Ha Jin – Bekleyis

Lin Kong, karısı Shuyu’dan boşanmak için her sene oose Köyü’ne gelirdi. Bugüne dek Wujia Kasabası’ndaki mahkemede pek çok kez boy göstermişler, fakat yargıç boşanmayı kabul edip etmediğini sorduğunda, karısı hep son anda fikrini değiştirmişti. Yıllar yılları kovaladı, ama onlar Wujia Kasabası’na her gittiklerinde, ellerinde yirmi yıl önce nüfus idaresinden aldıkları evlenme cüzdanıyla geri döndüler. O yaz Lin Kong, Muji’de doktorluk yaptığı askeri hastaneden, boşanmasının gerekliliği konusunda bir rapor alıp yine köyünün yolunu tuttu. Bir kez daha karısını mahkemeye götürüp, evliliklerine son verme planları yapıyordu. Yola çıkmadan önce hastanedeki sevgilisi Manna Wu’ya söz vermişti. Bu kez bir yolunu bulup önce Shuyu’yu boşanmaya ikna edecek, sonra da sözünde durmasını sağlamak için elinden geleni yapacaktı. Subay olduğu için her sene on iki gün izni vardı. Eve yolculuk tam bir gün tutuyordu. Yolu üzerindeki iki şehirde tren ve otobüs değiştirmek zorundaydı. Köyde sadece on gün kalabilirdi, Çünkü son günü de dönüş yolu için ayırmak zorundaydı. Yıllık izne çıkmadan önce, eve vardığında planını uygulamak için yeteri kadar zamanı olacağını düşünmüştü. Fakat neredeyse bir hafta geçtiği halde, henüz karısına boşanma konusunda tek bir söz edememişti. Ne zaman dilinin ucuna konuyla ilgili bir şey gelse, kendini tutmuş ve konuşmayı daha sonraya ertelemişti. Kerpiçten evleri yirmi sene önce nasılsa hâlâ aynıydı.


Kiremit döşeli çatının örttüğü dört büyük oda ve çerçeveleri maviye boyanmış, güneye bakan, kare şeklinde üç pencere. Lin avludaki odun yığınlarının üzerine koyup kurutmaya çalıştığı düzinelerce kitabı ters yüz etti. “Kesin olan bir şey varsa, o da Shuyu’nun kitapların değerini bilmediği,” diye düşündü. “Belki de onları yeğenlerime vermeliyim. Bu kitaplar artık benim işime yaramıyor.” Yanı başında, tavuklarla kazlar salına salına dolaşıyorlardı. Birkaç minik civciv, küçük sebze bahçesini çeviren çitin aralıklarından içeri dalıp çıkıyordu. Bahçedeki sırık fasulyeleri, çitlere sardırılmış hıyarlar, öküz boynuzu gibi kıvrılmış patlıcanlar ve kütür kütür marullar, dolaşmak için bırakılan alanı bile kaplamıştı. Karısı kümes hayvanlarının yanı sıra, iki domuz ve sütü için bir de keçi besliyordu. Sebze bahçesinin bitişiğindeki ağıldan dişi domuzun böğürtüsü yükseliyordu. Ağıl duvarının karşısında bir gübre yığını, ailelerine ait tarlaya götürülmeyi bekliyordu. Orada bir çukura doldurulacak ve tarlada kullanılmadan önce iki ay boyunca sıcağın altında bekletilecekti. Fermantasyona bırakılmış tahılın yaydığı kötü koku, domuzların yiyeceklerinden çıkan kokuya karışmıştı. Lin’in bu evde hoşlanmadığı tek şey bu ekşi kokuydu. Shuyu’nun yemek pişirdiği mutfaktan ateşi canlandırmak için kullandığı körüğün sesi geldi.

Güneyde birbirinin içine geçmiş bir karaağaç ve huş ağacı, komşularının yarı saz, yarı kiremitle örtülmüş çatılarını gölgeliyordu. Arada sırada çevredeki evlerin birinden bir köpek havlaması duyuluyordu. Lin bütün kitapları ters yüz ettikten sonra, üzeri dikenli iğde dallarıyla kaplı, bir metre yüksekliğindeki duvardan atlayıp dışarı çıktı. Elinde lisedeyken kullandığı, kenarları kıvrılmış Rusça bir sözlük tutuyordu. Yapacak başka işi olmadığından bir kayanın üzerine yerleşip sözlüğün yapraklarını karıştırmaya başladı. Bazı Rusça sözcükler hâlâ aklındaydı. Bunlardan bazılarını bir araya getirerek küçük ‘ cümleler oluşturmayı bile denedi. Fakat ismin halleriyle ilgili dilbilgisi kurallarını tam olarak hatırlayamayınca kitabı kucağına bıraktı. Kafasını kaldırıp, ilerideki patates tarlasında çapa yapan köylüleri seyretti. Tarla o kadar büyüktü ki, mola verecekleri zamanı belirleyebilmek için ortasına kırmızı bir bayrak dikmişlerdi. Đşaretledikleri yere geldiklerinde bir süre dinlenebileceklerdi. Gördükleri Lin’i büyülüyor da olsa tarla işlerinden pek anlamazdı. Wujia’daki liseye devam edebilmek için henüz on altı yaşındayken köyü terk etmişti. Yolun aşağısında, hareket ettikçe bir sağa bir sola sallanan darı balyaları yüklü bir öküz arabası belirdi. Önde, arka ayağı hafifçe aksayan, henüz buzağı denebilecek kadar genç bir hayvan vardı.

Lin, kızı Hua ile bir başka kızın yükün üzerinde oturduklarım gördü. Đkisi de yumuşacık balyaların arasına gömülmüş, şarkı söylüyor, gülüşüyorlardı. Mavi kasketli sürücü dişlerinin arasına piposunu sıkıştırmış, kısa kamçısıyla öküzlerin koşumlarını birbirine bağlayan demire vuruyordu. Demir çerçeveli tekerlek, yamru yumru yolda kulak tırmalayıcı, ritmik bir gıcırtı çıkarıyordu. Öküz arabası ön kapıya gelince, Hua tıka basa dolu bir çuvalı yere fırlatıp aşağı atladı. “Teşekkürler Yang Amca,” diye seslendi sürücüye. Balyaların üzerinde oturan tombul kıza el salladı ve “Akşama görüşürüz,” diye bağırdı. Sonra pantolonuyla bluzundaki saman çöplerini silkeledi. Hem yaşlı adam, hem de kız hiç konuşmadan Lin’e gülümsediler. Lin sürücüyü hatırlar gibiydi, fakat kızın hangi aileye ait olduğunu bilemiyordu. Onların kendisini, köylülerin birbirlerini selamladıkları gibi selamlamadıklarının farkındaydı. Adam “Günün nasıldı ahbap?” diye bağırmamıştı. Kız da, “Nasılsın amca?” dememişti. “Belki de askeri üniforma giydiğim için,” diye düşündü. Oturduğu kayadan kalkarken kızına, “Çuvalda ne var?” diye sordu.

“Dut yaprakları.” “Đpek böcekleri için mi?” “Evet.” Hua onunla isteksizce konuşuyor gibiydi. Evlerinin arkasındaki kulübede ipek böceği yetiştiriyordu. Koca koca örgü sepetlerin üçü de böcek doluydu. “Ağır mı?” diye sordu. “Hayır.” , “Yardım edeyim mi?” Lin, kızı içeri girmeden onunla biraz konuşabilmeyi umuyordu. “Hayır, kendim taşıyabilirim.” Hua koca çuvalı omzuna yükledi. Yuvarlak gözleri bir an babasının yüzüne takıldı, sonra aldırışsız bir tavırla uzaklaştı. Lin kızının, soyulan derinin yer yer beyaz lekeler oluşturduğu, güneşte yanmış kollarını fark etti. Ne kadar da güçlü ve uzun boyluydu. Tam bir çiftçi kızıydı. Kendisine bakışı onu rahatsız etmişti.

Huysuzluğunun annesiyle boşanmaya çalışmasıyla ilgili olup olmadığından emin değildi. O konuyu bu sene hiç açmadığı için, sebebin bu olmadığını hissetti. Kızının ona bir yabancı gibi davranması onu mutsuz ediyordu. Küçük bir kızken babasına çok bağlıydı ve ne zaman eve gelse beraber oynarlardı. Büyüdükçe daha içine kapanmış ve daha mesafeli olmuştu. Şimdiyse, bazen sıradan bir iki söz ediyor ve nadiren dudaklarında donuk bir gülümseme beliriyordu. “Benden nefret ediyor mu gerçekten?” diye düşündü. “Koca kız olmuş. Birkaç yıl sonra kendi ailesi olacak ve benim gibi bir ihtiyara ihtiyacı kalmayacak.” Aslında, Lin yaşına göre genç görünüyordu. Kırklı yaşlarının sonuna gelmişti, ama hâlâ orta yaşlı biri gibi görünmüyordu. Üniforma giymesine rağmen, bir subaydan çok, resmi bir görevliye benziyordu. Solgun yüzü, düzgün burnunun üzerindeki siyah çerçeveli gözlükleriyle, pürüzsüz ve hoş görünüyordu. Karısı Shuyu ise tam tersine, ufak tefek, yaşından çok daha büyük gösteren, çökmüş bir kadındı. Đnce kol ve bacakları, giysisini hiçbir zaman dolduramadığından, ne giyse üzerinden sarkıyordu.

Üstelik ayakları bağlıydı.* Bazen baldırına kadar uzanan siyah kumaşla sarılmış olurdu. Siyah saçlarını ensesinde sımsıkı bir topuz yapardı, bu da onu olduğundan çok daha zayıf gösterirdi. Đki küçük düğme gibi görünen koyu renk gözleri kötü bakışlı değildi, ama dudakları hep gergindi. Karı koca olarak hiçbir bakımdan uyuşmuyorlardı. Lin, “Shuyu, boşanma hakkında konuşabilir miyiz?” diye sordu yemekten sonra. Hua, Harbin’deki ticaret okulu sınavlarına hazırlandığından, arkadaşlarıyla ders çalışmak için çıkmıştı. “Olur,” dedi karısı sakin bir sesle. “Yarın şehre inebilir miyiz?” “Olur.” “Her zaman ‘olur’ diyorsun, fakat sonra fikrini değiştiriyorsun. Bu kez sözünü tutabilecek misin?” Ç.N.: *Eskiden Çin geleneklerine göre küçük kalsın diye, kadınların ayaklan bağlanırdı. Shuyu cevap vermedi. Hiçbir zaman kavga etmezlerdi.

Lin ne zaman bir şey söylese, karısı hep onaylardı. “Shuyu,” diye devam etti, “biliyorsun, orduda bir yuvaya ihtiyacım var. Orada tek başıma yaşamam çok zor. Artık genç bir adam değilim.” Kadın konuşmadan başını salladı. ; “Bu kez yargıca evet der misin?” “Olur.” Odaya yine sessizlik çöktü. Lin elleriyle masanın üzerinde sessizce tempo tutarken, bir yandan da yöresel gazete ‘Milletin Sesi’ni okumaya devam etti. Shuyu elinde makas ve bir parça Fransız tebeşiriyle, kızlarına siyah pazenden bir ceket kesiyordu. Kâğıt kaplı tavandan sarkan 25 watt’hk ampulün etrafında iki sarı pervane dönüyordu. Lamba kordonunun gölgesi, beyaz badanalı duvarda asılı azgın dalgalar arasında bir sazan balığının sırtına binmiş, üzerinde önlükten başka bir şey olmayan, tombul bebek resminin görüntüsüne olduğundan daha ciddi bir görünüm kazandırıyordu. Üzeri hasır kaplı tuğla sedirin üzerinde iki yorgan ve koca ekmek somunları gibi görünen, iki kara yastık duruyordu. Köyün güneyindeki kurbağaların vıraklaması, ön pencereden içeri dalan ağustos böceklerinin sesine karışıyordu. Tugay komutanlığının kışlasından, komün üyelerini toplantıya çağıran çan sesi duyuldu. Tam yirmi bir yıl önce 1962 senesinde Lin, Shenyang’daki askeri okulda tıp okuyordu.

Bir gün babasından, annesinin çok hasta olduğunu, babası zamanının çoğunu komüne ait tarlalarda çalışarak geçirmek zorunda olduğu için, evlerinin bakıma ihtiyacı olduğunu bildiren bir mektup almıştı. Babası onun bir an önce evlenmesini ve karısının annesiyle ilgilenmesini istiyordu. Lin evlatlık görevini yerine getirmek için ailesinin ona bir eş bulmasını kabul etti. Yaşlı bir çöpçatanla bir ay boyunca görüştükten sonra, kısa süre önce Lokou’dan gelip Goose Köyü’ne yerleşen Lius ailesinin büyük kızında karar kıldılar. Lin üniversiteyi bitirdikten sonra askeri doktor olacağından, Shuyu’nün ailesi kızlarını böyle bir kocaya vermekten mutlu oldular ve fazladan para ve hediye istemediler. Ailesi Lin’e, Shuyu’ nün siyah-beyaz, şipşakçıda çekilmiş bir fotoğrafını gönderdi. Lin de, onun iyi ve normal bir kız olduğunu düşünerek nişanlanmayı kabul etti. Nişanlısıyla ancak kışın eve döndüğünde tanışabildi. Shuyu buruş buruş suratı, kayış gibi sert elleriyle o kadar yaşlı görünüyordu ki, Lin dehşete düşmüştü. Nişanlısı en az — kırkında görünüyordu. Halbuki ona yirmi altı yaşında olduğunu söylemişlerdi. Doğru olsaydı ondan sadece bir yaş büyük olacaktı. Üstelik ayakları da sadece on santim uzun-luğundaydı. Artık Çin değişmişti. Ayakları bağlı genç bir kadını kim isterdi? Ailesine yalvarıp onları nişandan vazgeçirmeye çalıştı.

Fakat o kadar dediğim dedik insanlardı ki, onun aptalca davrandığını söylediler. Shuyu’nün uygun bir eş olmadığını ispatlamadan nişandan nasıl vazgeçebilirlerdi? Böyle bir şey yaparlarsa bütün köy onlara cephe alırdı. “Güzellik karın doyurur mu?” diye sordu babası asık suratla. “Oğlum,” dedi annesi hasta yatağından, “güzel bir yüz birkaç sene içinde solar. Güzel huysa kalıcıdır. Shuyu senin için iyi bir yardımcı olacak.” “Bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Lin. “Đnan bana, bunu hissedebiliyorum.” “Bu kadar iyi kalpli bir kızı nerede bulursun?” diye sordu babası. “Lütfen,” diye yalvardı annesi, “onunla evlenmeyi kabul ettiğini bilirsem rahatça ölebilirim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir