Edgar Allan Poe – Girdaba İniş

Şimdi en yüksek yalçın kayalığın tepesine çıkmıştık. Yaşlı adam birkaç dakika boyunca konuşamayacak kadar bitkin göründü. “Çok değil, yakın zamanlara dek,” dedi sonunda, “seni bu yoldan en küçük oğlumun dinçliğiyle getirebilirdim. Ama üç sene önce başıma öyle bir olay geldi ki, bunu benden başka yaşayan olmamıştır -yaşayan varsa da en azından sağ kurtulup anlatamamıştır-. O altı saat boyunca yaşadığım korkunç dehşet beni bedenen ve ruhen çökertti. Beni çok yaşlı bir adam sanıyorsun – ama değilim. Bu saçların simsiyahken bembeyaz kesilmesi ve sinirlerimin mahvolması bir günden az sürdü. Kendimi biraz yorsam titremeye başlıyor, gölgelere bakınca da korkuyorum artık. Bu küçük kayalıktan aşağı başım dönmeden bakamıyorum, biliyor musun?” Bu “küçük kayalık” -ki kenarına fütursuzca yayılmış bedeninin büyük kısmını aşağı sarkıtmıştı; adamı düşmekten sadece düz ve kaygan yüzeye dayalı dirseği korumaktaydı- bu “küçük kayalık” siyah, parlak kayalardan oluşan sarp bir uçurum halinde, altımızdaki kayalıklar dünyasının üstünde yüz elliyüz seksen metre kadar yükselmekteydi. Hiçbir şey beni kenarına beş metreden fazla yaklaşmaya ikna edemezdi. Aslında karşımdakinin tehlikeli konumu beni öylesine heyecanlandırmıştı ki sonunda boylu boyunca yere uzandım, etrafımdaki çalılara tutundum ve göğe bile bakmaya cesaret edemedim – bir yanTarama ve Düzenleme: AYHAN matrixx2030@hotmail.com E.A. Poe Bûtün Hikayeleri dan da bu dağın temellerinin bile rüzgarların öfkesinin tehdidi altında olduğunu aklıma getirmemeye boşuna çabalıyordum. “Aklından geçenleri bir yana bırak,” dedi, “çünkü seni buraya sana bahsettiğim o olayı mümkün olan en iyi manzarada anlatayım diye getirdim – ve sana öyküyü anlatırken nerede olup bitmiş olduğunu göresin diye.


” “Şimdi,” diye devam etti onu diğerlerinden ayıran o ayrıntıcı edayla – “şimdi Norveç sahilinin yakınındayız – altmışsekizinci enlemdeyiz – büyük Nordland eyaletindeyiz – kasvetli Lofoden bölgesindeyiz. Tepesinde oturduğumuz bu dağın adı Bulutlu Helseggen. Şimdi biraz doğrul – başın dönüyorsa otlara tutun – evet – şimdi altımızdaki sis kuşağının ardına, denize bak.” Başım dönerek baktım ve göz alabildiğine uzanan okyanusu gördüm. Suları öyle karaydı ki aklıma hemen Nubialı coğrafyacının, Mare Tenebrarum’u anlatışı geldi. İnsanın hayal gücü bundan daha acıklı, daha ıssız bir panorama tahayyül edemez. Sağda solda göz alabildiğine uzanan kara kayalıkların korkunç kasvetliliği, ona çarpıp beyaz ve korkutucu dağlar halinde yükselen, hiç durmadan uluyan ve çığlık atan köpüklü dalgalar tarafından iyice yoğunlaştırılıyordu. Tepesinde bulunduğumuz burnun tam karşısında, denizin sekiz on kilometre açığında küçük, sevimsiz görünüşlü bir ada vardı. Aslında adanın kendisi doğru dürüst görülmüyor, daha çok onu sarmalamış olan büyük dalgalar kümesinin ortasındaki konumu seçilebiliyordu. Daha yakında, karanın üç kilometre kadar açığında daha küçük bir başka ada yükseliyordu. Bu ada korkunç bir şekilde kayalık ve çıplaktı. Etrafı gene siyah kayalar kümesi tarafından düzensiz aralıklarla çevrelenmişti. Uzaktaki adalarla sahil arasındaki okyanusun görüntüsü son derece sıradışıydı. Her ne kadar o sırada şiddetli bir bora esse de (uzak alargadaki bir brik, çift camadanlı iğreti fırtına yelkenini açmış, suların arasında bir belirip bir kayboluyordu), yine de burada düzenli bir dalgalanmadan çok her yana öfkeyle ve hızla atılan dalgacıklar vardı. Kayaların yakın çevresi dışında pek köpük görülmüyordu.

“Uzaktaki adanın ismi,” diye devam etti yaşlı adam, “Norveç Vurrgh’udur. Ortadaki Moskoe’dir. Bir buçuk kilometre kadar kuzeyde olan Ambaaren’dir. Şuradakiler Iflesen, Hoeyholm, Kieldholm, Suarven ve Buckholm’dur. Daha uzakta -Moskoe’yle Vurrgh arasında- Otterholm, Flimen, Sandflesen ve Skarholm bulunur. Bunlar buraların gerçek ismidir – ama onlara isim vermeyi niye gerekli görmüşler; bunu ne sen, ne de ben anlayabiliriz. Bir şey duyuyor musun? Suda bir değişiklik görüyor musun?” Helseggen’in tepesine geleli on dakika olmuştu. Buraya Lofoden’in iç bölgesinden çıkmıştık. Bu yüzden deniz manzarası ancak zirveye çıktıktan sonra gözümüzün önünde serilmişti. Yaşlı adam konuşurken yüksek ve giderek şiddetlenen bir sesin farkına vardım. Bir Amerikan bozkırındaki büyük bir bufalo sürüsünün sesini andırıyordu. Aynı anda altımızda denizin, denizcilerin çalkantılı tabir ettiği niteliğinin hızla değiştiğini ve doğu yönünde bir akıntıya dönüştüğünü gördüm. Bu akıntı gözlerimin önünde korkunç bir ivme kazandı. Hızı, aceleci coşkusu her an artıyordu. Beş dakika sonra Vurrgh’a dek tüm deniz dizginsiz bir öfkeye kapılmıştı; ama asıl karmaşa Moskoe ile sahil arasındaydı.

Burada deniz kesişen binlerce kanala ayrılmış gibiydi. Sular bir anda çılgınca patlıyor, kabarıyor, kaynıyor, tıslıyor, devasa ve sayısız girdaplarla kendi ekseni etrafında dönüyordu. Bütün bunlar doğuya doğru döne döne öyle bir hızla ilerliyordu ki, su bu hıza ancak yüksek ve dik bir yerden düşerken ulaşır. Birkaç dakika daha geçtiğinde manzara bir başka büyük değişikliğe daha uğramıştı. Denizin yüzeyi genelde düzleşmiş ve girdaplar teker teker kaybolmuştu. Bu arada muazzam köpük akıntıları belirmişti. Bu akıntılar sonunda epey uzaklara dek yayıldı ve birleşerek şimdi ortadan kaybolmuş o girdaplar gibi eksenleri etrafında dönmeye başladı. Daha büyük bir girdabı oluşturuyor gibiydiler. Birden -çok aniden- bu büyük girdap son derece net bir şekilde belirdi. Çemberinin çapı bir kilometreden biraz küçüktü. Girdabın sınırını geniş ve parlak bir köpük kuşağı çiziyordu. Ama bu köpükler o korkunç huninin içine kesinlikle sıçramıyordu. Bu huninin içinde görülebildiği kadarıyla pürüzsüz, parlak ve siyah bir su duvarı vardı. Yaklaşık kırk beş derecelik bir açıyla ufka doğru eğilmiş, baş döndürücü bir hızla dönüyor ve rüzgarlara yarı çığlık, yarı kükreme karışımı korkunç bir ses gönderiyordu. Bu sesi heybetli Niagara Çağlayanı bile çıkarmaz.

Dağ temellerinden sarsılıyor, kayalar titreşiyordu. Kendimi tekrar yüz üstü yere atıp son derece sinirli bir huzursuzlukla seyrek otlara tutundum. “Bu,” dedim en sonunda yaşlı adama, “bu büyük Norveç Girdabı’ndan başka bir şey olamaz” “Öyle diyenler de vardır,” dedi. “Biz Norveçliler ona Moskoe-ström deriz. Bu ad ortadaki Moskoe Adası’ndan gelir.” Bu girdabın sıradan tasvirleri beni kesinlikle gördüklerime hazırlamamıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir