelenleri tarafından kuşkulu bir saygı ve hoşgörüyle karşılandıysa da, Rus ülkesine ve rejimine sempatiyle baktığı, Almanya’nın savaşı kaybedeceği kehanetini açıkladığı gerekçesiyle Ukrayna Cephesi’nden atıldı. Savaş deneyimlerini aktardığı yazıları önce Volga Avrupa’da Doğar kitabının, ardından kendisine en büyük ünü getiren Kaputt (1944) ve Türkçeye Can Pazarı başlığıyla çevrilmiş olan – La pelle (1949) kitaplarını oluşturacaktı. 1942-1943 yıllarını Finlandiya Cephesi’nde geçirip ağır hastalanan Malaparte sonunda nekahat halinde İsveç’e sığındı. Mussolini’nin devrilmesinden sonra İtalya’ya döndü, Toscana’daki Direnişçiler’e katılarak çarpıştı. Derken Müttefikler yarımadaya egemen oldular ve yazar, 1943 Kasım’ından 1946 Mart’ına değin İtalya’daki Amerikan Yüksek Komutanlığı’nda irtibat subayı olarak görev aldı. O arada yazıları İtalya’dan başka, Fransa’nın, İngiltere’nin, ABD’nin önde gelen yayın organlarında basılıyordu. Savaşın ardından Malaparte, siyasal tavrını giderek sola kaydırdı, hatta yöneticilerinin bir süre kararsızlık göstermelerine karşın, Komünist Parti üyeliğine kabul edildi. Bir süre Paris’e yerleşti, Fransızca yazmayı yeğledi, hayranı olduğu yazar Marcel Proust’un yaşamını konu alan Du côté de chez Proust (Proust’un Semtinden) ve Karl Marx’ın portresini sunan Das Kapital (Kapital) yapıtları o dönemindir. İtalya’ya döndükten sonra Capri’deki villasını çağın aydınlarına açık bir kültür merkezine dönüştürdü, orada senaryosunu yazıp yönettiği Cristo proibito (Yasaklı İsa) filmi 1951’de Berlin Film Festivali’nde “Berlin Kenti Ödülü”nü kazandı, iki yıl sonra ABD’de seçilen en iyi beş yabancı film arasında yer aldı. O arada Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu büyük ilgiyle izleyen Malaparte, zihnen komünizmin Maocu biçimine yakınlaştıysa da, o yeni yönelişinden ötürü partisine ters düşmesine fırsat kalmadı: 1957’de, son kitabı Maledetti Toscani (Lanet olası Toscanalılar) yapıtının yayımlanmasından kısa süre sonra, Çin’e yaptığı bir yolculuk sırasında ağır hastalanarak Roma’ya döndü. Ecelle dört ay süren bilinçli, yiğitçe savaşımdan sonra hayata gözlerini yumdu. Çin’de tuttuğu günlük Io, in Russia e in Cina (Ben Rusya’da ve Çin’deyken) ölümünden sonra yayımlandı.

Tedirgin ruhlu Malaparte yaşamının son günlerinde bir kez daha taraf değiştirdi: Protestan olarak geldiği dünyadan Katolik olarak ayrılmaya karar verdi. Son uykusunu ise evinin bulunduğu Capri Adası’nda değil, onca gururlandığı doğum yeri Prato kentine tepeden bakan dağda uyumayı seçti: “Ve mezarım orada, yukarıda, Spazzavento’nun doruğunda olsun ki, arada bir başımı kaldırıp karayelin buz gibi seline tükürebileyim.” Bugün orada, güçlü rüzgârların süpürdüğü Spazzavento’ da kaba taştan yapılmış yalın, kendisiyle çok uyumlu bir anıt mezarı bulunuyor. Capri’deki yuvası gibi, yaşamında olmak istediği gibi: dorukta, doğayla baş başa, ortama egemen ve yapayalnız.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir