Emilian Stanev – Seftali Hirsizi

Şehrin boşaltıldığı sıralarda babamdan kalan arsayı satmıştım. Tırnovo’nun yeni mahallelerinde, bir zamanlar bağlık olan Sevlievo şosesi boyunda inşaata elverişli bir arsaydı. Sıcak bir yaz günü, satışı yapmak için şehre geldim. Şehir tahliye edilenlerle doluydu. Her evde ikişer-üçer aile oturuyordu. Susuz bir yer olduğu için su yetmiyordu, yiyecek yetersizliği de söz konusuydu… öğlende daracık kaldırımlar insanla dolup taşardı ve lokantalarda, bu kadar işe alışık olmayan garsonlar, masalar arasında binbir zahmetle koşuşurlardı. Akşamları alarm verilince, insanlar ellerinde çanta ve valizlerle dik ve karanlık sokaklardan şehrin altındaki iki tünele doğru koşuşurlardı. «Boris» otelinin taraçasında on kadar Alman subayı oturmuş bira içiyordu. Sessiz, bedbindiler. Ot bürümüş ve yeşilliğe gömülmüş eski kaleye bakıyorlardı boşu boşuna. Az konuşuyorlardı ve bakışları bir Bulgar’ın bakışı ile karşılaşınca, gözleri güvensizlik ve nefretle doluyordu. Doğduğum bu şehri çoktan, on iki yaşlarında bir çocukken, tam Birinci Dünya Savaşı sona ererken terketmiştim. Ve gök yeşili üniformalar, saman sarısı ve kızıl saçlar, mavi gözler ve yorgun gergin yüzler, hâlâ hep burada imişler izlemini yarattı bende. Sadece üniformalarında dikili kırık haçlar ayırıyordu onları o zamanki babalarından, dayılarından.


Belki de bu Almanlardan kimileri, o zamanlar demir işliği ile bir ağırlık bölüğünün bulunduğu şehir kenarına barakalarını kuran o Almanların oğlu, yada yeğeni idiler. Bu ağırlık bölüğü yirmi kadar savaşmayan askerden ibaretti. Barakaların önünde yere çakılı masalar ve peykeler vardı. Bunların arasında yere bir kazık kakılmış, etrafı daire içinde bir atmaca duruyordu. Uzun, çıplak ve yırtıcı ayağından sarı pirinç bir köstekle kazığa bağlıydı. Askerler onu etle ve diri kedilerle beslerdi. Dik kulaklı kesik kuyruklu, ceylan gibi koşan Fritsi’yi hatırladım. Almanların kırmızıya boyalı demir kapılı, buzluk gibi soğuk kasap dükkanının bulunduğu dik sokakta koruyuculuk yapardı. Kasabın üst tarafında bir Fransız Yahudisi olan Jan Granjan oturuyordu, şehirde biricik çamaşır ve buharlı ütü makinesinin sahibiydi o. Ve biz, yalın ayak çocuklar, semiz, kanlı sığır etlerine bakarak oradan geçerken, Fritsi çirkin bir hırlama ile üzerimize atılırdı. Geçmişin tekrarından daha sıkıcı bir şey yoktur. Bu şehrin üzerinde o zaman da yazın ayni yorgun gökyüzünü görürdüm ve gökyüzünün boş, mavimsi uçsuzluğundan şehrin üzerine ayni bilinmeyen şeyin çöktüğü belli oluyordu. Tırnovo biraz değişmişti; sanki birbiri üzerine kurulmuş, bahçesiz ayni eski evler; boyaları ve sıvaları dökülmüş, zamanla renkleri solmuş, ekşi nem kokusu yayılmış ve üç dört kuşağın barındığı evler… Ana sokağın esnaf hattını bozacak yeni yapılar pek azdı. Varoş mahalleleri ile Yantra boyu, bıraktığım gibiydiler. Vaktiyle oynadığım Sokakları dolaştım, şimdi tanımadığım kimselerin oturduğu doğduğum evin önünden geçtim, meydanlıktaki küçük fırını seyrettim. Yirmi beş yıl önce karabuğday ve çavdardan yapılma çamur gibi bir parça ekmek için elimizdeki karnelerle sıraya dizilirdik bu fırın önünde.

Fırının üstünde ilkokul öğretmeni Andreev oturuyordu. Biz, çocuklar ona Topaç derdik. Ufak tefek, saçları ağarmış, ağzında birkaç sarı diş kalmış bir adamdı. Ama çok ciddiydi. Ailesi oldukça kalabalıktı. Yedi çocuğu vardı. Evi, fırına has maya kokuyordu, tahtakurusu doluydu. Çocuklarından, Lazar, Petko, Sena, Liza, Mita ve Roza, hepsi bu yıllarda yan açlıktan ve veremden ölmüştü… Ne ağır şartlar altında yetişmişti bizim kuşak! Babasızdık! Babalarımız, yarı aç yarı tok, yarı çıplak ve bit içinde cephede yok olmuş; analarımız, aşın yorgunluktan, açlıktan ve ağlayıp çırpınmaktan eriyip gitmişlerdi. Ekmeğimizi mi düşüneceklerdi, eğitimimizi mi, bilemiyorlardı… Hemen hepimiz sokak çocukları olmuştuk, çünkü sokakla esir kampları arasında, bu düşüncesizce savaşın keşmekeşliği, ahlaksızlığı, açlığı içinde yetişiyorduk… Akşam üzeri, dar ve eğri sokaklardan bir kez daha geçtim. Sessiz bir karanlığa gömülmüşlerdi. Soluk ışıklı bir kaç elektrik lambası aydınlatamıyordu bu sokakları. Evler, koyu gölgeler içindeydi. Karanlığın içinde tek tük bir kaç camın ışıldadığı görülüyordu. İzbe, küf kokan bir mahzenden ansızın bir kedi fırlıyordu. Kıyılmaz bir şeyden ayrılma acısını daha fazla duymamak için arsayı görmeden satmıştım.

Çocukluğumdaki o kuru, sıcak yazları o arsada geçirmiştim. Yazları çeşmeler kurur, kuraklık başlar ve çoğunlukla salgın hastalıklar baş gösterirdi. Gene de dayanamadım, bir zaman üzüm bağları olan bu yerlerin şimdi nasıl göründüğünü merak ederek, ertesi gün gittim, gördüm. Çok iyi bildiğim eski yoldan, gün doğarken yürüdüm. Sokaklar ıssızdı. Kaldırımlardaki iri taşlar, güneş ışınlarını yansıtarak sedef gibi parlıyorlardı. Yarım saat sonra şehrin kıyısındaydım. Ve o zaman buranın tanınmayacak kadar çok değiştiğini hayretle gördüm. Koca bir mahalle olmuştu burası, eskiden iki üç ev birkaç da kireç kuyusu vardı sadece, bir de taşlı yol. Kök damarları yolu kesen akasyaların mor ve beyaz başaklarını güzün toplar, tatlı özlerini emerdik. Akasya kokusu da kaybolmuştu. Birbirlerine eklenmiş küçük avlu içlerindeki Japon gülleri pembe bulutlar gibi açmıştı. Havalanması için asılan örtülerin sarktığı açık pencerelerde tanımadık insan yüzleri vardı. Bir yerlerde radyo çalışıyordu. Ve yürüdükçe bütün çevre tamamen değişmiş olarak görünüyordu.

Eski bağları saran ve boz renkli, yosun kaplı duvarların yerinde evler ve villalar yükseliyor, yemiş bahçeleri görünüyordu. Sadece, bir zamanlar esirlerin geçtiği o yol yine aynıydı. Yine öyle tekerleklerden oyulmuş, taşlı, engebeli, kurumuş bir dere yatağı gibiydi. Mühendislerin çizdikleri planlara göre arsalara bölünmüş, bağ ve bahçelerin arasında kaybolan yeni mahallenin ardındaki o dar alanı hayli güç buldum. Bir villanın içinden geçmek gerekiyordu şimdi. Sık vişne ağaçlarının arasında kaybolmuş villanın sadece kiremitleri görünüyordu. Başında müslinden yapılma gecelik takkesi yaşlı bir ihtiyar göründü kapıda. Bir emekli öğretmen görünüşlü bir adamdı bu. Beni gördü, yaklaşarak sert bir dille ne aradığımı sordu. Buralarda bir yerlerde bulunan bir arsanın sahibi olduğumu söyleyince, ihtiyar gür kaşlarını dikerek acı acı gülümsedi ve kuvvetle elimi sıktı. — Hay sen miydin be Kolyo!. Yaramaz çocuk, tanıyamadın mı beni? Kanlı gözler, kızarmış koca bir burun, dişsiz bir ağız ve şimdi elimi sıkan deri ve kemikten ibaret elin, vaktiyle kendisini az üzmediğim matematik öğretmenime benzer yanı kalmamıştı. Zavallı Petrov! O’nun yaramaz öğrencileri! Keçi derdik ona! Kalem gibi sivri, küçük bir sakalı vardı bir zamanlar. Karatahta başında bizi imtihan ederken çenesini oynatmayı severdi. Yoktu o sakal şimdi.

Pek fazla seyrekleştiği için kesmiş olmalı. Ama hep öyle dinç çevik, içki ve sigara içmeyen ihtiyarlar gibi tertemizdi. Muntazam bir hayat yaşamaya alışmış dedelerimiz ve babalarımız gibi düzgün görünüşlüydü. Niçin geldiğimi söylediğim zaman: — Sakın arsayı satmış olmayasın? Allah allah bu zamanda mülk satılır mı hiç? dedi. Gözlerinde bir üzüntü belirdi. Belli bir hayal kırıklığı ile yavaşça elimi bıraktı. Villanın avlusundaki otlar çiğden ıslanmışlardı. Yeni ilaçlanmış asmalar, güneşte geniş yapraklarını kurutuyorlardı. Latin çiçeklerinden bir küme kapının çevresini süslüyordu. Merdivenlerdeki gül, yaprakları dökülecek gibi açmıştı. On iki yaşlarında bir kız çocuğu sandalye getirdi. öğretmenimin ikram ettiği vişne tatlısını yerken, bağındaki düzenliliği övdü bana ve yeri sattığım için beni tekrar suçlamayı da unutmadı. Bana çocukluğumun güzel sabahlarını hatırlatan sarıasma kuşlarının ötüşlerini dinledim. ihtiyacım olmasaydı bu yeri satmazdım hiç bir zaman. Yeri görünce, bu iyi yürekli ihtiyarın bana darılmakta haklı olduğuna inandım.

Arsamda, nereden bittiği bilinmeyen birkaç ceviz ağacı, körpe palmiyeye benzeyen iri, sarı, yeşil yapraklarıyla, ot bürümüş toprağa uzun gölgelerini seriyorlardı. Vaktiyle burasının bağ olduğunu hatırlatan bir şey kalmamıştı. Karşıda bir villâ yükseliyordu. Başında kocaman hasır bir şapka olan bir adam taraçaya dikilmiş merakla bizi izliyordu. Ağıl olan bir yapı yıkılmış ve daha temizlenmemiş temellerinin yanında yeni yapılmakta olan bir evin tuğla duvarları yükseliyordu. Bir tek albayın kulübesi nasıl bıraktıysam öylece duruyordu. Bir virane gibi yaban otlarına bürünmüştü. Kiremitleri kararmış, sarı, boz yosun tutmuşlardı. Taştan, dört köşe, eski bir barut deposunu andırıyordu ve yere o kadar gömülmüştü ki, insan arka tarafından kiremitliğine basabilirdi. Arka tarafı toprak içinde, ön tarafı topraktan birkaç metre yüksekti sadece. Böyle kurulmuştu. üst dalları kurumuş, gövdesi kovuklaşmış bir ceviz ağacı, büsbütün serinlik ve çiğlere gömülmüş bu acıklı harabe üzerine şeffaf yeşil gölgesini sermişti. Buraya ulaşan ne bir patika vardı, ne de bir insan izi. Kulübeye yaklaştığımız zaman öğretmenim: — Albayı hatırlıyor musun? diye sordu. — Kulübe, ayni kulübe dedim.

— Ya karısı ile olan olayı… hatırlamıyor musun? Bütün şehir onu konuşmuştu. Karısıyla olan olayı unutmuştum. Ama kulübeyi çok iyi hatırlıyordum. Unutabilir miyim! . Masalların bütün büyücü ve kahramanlarıyla dolaşmak için çocukluk hayallerimin en uygun yeriydi orası. Bir gün kulübe önünde bir kadın görmüştüm. Hırsızlık etmeye gelmiştim. Albayın yemiş dolu dalları sarkan koca zerdali ağacına doğru sokulurken o kadına rastladım. Kadın, kapının önünde alçak bir iskemlede oturuyordu. Sırtında geniş yenli, süt mavisi bir entari vardı. Yenlerinden, gözleri kamaştıran beyaz, çıplak kolları görünüyordu. Altın renginde, gür, dalgalı saçları kucağına kadar uzanıyordu. Dalıp gitmişti… Eski kulübenin sessizliğinde bir peri kızını andırıyordu. Onu gördüğüm zaman beni bir korku almış, yüreğim çarpmaya başlamıştı. Onun başka bir dünyadan, masallardaki dünyadan biri sanarak, donup kalmıştım.

Ansızın yüzünü bana dönmüş, ben de gözlerini görmüştüm. Yumuşak, aydınlık ve hüzün dolu derin mavi gözleri vardı. Korkudan bağırarak var kuvvetimle kaçmıştım oradan. Şehre doğru koşarken periler dünyasına inanmadığıma pişman oluyordum. Onun sıradan bir insan olduğuna inanabilmek için dönüp yeniden görmek arzusu ile birkaç kez durmuştum. Eve vardığım zaman serüvenimi anneme anlattım. Benim heyecan ve korku içinde olduğumu gören annem: — Albayın karısıdır o dedi. Albayın karısı mı?!. Onu sonraları, bir kez bizim yanımızdan geçerken görmüştüm :uzun siyah entarisi, geniş şapkası, siyah eldivenleri ve arkasından hoş bir koku bırakan parfümü ile benim için yine öyle esrarengiz bir güzelliği vardı. Albaya gelince, onu çok iyi tanırdım. Herkes korkardı ondan ama en çok sık sık onun bağı dolaylarında oynayan biz çocuklar korkardık. Bize lanet okuyan, korkutan çirkin sesini duyduk muydu, bir telâş, bir korku alırdı hepimizi. Elli yaşlarında kadardı. Şişmanca, geniş omuzlu, kısa boyunlu idi. Kulakları kafasına iyice yapışıktı, sert bakan kül rengi gözleri vardı.

Saçları ağarmış, alabros kestirilmişti. Bu alabros tıraşlı kafası bir vaşağı andırıyordu. Onu Marno ovasında askerlerin talimini teftiş ederken görüyorduk sık sık. Askerler onu görünce ağaç gibi donup kalırlardı. Assubaylar talim ettirdikleri bölüğün üzerine titrerlerdi. Subaylar, süngü vuruşları yeteri kadar kuvvetli çıkmayınca, kızıl bozul olurlardı. Çavuş, elinde ucuna paçavradan bir top geçirilmiş uzun bir sırıkla süngülü erin karşısına geçerdi. Ve er, savunmayı beceremezse, sırıkla göğsüne, yada yüzüne vururdu. Böyle hallerde albay kudurur kısacık boynu felçli gibi kızarırdı. Küfür, tehdit ve tokatlarla zavallı köylü erin üzerine atılarak öfkesini alırdı. Ona göre disiplin körü körüne ve kayıtsız şartsız itaat, askerliğin en büyük ustalığı da süngü vuruşlarıydı. Rusya’dan, askeri bilgi ve çarlığa sonsuz bağlılık duygusuyla birlikte, askerlere sövmek için bütün Rus küfürlerini de birlikte getirmişti. «Haşmetlû» Birinci Ferdinant’a karşı olan duyguları da aynen böyleydi. 1912 ve 1913 yıllarında Türklere ve Sırplara karşı savaşmıştı. O zaman şarapnelle uyluk kemiğinin üst kısmından yaralanmıştı ve o zamandan beri topallıyordu.

Avrupa savaşında şehir komutanı olmuştu. O zamanlar şehir esirlerle doluydu. Marna oyasında muazzam yulaf ve saman yığınları yükseliyordu, orası askerler için de bir üs vazifesi görüyordu aynı zamanda. Yiyecek depoları eski tüccar mağazalarındaydı. Yığınlarda, çoğu Sırp ve Romen olan esirler çalışıyordu. Şehrin batısında kampta Ruslar yaşıyordu. özel bir saygı ve sevgi vardı onlara karşı. Fransızlar, İtalyanlar ve İngilizler ise hiçbir iş yapmazlardı. Bu çeşitli esirlerin yönetimi albaya verilmişti. Romenlerden hoşlanmıyordu ve Sırplardan, Balkan Savaşının «kahpe ve alçak müttefiklerinden» nefret ediyordu. Kendisini o zaman yaralamışlar ve askerlik mesleğinde yükselmesine engel olmuşlardı. Sakat olduğundan ve artık yaşı ilerlediğinden babasından kalan mülkle uğraşır olmuştu. Günün birinde buraya bir villâ kurup, yaşlılık yıllarını burada geçirmeyi tasarlamıştı. Sık sık gelir, bağın kazılması ve ilaçlanmasının nasıl yapıldığına bakardı. Bir köylü pintiliği ile, harcanan her kuruşun hesabını tutardı.

Komşuları onunla kavga etmekten ve davalı olmaktan bıkmış usanmışlardı. Bağının kenarına gelişigüzel atılan bir taştan dolayı kavga çıkarır, komşusunu dövmeye kalkardı. Bana bu olayları hatırlatan öğretmenim: — Bizler yanına pek sokulmazdık, insan yerine koymazdı bizi, diyordu. Bağa kolayca girilmesin diye emirerine, bağı çevreleyen dikenli tellerin arasına bir ip germesini, ucuna da bir çan takmasını emretmişti. Albay’ın karısı eski kulübe pek sağlığa uygun olmadığından buraya pek uzak olmayan akrabalarının yanına giderdi yazları. Emireri bağ bozumuna kadar bekçilik ederdi burada. Uzun boylu, cılız bir köylüydü emireri. Karısı yeni ölmüştü. Yumuk gözleriyle köre benzerdi, kumral bıyıkları incecik dudaklarının üstünden mısır püskülü gibi sarkardı. Sessiz, kendi halinde bir adamdı. Uyurgezer gibi dolaşır, albayın emirlerini körü körüne yerine getirirdi. Emireri olmasaydı mutlaka bir manastırda papaz olurdu. Şimdi nasıl albaya hizmet ediyorsa piskoposa da öyle, köle gibi hizmet ederdi. Bin dokuz yüz on sekiz yılının yaz ayları sonunda şehirde tifo salgını başlamıştı. Görülmemiş bir kuraklık her şeyi yakıp kavuruyordu.

Güneşin ısıttığı şehir toza ve kokuya gömülmüştü. Şehrin üstüne kurulduğu kayalar, geceleri bile fırın duvarları gibiydi. Yarı kurumuş ırmaktan ağır bir balçık kokusu yükseliyordu. Hamam böcekleri, eski ahşap evleri sarmışlardı. Çeşmeler günde birkaç saat akıtılır sonra suyu kesilirdi. Gece yarılarından beri tenekeleri, çeşit çeşit su kaplarıyla çeşme başında bekleşen kadınlar arasında kavgalar olurdu. Solmuş, tozlu bir gökyüzü altında donup kalmıştı şehir. öğle saatlerinde boğucu bir sıcağa gömülür, beş kilisenin ölüm haberi veren çan sesleriyle inlerdi. Dükkânlar bir iki saat ancak açarlardı kapılarını. insanlar el sıkışmaz olmuştu. Kaynatılmış su içerler, ellerini asitfenikli suyla yıkarlardı. Herkes bağlara göçüyordu. Savaşın yaklaşan belirsiz sonu, açlık, cephedeki yakınlar unutulmuştu. Salgın korkunç bir şekilde yayılıyordu. Esir kamplarında kolera da görülüyordu.

Esir alınmış sömürge askerleri getirmişti kolerayı. O zaman albay karısıyla birlikte buraya, bu eski kulübeye kaçmıştı. Eşyasını, yani yatağı yorganı, büyük bir tahta karyolayı, bir iki sandalyeyle mutfak masasını bir askeri araba getirmişti. Bir mahzen gibi serin taş kulübeye yerleştiler. Bir tek odası vardı kulübenin, kireç boyalıydı. Duvarlarında dolaplar, raflar vardı. Kurt yeniğinden delik deşik olan, kalın meşe kapı, bir ağaç sürme ve kocaman bir anahtarla doğrudan doğruya odaya açılırdı. Kepenkli, demir parmaklıkları olan iki camsız pencere aydınlatırdı odayı. İyi kötü yerleşmişlerdi. O boğucu sıcak serin kulübede pek duyulmuyordu. öğle ve akşam yemeklerini, geceleri kocaman bir baykuşun konduğu ceviz ağacının gölgesine kurulmuş çardakta yerlerdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir