J. Jacob Bachofen – Söylence, Din ve Anaerkil

JOHANN Jakob Bachofen’in adı, başvuru kitaplarında en azından insanlık tarihinin ilk döneminin anaerkil olduğunu belirten toplumsal gelişim kuramıyla birlikte anılır. Ve eğer bu kuramın tartışmasına bir şeyler eklenecekse, bu da neredeyse evrensel olarak kuşkuyla bakılan sonucuna olacaktır. Aslında bu. Bachofen’in toplum felsefesine katkılarının yalnızca küçük bir bölümüdür ve bir sınıflama gerekirse onu budunbilimcilerle toplumbilimciler arasına koymaktan çok, tarih felsefecilerinin yanına yerleştirmek daha uygun düşer. Çünkü, bu kitaptaki incelemelerin de göstereceği gibi, onun ekinsel tarihe bakışı deneysel insanbilimcilerle tarihçilerinkine benzemez. Onun ilgi odağı, insan gelişiminin yüzeysel olayları dediği durum değil, insanların iç yaşamlarıdır. O, ister tek başına ister büyük bir karmaşa içinde olsun, ekonomik etmenler, askeri serüvenler, toprak genişletmeleri, işbaşına gelen yöneticiler, nüfus artışı ve devrimlerden çok, yazın, dil, mimarlık ve öbür sanatlarla ilgileniyordu. Bu kitabı oluşturan üç bölümlük denemelerdeki amacı, elden geldiğince, tarihin evrensel yasasını bulgulamaktı. Böylesine bir amacın başarısının, insan doğası hakkındaki belirli öncüllerin, salt AvrupalIlar için değil bütün insanlar için geçerli kılınmasına bağlı olduğu açıktır. Bütün tarih felsefecileri böyle öncüllere gerek duyar, çünkü bunlar olmaksızın hiçbir zaman bağdaşıklığını elde edemeyecekleri birbirinden farklı veriler kümesiyle karşı karşıya ka­ lırlar. Örneğin bir Marx’çı, ana öncül olarak bütün toplumsal yönetim biçimlerinin tutumbilimsel belirlenimini; Augustinusçu, insan yazgısının temel dayanağının Tanrı buyruklarına uyulup uyulmamasına bağlı oluşunu alır. Kısaca, eğer olgular topluluğunu kapsayan tek bir evrensel yasa varsa, bunu tüm topluluk için geçerli olarak tanımlamak asaldır. Ama her zaman birkaç ortak özellik bulma olasılığı olduğundan, en önemlisine felsefeci karar vermek zorundadır. Sıralamadaki karan, onun gözler önüne sereceği yasanın türünü — özdeksel, mantıksal, aktöresel ve giderek güzelduyusal— saptar. Ayrıca bu sırayla peşinde olduğu olgu türünü ve, doğal olarak, okuyucularına vereceği yorumun türünü de saptar.


Şimdi insanlar hakkında kesin olan bir şey varsa, bu da onların iç yaşamlarını simgesel olarak ilettikleridir. Bir iç yaşamımız olduğunu kabul eden hiç kimse, bunun ait olduğu kişiden başkasının incelemesine açık olduğuna inanamaz. Eğer kitaplann dışında böyle bir varlık yaşıyorsa, saf bir gerçekçi bile başka birinin duyumsadıklarını duyum sayamayacağını, düşlerini göremeyeceğini, onun anlatımıyla, başkasının kafasına giremeyeceğini kesinlikle kabul eder. Bizim iç yaşamımız, dinsel ereklerimizin, korkularımızın, ara sıra düşmanımız, ara sıra dostumuz olan bir çevrede yaşama çabalanmızın, yanılsamalarımızın, düşlerimiz ve hayallerimizin karmaşasıdır. Ama biz yalnızca sessizlik içinde tapınmayız: insanüstü güçlere tapınışımızı dinsel törenlerde ortaya koyarız ve her kuşağın kendinden sonra gelecek olanlara anlatılacak söylencelerini, — mevsimlerin dönüşümü ya da beklenmedik bir anda oluveren depremler ya da su taşkınlan gibi— doğal olayların açıklamasına benzer görünen söylenceleri, ya da yalnızca resimsel, imgesel ya da saygı belirten davranışlan gösteren söylenceleri oya gibi işleriz. Genel olarak bu söylenceler olaylarla doğal nesne kümelerinin insana özgü özelliklerle donatıldığı belirtkelerin somut biçimini alır. Bu eğilim, John Ruskin’in duygusal saptırma adını verdiği durumda vardır, ama aynı zamanda özensiz bir yazann, Doğanın yalınlığından, elektrikteki artı eksi uçlann çekiminden ya da sonucu doğuran nedenden söz ettiği bilimsel yazılannda beklenmedik bir anda ortaya çıkıveren söylencelerin kalıntılannda da bulunur. Ondokuzuncu yüzyılın ilk yansında, Bachofen’in zamanında, bu tür konuşmalara şid­ detle karşı çıkılırdı ama onun insanları düşünmeye ve bunun sonucunda konuşmaya yönelten şeyin ne olduğunu bu biçimde sorgulaması özgünlüğünün bir parçasıydı. Bachofen’in yanıtı, insanlığın yok edilmesi olanaksız dinsel yapısıydı. Düşüncelerle olgular adını verdiği durumlar arasında keskin bir ayrılık kurmuştu. “Olmuş olması mümkün olmayan, hiç değilse düşünülmüştür,” diyordu.^ Ayrıca o, insanların düşünmelerine yol açan özdeksel koşullardan çok, onların düşündükleriyle ilgileniyordu. Çünkü eğer tarihten, hakkında yazdığımız kişilerin iç yaşamlarını çıkarıp atarsak elimizde öykünün çok küçük bir bölümü kalır. İnsanların yemek, kendilerine barınacak yer bulmak ya da kurmak, türünü sürdürmek, çocuk yetiştirmek ve ölülerini gömmek zorunda olduğu yadsınamaz. Ama böylesi durumlarda insan soyunun yalnızca fiziksel davranışlarım gözlersek, ne olup bittiği hakkında hiçbir şey anlayamayız.

Bir insanın bir hayvanı avladığını, derisini yüzdüğünü, pişirdiğini, yediğini görür ve onun aç olduğunu, açlığını gidermeye çalıştığını söyleriz. Ama bu hiç de açlıktan kaynaklanan bir davranış olmayabilir: bu dinsel bir törenden bir bölüm, izleyen kişinin bilmediği bir tanrıya sunulan bir kurban olabilir. Hıristiyan olmayan bir ekinden gelen bir kişi günlük ekmek ve şarap törenini yerine getiren bir papazın eylemlerini anlayabilir mi? Öyleyse kuşları ve yaşama biçimlerini bilmeksizin yuvasını yapan dişji kuşu izlediğimizde, hayvanın dirimsel yönetiminin bir parçası olan bu süreçten kavradıklarımız, eğer oyunu bilmiyorsak, dama tahtası önünde karşılıklı oturup ara sıra kırınızısiyah pulları oynatan iki kişiye baktığımızda anladıklarımızdan fazla değildir. Bachofen herkesin kesinliğini kabul ettiği durumlarda bile bir sorun bulan kişilerdendi. Roma Hukuku tarihçisi ve uzmanıydı. Bunun sonucu olarak, simgeler takımının, kendi içinde açıkça bulunmayan bir düşünceyi belirlediğini biliyordu. Ama apaçık görülebilenlerden bile habersiz olan uğraştaşlarıyla çatışma içindeydi. Bütün simgesel iletişimlerde görünen imle birlikte bunun yüklendiği anlam vardır. Hukuk tarihini bir dizi eylem değişikliği gibi yazmak saçmadır. Bu Haç’ın bütün görünümlerini sıralayıp hep aynı anlamı taşıdığını söylemeye benzer. Adam öldürme gibi neredeyse herhangi bir hukuk kavramının tarihi, insanların insan yaşamında, toplumsal örgütlerdeki değişikliklerde, toplumsal sınıfların yeniden yorumlanışında — ele aldığımız bu durumda— gelişen toplumsal ve siyasal eşitliklerde, kadın özgürlüğünde, uygulayım değişkelerindeki büyük değer yargısı ayrımlarını ortaya koymaktadır. Ama bütün bunlar tartışmasız kabul edilir. Bachofen için önemli olan, bütün bu değişikliklerin nedenini, olabildiğince, açıklamaktır. İnsanları, bir köylüyü öldürmenin bir toprak sahibini öldürmek kadar ciddi olduğuna inandıran nedir? Önceden tasarlanmış bir düzenle birini öldürmenin, onu kaza sonucu öldürmekten daha ciddi olduğunu düşünmeye iten ne olmuştur? Dıştan görünen olgu birinin bir başkasını öldürmesidir. Biz ne de olsa, insan yaşamının kutsallığı ve güdüleri gibi belirgin olmayan birtakım düşünceleri dikkate alarak yetiştik ama böyle şeyler dolaysız olarak gözlenemez.

Kişi, kutsallığı ya da öç alma arzusunu göremez. Bachofen gözlenebilenleri inceledikten sonra, bunun anlamı, yani dinsel, aktöresek güzelduyusal inançlarla olan uyumu hakkında kesin sonuçlara varmıştı. İlk olarak vardığı sonuçlar arasında toplum ilerlerken, bunun insan ruhunu “yaşamın acunsal-dirimsel görünümünü felce uğratan bukağılardan”1*1 kurtarması düşüncesi de yeralıyordu. Yani, insan fiziksel doğa ile hep bir çatışma, kazanacağı ya da kaybedeceği bir çarpışma içindedir. Ama insan toplumunun ilk başlarından bu yana, “doğal gereklilikler’e”‘**1 karşı kazandığımız utkularda düzenli bir çıkış olagelmiştir. Bu iyimser sözler 1870’de yayımlanmıştı. O zamanlar ya da yüzyılın bir sonraki çeyreğinde bunu akıldışı gösterecek çok az şey vardı. Gerçi. Bachofen bizim çağımızın dertlerini ya da kendimize zorla kabul ettirdiğimiz, doğal gerekliliğe acı bir alayla boyun eğişimizi önceden görüp bilmiş olsaydı bile, bu dönemin yalnızca içinden geçerek daha büyük bir özgürlüğe kavuşacağımız bir gerileme zamanı olduğunu söylerdi. ‘*’273-74. sayfaya bakınız. (**’275. sayfaya bakınız. Bachofen, o zamanlar tarihin anlamı hakkındaki araştırmalarının ardından gidebilmek için, yalnızca insanların uzak geçmişte inandığı şeylere ipucu veren belgelere yönelmişti. Bunları ilk kez Akdeniz ekinindeki gömüt taşlarında bulmuştu.

Tıpkı hemen hemen bütün Sokrates öncesi düşünbilimcilerin evreni karşıt güçlerin etkileşimi olarak ele alışı gibi, bu belgeler de ölümü yaşamla kuşatılmışlık olarak gösteriyordu. Hem Yunanlılarla hem de Mısırlıların, ölülerini yaşarken gerek duyacakları eşyalarla donattıklarında bazen safçasına, ya da ayrılış sahnelerini betimlerken bazen de imgesel olarak, ölümü başka bir yaşama geçiş gibi gösterdiğini hepimiz biliriz. İnsan cansız bir nesneye hoşça kal demez; eskidiğinde fırlatıp atar. Varoluşun temel ikiliği erkekle dişinin, etkenle edilgenin (dilbilgisine bile yansımıştır), cennetle dünyanın, güneşle ayın karşı olumunda gözlenebilirdi. Böyle bir ikilik çözümlenmeden bırakılamazdı. Yoksa evren ikiye bölünür, ve eğer gerçekten bir evren varsa, bu da düşünülemezdi. Bu ikilemden kurtulmak için kişi, bu çatışan varlıklardan birini ya da ötekini yadsıyabilir, her ikisinin de kaynağı olan bir üçüncüsünü bulabilir, ya da bunların ilişkilerini ikisinden de daha gerçek olan tek bir sürecin aşaması olarak görebilir. Bachofen’in eski insanların inancı olarak bulduğu, bu olasılıkların sonuncusuydu. Soyut bilimlerin henüz forınülleştirilmediği bir zamanda, insanlar düşüncelerini, matematik simgelerinin bizim için açık oluşu gibi, onlara anlaşılır gelen simgelerle iletmek zorundaydılar. Ve bu tür simgeler söylence biçiminde elde kalmıştır. Pliny, Ocnus bir ipi bükerken, arkasında duran eşeğin, büktüğü ipin ucunu kemirdiğini gösteren ressam Sokrates’in yaptığı bir resmi anlatır/*’ Bu resim hem tembelliğin hem de insan çabalarının boşluğunun bir eğretilemesi olarak yorumlanmıştır. Ama bu temsil ettiği şeylerde aykırılık gibi görünen öbür simgelerle de bağdaştırıldığında, sonuç bu simgelerin daha çok bir varoluş durumundan tersine olan bir geçişi anlatmasına benzer. Böylece yaratılış yok oluşun sonu, yok oluş da yaratılışın başlangıcı olmaktadır. Bu Herakleitos’un ünlü “Yukarı çıkanla aşağı giden yol tek ve aynıdır” deyişinde de böyledir. Tek olan, sürecin kendisidir; aşamaları, elbette çeşitlidir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir