F. H. Burnett – Küçuk Prenses

Karanlık bir kış günü, Londra’nın sislere gömülmüş, geniş yollarında ağır ağır ilerleyen bir arabada, bir küçük kız babasının yanına sokulmuştu. lri, derin, düşünceli gözleriyle gelip geçenlere bakıyordu. Olsa olsa on iki yaşındaki kızlara yaraşırdı bu bakış. Sara daha yedi yaşındaydı. Ama uyanık bir kızdı, düş kurardı, birçok şey düşlerdi. İnsanlara ve uçsuz bucaksız dünyaya ilişkin sorularla doluydu küçücük kafası, bu nedenle uzun zamandır yaşıyormuş gibi gelirdi ona. Babası yüzbaşı Crewe’le birlikte Bombay’dan Londra’ya gelişini anımsıyordu. Büyük gemi, gelip geçen Hindular, güv�rtede oynayan çocuklar gözleri- nin önüne geliyordu. Hindistan’ın yakıcı güneşi altında yaşadıktan sonra, gündüzü de gece gibi karanlık bir kentte bulunmak garip geliyordu ona. Babasına daha çok sokuldu. “Baba,” dedi ince ve gizemli sesiyle, “Baba! Geldik mi?” “Evet, Saracığım, geldik.” Sara daha yedi yaşındaydı, ama babasının sesindeki kederi anladı. Babası yıllardan beri “o yer”den söz etmişti. Annesi kendisi doğduğu zaman ölmüştü, hiç tanımamıştı onu. Tüm ailesi babasıydı onun, genç, yakışıklı babası.


Birbirlerini severler, hep birlikte oynarlardı. Babasının çok zengin olduğunu bilirdi. Çok güzel bir evde yaşamıştı. Birçok hizmetçi kendisini selamlar, “küçükhanım” derdi. Sayısız oyuncakları, sevgili hayvanları, bir de kendisini çok seven, yerli dadısı vardı. Yavaş yavaş zenginliğin bütün bunlara sahip olmak olduğunu anlamıştı. Zenginliğin hiç önemi yoktu onun için. Ama bir gün babasının kendisini götüreceği “o yer” hep keyfini kaçmrdı. Hindistan iklimi çocuklara iyi gelmezdi, bu nedenle lngiltere’ye hem de çoğu zaman yatılı okullara yollarlardı onları. “Sen de benimle okula gelsen olmaz mı, babacığım?” demişti beş yaşındayken. “Derslerimi öğrenmeme yardım ederdin.” “Fazla kalmayacaksın, Saracığım,” derdi babası. “Hem başka kızlar da var orada. Onlarla oynarsın, ben de sana bol bol kitap yollarım. Çabucak büyüyüp dönersin yanıma.

” “O yer”de başka kızların da bulunmasını önemsemezdi, ama kitaplar avuturdu Sara’yı. Okumayı her şeyden çok severdi. Kendisi de güzel öyküler uydurarak oyalanırdı, kendi kendine anlatırdı bunları. Bazı bazı babasına da anlatırdı. Babası da çok beğenirdi öykülerini. “Babacığım, geldikse buna boyun eğmeliyiz, ne yapalım,” dedi tatlı tatlı. Küçücük bir çocuğun ağzından böyle bir söz duymak yüzbaşıyı güldürdü, kızını öptü. Gülmeye çalışıyordu, ama ondan ayrılmaya boyun eğmek kendisine de zor geliyordu. Saracığı gerçek bir arkadaştı onun için. Kocaman,� kül rengi bir yapının önündeydiler. O da yanındaki tüm yapılar gibiydi, ama kapısının üzerinde bir tabela vardı. “BAYAN MINCHIN-KIZLAR OKULU” diye yazmışlardı tabelaya. “lşte geldik Sara,” dedi yüzbaşı. Sonra onu arabadan indirdi. Kapının zilini çaldılar.

Sara, ileride sık sık, bu yerin de sahibi gibi olduğunu düşünecekti. Eşyalar yerli yerindeydi, düzgündü, ama hepsinde de bir soğukluk vardı. Sara içeriye girip de şöyle bir çevresine baktıktan sonra: “Burasını pek sevmedim, babacığım,” dedi, içini çekti. Babası onu kollarına alıp öptü. Gülmesi kesildi birden. Bu Sltada Bayan Minchin içeriye girdi. Sara onu okuluna benzetti hemen; iriydi, soğuktu, saygıdeğerdi, çirkindi. “Böyle güzel bir kızı yetiştirmek benim için bir onurdur,” dedi, Sara’nm elini avuçlanna alıp okşadı. “Leydi Meredith çok akıllı olduğunu söylüyordu. Akıllı bir çocuk, benim okulum için bir hazinedir.” Birçok düşünce geçiyordu Sara’nın aklından. “Ne diye benim güzel olduğumu söylüyor?” diye düşünüyordu. “Hiç de güzel değilim ben. Güzel dediğin albay Grange’in kızı lsabel gibi olur. Benim saçlarım hem kara, hem kısa, gözlerim yeşil, zayıfım, beyaz da değilim.

Gördüğüm kızların en çirkinlerinden biri de benim. Bayan Minchin yalan söyledi.” Sara çirkin bir kız olduğunu düşünüyordu ya aldanıyordu. lsabel Grange’e benzemiyorsa da kendine özgü bir güzelliği vardı. İnceydi, çevikti, yaşına göre büyüktü, canlı, anlamlı bir yüzü vardı. Kısa saçlarının uçları kıvrıktı; gözlerinin yeşille kül rengi arasında bir rengi vardı, ama iriydiler, kirpikleri de uzundu. Sara beğenmese bile insanlar çok beğenirdi bu gözleri. Sara babasının yanında ayakta duruyor, babasıyla Bayan Minchin’in konuşmasını dinliyordu. Leydi Meredith’in iki kızı bu okulda yetişmişti. Yüzbaşı Crewe de onun öğüdü üzerine buraya getiriyordu kızını. Kızını yatılı okula veriyordu, ama birtakım özel koşullarla veriyordu: Sara’nın güzel bir yatak odası, yalnız kendisi için bir küçük salonu, bir arabası, bir midillisi, bir de oda hizmetçisi olacaktı. “Derslerine gelince, merak bile etmiyorum,” dedi yüzbaşı Crewe. “Kitaplardan hiç başını kaldırmaz. İngilizce, Fransızca, Almanca kitaplar ister, tarihmiş coğrafyaymış, şiirmiş, romanmış, daha ne bileyim, hepsini okur! Okumaya fazla dalacak olursa alın kitaplarım elinden, midillisiyle dolaşsın, yeni yeni bebekler alsın. Bebeklerle oynasın daha iyi.

” “lyi ama, babacığım, her iki üç günde yeni bir bebek alırsam gerektiği kadar sevemem ki onları,” dedi Sara. “Bebekler de küçük dostlar gibi olmalı. Emily benim en yakın dostum olacak.” “Emily kim?” diye sordu Bayan Minchin. “Daha almadığımız bir bebek,” dedi Sara. “Babamla birlikte seçeceğiz. Adı Emily olacak. Babam benden aynlınca dostum o olacak, kendisiyle konuşmak için istiyorum onu.” “Ne akıllı kız bu böyle!” dedi Bayan Minchin. “Ne hoş çocuk!” “Evet, benim küçük hazinemdir o,” dedi yüzbaşı, Sara’yı göğsüne bastırdı. Yüzbaşı Crewe Londra’dan ayrılıncaya kadar Sara’yı yanından ayırmadı. Birçok kez birlikte dolaştılar. Kızının güzel bulduğu her şeyi aldı. Yedi yaşında bir çocuğa göre çok lüks bir giysi takımı meydana getirdiler böylece. Kürklerle süslü, dantelli, işlemeli giysileri oldu sürü sürü; çok güzel şapkaları, mantoları, eldivenlerle, mendillerle, ipek çoraplarla dolu kutuları oldu.

O kadar çok şey alıyorlardı ki, satıcı kadınlar küçük kıza bakarak: “Yabancı bir prenses bu herhalde, belki de Hint racasının kızı,,, diye fısıldaşıyorlardı. Sonra Emily’yi aldılar. Birçok oyuncakçı dükkanı dolaştılar, birçok bebek gördüler onu buluncaya kadar. “Bebeğe benzemesini istemiyorum, konuştuğum zaman beni dinler gibi görünmeli,” diyordu Sara. “Giysisiz bir bebek alalım daha iyi. Bir terziye götürür, ölçüsünü aldırtırız. Giysiler ölçü üzerine yapılırsa daha çok yakışır.” Birçok yere baktıktan sonra, oldukça sıradan görünen bir dükkanın önünde durdular. Sara birden titremeye başladı, babasının koluna sarıldı. “Babacığım, Emily’yi buldum!” diye haykırdı. Çok sevgili bir dosta rastlamışçasına yanakları pembeleşmiş, gözleri parlamıştı. “Bizi bekliyor,” diye sürdürdü sözlerini. “Çabuk gidelim yanına! Belki o da ‘beni tanımış ur!” Çok ince bir bakışı vardı bebeğin. Büyüklüğü de iyiydi, taşıması kolay olurdu; çok güzel, kestane rengi saçları, iri, mavi gözleri, gerçek kirpikleri vardı. Bu bebeği aldılar.

Sonra bir çocuk giysicisine götürüp ona da Sara’nınkiler kadar güzel, Sara’nınkiler kadar çok giysi aldılar. Ertesi gün, Sara, kesin olarak Bayan Minchin’e bırakıldı. Hindistan’a gidecek olan gemi iki gün sonra yola çıkıyordu. Yüzbaşı Crewe, Bayan Minchin’le konuştu, soracağı şeyleri Ingiltere’deki iki temsilcisinden sormasını, yollayacağı faturaları da onların ödeyeceğini söyledi. Kendisi de haftada iki gün kuma mektup yazacaktı, sevgili kızının her istediği yerine getirilmeliydi. “Akıllı çocuktur, kendisine zararı dokunabilecek şeyleri istemez,” dedi. · Sonra küçük salonuna götürdü Sara’yı. Sara babasının dizlerine oturmuş, durmadan ona bakıyordu. Babası saçlarını okşadı. “Ne o canım, beni ezberleyecek misin?” diye sordu. “Hayır, babacığım, niçin ezberleyecekmişim? Sen benim kalbimdesin,” dedi Sara. Babasının kollarına atıldı, görenler birbirlerinden ayrılabileceklerine inanmazlardı. Yüzbaşıyı götüren araba ilerlemeye başladı. Sara araba köşeyi dönünceye kadar arkasından bakn. Emily yanında oturuyordu.

Sara arada bir göz atıyordu ona. Bayan Minchin küçük kızın ne yaptığını anlamak için kız kardeşini yanına yolladı. Bayan Minchin’in kız kardeşi, Bayan Amelia, kapıyı kapalı buldu. içeriden alçacık, saygılı, ama biraz değişmiş bir ses: “Kapıyı kilitledim, yalnız kalmak istiyorum,” dedi. Bayan Amelia kardeşine hayrandı, ondan biraz korkardı da. Ama ondan daha iyi yürekliydi, ne dese yerine getirirdi. Heyecanla yanına vardı: “Böyle tuhaf çocuk görmedim ben, kardeşim,” dedi. “Kapıyı içeriden kilitlemiş. Yerinden kımıldamadı bile.” “Başkaları gibi bağmp çağırmaktansa, böyle yapması daha iyi,” dedi ablası. “Ben de bu kadar şımarık olduğuna göre okulun altını üstüne getirecek diye korkuyordum.” “Bavullarını açtım, öteberilerini yerleştirdim. Öyle güzel, öyle çok ki giysileri! Böylesini hiç görmemiştim.” “Bence bu kadarı gülünç,” dedi Bayan Minchin. “Ama bir yere gittiğimiz zaman çocukların en önünde onu yürütürsek çok hoş görünür.

n

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir